Zp0t5Yw. Buradasınız Göz doktorları tarafından "hipermetropi" olarak da adlandırılan yakını görememe, yakındaki nesnelerin bulanık olduğu görme duyusunu anlatan ortak terimdir, ancak uzaktaki bir şeye baktığınızda görüntü nettir. Öyle ki TV seyretmek sorun olabilir ancak otoyoldaki bilbordları okumak muhtemelen değildir. Buna uzağı gören görüş denir - nesneleri uzaktalarken net görebilmek. Bu durum, miyopinin tam tersidir. Yakını gören görüş hakkında daha fazlasını okuyun.. Hipermetrop mu presbiyopi mi...? Gelin bunu keşfedelim. Eğer yakını göreme semptomlarınız olabileceğini düşünüyorsanız gelin önce biraz detektiflik yapalım. Sorun, göz doktorlarının "presbiyopi" olarak adlandırdığı rahatsızlık olabilir. Yaşanan sorunların çoğu birbiriyle aynıdır örn. yakındaki nesneleri okurken bulanık görüntü, uzaktakilerde net görüntü. Presbiyopi ile yakını görememe arasındaki ana fark, yaşınızdır. Eğer 40 yaşın üzerindeyseniz ve -özellikle de bir restoran gibi düşük ışıklı yerlerde- küçük metinlere odaklanamadığınızı henüz yeni fark ediyorsanız, muhtemelen hipermetrop değil presbiyopiniz vardır. Her iki görme kusuru da oldukça yaygındır ve kolayca düzeltilir; sadece farklı türde gözlük veya kontakt lensler gerekir. Göz doktorunuza danışın. Presbiyopi hakkında daha fazlasını okuyabilirsiniz. Neler yakını görememeye neden olur? Yakını görememek çeşitli nedenlerden kaynaklanabilir, ancak olası suçlu genetiktir. Eğer yakını göremiyorsanız göz bebeklerinizden giren ışık, retinanıza doğru odaklanmıyordur. Bunun sebebi, gözünüzün normalde kısa olması ve bu nedenle görüntülerin retinanızın hafifçe arkasına düşmesi olabilir. Bu da elinizdeki gazete bulanık görünürken uzaktaki nesnelerin iyi görünmesine sebep olabilir. Yakını görememe nasıl düzeltilir Yakını görememe tedavisi var mıdır...? Alabileceğiniz sihirli bir hap yoktur ancak başka bazı seçenekler vardır. Yakını görememe için kontakt lensler Bulanık, yakını göremeyen gözler sferik kontakt lenslerle düzelir. Tüm seçeneklerinizi gözden geçirdiğinizden emin olun, mesela lenslerinizi ne sıklıkla değiştirmek istiyorsunuz veya gün boyu ne kadar süreyle takacaksınız? Reçeteli gözlükler Gözlükler, yakını görememe için bir diğer seçenektir. Lens veya gözlük tercihi, yaşam tarzına bağlıdır. Her iki seçeneği de düşünün. Göz için lazer cerrahisi Yakını görememe için bir diğer seçenek LASIK'tir. Bir göz doktoru, korneanızı kısmen yeniden şekillendirmek amacıyla bir lazer kullanır. Bu seçeneği düşünürken, maliyetini de göz önünde bulundurun. Tüm sigorta planları LASIK'i kapsamaz. Sigorta acentanızla temasa geçin ve poliçenizin neyi kapsadığını sorun. Bahsetmiş olduğumuz gibi yakını görememe oldukça yaygındır ve kolayca çözülür. Küçük yazıları okumakta güçlük çekiyorsanız veya yakınınızdaki birine veya bir şeye baktığınızda görüşünüz bulanıksa bir göz doktoru bulun. . Doktorunuz görüşünüzü ve seçenekleri değerlendirecektir. Bu acısız bir süreçtir ve fazla vaktinizi almaz. Üşütmek gibi geçici kırgınlıkların aksine hipermetrop, düzeltici eylem olmadan basitçe geçip gitmez. Neden hayatınızdan net görüşü eksik edesiniz ki? Bu yazıdaki hiç bir ifade tıbbi tavsiye olarak düşünülmemelidir ve bir tıp uzmanının önerilerinin yerine geçmesi amaçlanmamıştır. Hususi sorularınız için lütfen göz doktorunuz ile görüşün. Ürünlerimize göz atın
Bu yaratıcılık ve düşünceyi geliştirdiği için günde birkaç saat hiçbir şey yapmamalısınız. Bununla birlikte, daha iyi iş yapmanın daha çok çalışmak anlamına gelmediğini de kafamıza sokmalıyız. Hatta, daha az çalışmak daha üretken olmamızı sağlar ve yaşam kalitemizi artırır. Son olarak, kendinize hediyeler vermeyi öğrenmelisiniz. Kendinize zaman tanımayı ve basitçe kendinizi yalnızca var olmak ve beş duyunuz ile hayatın tadını çıkarmakla sınırlandırmayı ihmal etmeyin. Bir aktivitede bulunmamanın zaman kaybı ile eş anlamlı olduğunu düşünmek psikolojik olarak yorgunluğa yol açar. Almanya’daki Mainz Johannes Gutenberg Üniversitesi’nde Dr. Leonard Reinecke’nin yürüttüğü ilginç bir çalışmada, çoğu insanın televizyon izleyerek vakit geçirirken kendilerini daha az düşündüğü ve bunun da bir şeyler yapmamaktan ötürü suçluluk duymaları ve televizyon izlemeyi vakit kaybı olarak görmelerinden kaynaklandığı ortaya çıkmıştır. Üretim kültürü ve mükemmeliyetçilik hiçbir şey yapmamaya ayırdığımız zamanla ilgili suçlu hissetmememize yol açıyor. Bazen zihnimiz bize o an yapabileceklerimizle ilgili işkence dahi ediyor. Bazen zaman harcamak sizden bir şeyleri alıp götürmez. Hatta tam tersi. Buna biraz kafa yorun, artık hayatınızın her anında üretken olmanız gerektiğini düşünmeyi bırakmalısınız. Bu anlar kendinize tekrar çocuk olma iznini verebileceğiniz değerli anlar. Sonunda özgür, rahat ve oyunbaz olarak, sıkılmanıza izin verin. 20. yüzyılın en çok tanınan filozof, ekonomist ve sosyologlarından biri olan Max Weber Sanayi Devrimi ile birlikte insanların işlerine neredeyse dinlerine bağlı oldukları kadar bağlandıklarını öne sürmüştür. Bu noktadan sonra artık çalışmak, sadece para kazanmak için yapılan bir aktivite değildir. Çalışmak bir yaşama biçimi haline gelmiştir ve bu durumun günümüzde de geçerliliğini koruduğunu söyleyebiliriz. Çoğu insana göre iş insanı onurlandıran bir şeydir. Bir aktivitede bulunmak üretkenliğe denktir. Bu bir açıdan doğru olsa da, biz bunu genel olarak en uç noktalarda yaşarız ve öylesi bir konuma getiririz ki insanlar biraz dinlenecek vakit dahi bulamaz hale gelirler. Zamanınızı nasıl yöneteceğinizi bilmeniz ve ara sıra hiçbir şey yapmama konusunda kendinize izin vermeniz şüphesiz ki rahatlatan bir şeydir. Fakat genellikle bunu yapmakta zorlanırız. Çünkü yaşamımızın çoğunu “üretken” modda sürdürürüz. Zihnimiz kanepede uzanıp dinlenmeyi zaman kaybı olarak yorumlar. Bunun tam tersini iddia eden, zaman yönetimi konusunda uzman kişiler de var. Silikon Vadisi’nde danışman olarak yaptığı işlerle tanınan Dr. Alex Soojung-Kim Pang gibi. Doktor, kitabı Dinlenmek Daha Az Çalıştığınızda Neden Daha Çok İş Yaparsınızda hayat tarzımızı değiştirmemizin vakti olduğunu söyler. Desarj olmamızı ve huzura ermemizi sağladığı için zaman “harcamanın” kimi zaman bizim lehimize bir durum olduğunu anlamak zorundayız. Bazen zaman harcamak hayatı kazanmaktır. Çünkü inandığımızın aksine zaman hayati önem taşımaz. Bundan dolayı, hiçbir şey yapmamak ve kendimizi olmak, hissetmek ve keyif almakla sınırlandırmak sağlık ve mutluluk ile eş anlamlı! Boşa zaman harcamak, başka bir açıdan bakmamızı gerektiren göreceli bir durumdur. Örnek verecek olursak, bunu sağlığımız için değerli bir şey olarak algılayabiliriz. Bir düşünün. Bizi “Vakit nakittir” mantığına inandıran ve hayatın her anını sonuna kadar değerlendirmemiz gerektiğini düşündüren bir toplumda yaşıyoruz. Bu da bizleri şüphesiz kendimizi ihmal etmemizden kaynaklı her yönün stres ve anksiyete bozukluğuna çıktığı bir labirente hapsediyor. Bundan dolayı da şunu söylüyoruz Vakit nakit, altın ya da gümüş değildir. Zaman çok daha değerlidir. Çünkü zaman hayattır. Karşılığında hiçbir şey beklemeden sahip oldukları her şeyi verenlerin sadeliği ve sihri, başarısızlıkla eşdeğer olan sahte görünüşlerdense yakın tutulmayı hak ediyor. Bir noktada, hepimiz bizi şaşırtan insan hakkında bir şey keşfediyoruz. Tüm bu sebeplerden dolayı, sihirli olabileceklerini bilen ve dünyaya yüzlerini göstermek için bir hileye ihtiyaçları olamayan insanların etrafında olmalıyız. Bu şekilde, arkadaşlığın en iyi tarafının tamamen dürüst bir şekilde kendini tanıtmak olduğunu anlayabiliriz. Ardından dışarı çıktığımızda, asıl önemli olanın başkalarının bizde ne gördüğünü düşünüyoruz. Bu yüzden buna ayak uydurmak için çaba sarf ediyoruz. Ancak ne mükemmeliz ne de kusurlu. Bizi birbirimize bağlayan özümüzdür. Bu yüzden doğallık ve dürüstlük, yaşadıklarımızdan haz almamıza ve uzun süren, daha derin ilişkiler kurmamıza yardımcı olur. Kusurlar sonunda gün yüzüne çıkacak bu yüzden onları en başında kabul etmek en iyisidir. Başka bir deha olan Bukowski’ye ait olan bu cümleyi daha önce duymuşsunuzdur. Yangınında yalan yok diye devam ediyor. Demek istediği şey, nasıl yapacaklarını düşünmeden kendilerinin başkalarına teslim edenler birer dahidir ve onları seviyoruz. Mükemmel olun ya da olmayın, doğal olun. Mükemmellik kendimizin ve etrafımızdakilerin bizden beklediği bir oldu haline geldi. Saçımızı yaptırıyoruz, kıyafetler deniyoruz, makyaj yapıyoruz, günde 100 kere aynaya bakıyoruz ve hepsi olmadığımız biri gibi gözükmek için. “Dürüstlük ve doğruluk başarının anahtarlarıdır. İyi haberse herkes hem doğru hem de dürüst olabilir.” Zig Ziglar Kendimizi tanıtmanın en iyi yolu kim olduğumuzu bilmek ve kendimizi hiçbir filtre, maske ya da yapaylık olmadan olduğumuz gibi göstermektir. Çünkü sihre sahip olanların hileye ihtiyacı yoktur. Daha fazla insan tanıdıkça, dehalarını’ içlerinde taşımayı bilen insanların başkalarına ulaşmak için bir şeye ihtiyacı olmadığının daha da farkına varırız. John Lennon’ın yaptığı her şeyde sihir vardı, Dali resmetmek istediği şey için tek bir hileye bile ihtiyaç duymadı ve Charles Chaplin tüm dünyayı fethetmek için konuşmak zorunda kalmadı. Bazen duygusal rahatsızlıkların, gerçek ve somut bir durum ile hiçbir ilgisi yoktur. Hatırladığınız herhangi bir şeyden, havanın kapalı olmasından ya da aklınıza gelen üzücü bir olaydan ötürü üzgün olabilirsiniz. Bu durumlarda, yukarıda bahsedilen adımları uygulayıp şu gerçeği kabul etmeniz önem arz eder bu duygular da sizin bir parçanız. Üzgün olduğunuzu ve bu tür duyguların da her insanda var olduğunu kabul edin. Kendimizi duyguları olan varlıklar olarak kabul etmek, hangi duyguları içimizde tutmamız gerektiğini ve hangi duyguları başkaları ile paylaşmamız gerektiğini anlamamız için en önemli adımdır. Duygular, bir tür olarak insanın evriminin bir parçasıdır ve aynı zamanda insanları, yeryüzünde yaşayan diğer canlılardan ayıran en önemli ayrıcalıktır. Duygular bizlerin en doğal yapı taşıdır, bu yüzden onlara karşı herhangi bir mücadele içerisine girmek nafile bir çaba olacaktır. Duygularınızın olmasından çekinmeyin ve rahatlamaya çalışın. Birisiyle konuşmak, yazı yazmak ya da yürüyüşe çıkmak gibi aklınızı meşgul edecek başka aktiviteler bulun. Duygularınızı göz önüne getirmek ve kişiselleştirmek esastır. Herhangi bir şekilde baskı altında tutmadan ya da saklamadan, kendi duygularınızın ve hisleriniz sahibi yine sizsiniz. Kendinizi ve zihninizi rahatlatmak ve hafifletmek adına anlaşılabilmeleri için, duygularınızı ifade etmeniz gerekir. Stresli olduğunuzu söylerken, elinizi kalbinize, alnınıza ya da karnınıza koyun. Bu hareket, sizi üzen bir durum ile karşı karşıya olduğunuzu ve bu şekilde devam etmenizin, hem siz hem de çevreniz açısından yararlı olmayacağını gösterir. Ne hissettiğinizi ifade etmemize yardımcı olmak için vücudunuzu kullanın. Kendinizi ifade edebileceğiniz en uygun anı seçin. Örneğin, müdürünüz ile bir konuda anlaşamıyorsunuz ve sorunları çözüme bağlamak adına konuşmak istiyorsunuz. Bunu yapmak için doğru bir anı seçemezseniz, sorunlarınız daha da büyüyerek artacaktır. Bu nedenle, en doğru zamanı bulmak adına, sorunu iyi bir şekilde inceleyin, çevrenizdeki insanları ve kendinizi iyi gözlemleyin. Hoş bir ton, aktif dinleme hali, göz teması ve “bugün iş yüzünden çokça stres altındayım” gibi uzun cümleler yerine “gerginim” gibi daha basit ifadeler kullanarak, açıklamak istediğiniz durumu en yalın hali ile, lafı hiç dolandırmadan açıklayabilirsiniz. Karşınızdaki kişi, iş nedeni ile yoğun stres altında olduğunuzu rahat bir şekilde anlayacaktır. Bu güçlü duygular vücudunuzu çevrelediğinde, bedeninizin hangi bölgesinden kaynaklandıklarına dikkat edin. Eğer hissettiğiniz duygu ile bir baş ağrısı hissediyorsanız, alnınıza duygunuzu bir iki kelime ile ifade eden bir kağıt yapıştırın. Bu sayede duyguların size değil, sizin duygulara hükmettiğinizi anlayacaksınız. Vücudunuzla iletişim halinde olun. Eğer herhangi bir olay ya da kişi ile ilgili ilgisiz bir hissiyatınız varsa, neden durumu daha fazla zorlayasınız ki? Veya herhangi bir olayı ya da kişiyi rahatsız edici ve sinir bozucu olarak görüyorsanız, kendinizi biraz daha iyi tanımanıza yardımcı olacak bir muhabbetten neden kaçınasınız ki? Neler hissettiğiniz ve ne yaptığınız ile ilgili dürüst olmaya çalışın. Bir önceki adımı tamamen kavradıktan sonra, duygularınızı daha dengeli bir şekilde ifade edebilme imkanına kavuşacaksınız. Yine de, size tam olarak neler olduğunu anlamanıza yardımcı olacak birkaç adımı daha öğrenebilirseniz, kendinizi daha iyi anlayabileceksiniz. Duygularınızı doğru ve orantılı olarak ifade edin. Vücudunuzun tepkisine dikkat edin Duygularımız limbik ve sinir sistemi tarafından düzenlenir ve ilk kez ortaya çıktıklarında kontrol edilmeleri zordur. Hissettiğiniz duyguyu rahat bir şekilde anlamak ve buna karşılık olarak nasıl tepki vereceğinizi düşünmek adına kendinize biraz zaman ayırın. Belli bir duruma nasıl tepki verdiğinize daha fazla dikkat edin İçinde bulunduğunuz durumun sizi sinirlendiren şey olduğunu düşünebilirsiniz, ancak sorunun kökünde, o duruma karşı vermiş olduğunuz duygusal tepki yatmaktadır. Bu durumlarda kendinize dikkat edin. Verdiğiniz tepkinin, toplantı öncesi önemli bir belgeyi bulamamak ya da bir yanlışınız olmadığı halde size kesilen trafik cezası durumlarındaki ile aynı olduğunu göreceksiniz. Bu gibi durumlarda değiştirebileceğiniz tek şey verdiğiniz tepkidir ve bu da sizin elinizdedir. Artık duygularınızı ve hislerinizi tespit ettiğinize göre, sıra geldi, bu oluşumların sizde oluşturduğu durumu analiz etmeye. Hangi hal ve hareketlerin sizin için yararlı olmadığını bilmek iyi olacaktır. Bu duyguların tümünün bir listesini yapın ve vücudunuzdaki hangi fiziksel değişikliklerin bu duyguları ortaya çıkardığını anlamaya çalışın. Artık duygularınızı ve hislerinizi tespit ettiğinize göre, sıra geldi, bu oluşumların sizde oluşturduğu durumu analiz etmeye. Hangi hal ve hareketlerin sizin için yararlı olmadığını bilmek iyi olacaktır. Bu duyguların tümünün bir listesini yapın ve vücudunuzdaki hangi fiziksel değişikliklerin bu duyguları ortaya çıkardığını anlamaya çalışın. Duyguyu ve hissiyatı tanımlayın. İster dışarıdan ister içeriden gelen bir uyarıcı olsun, vücudunuzun herhangi bir duruma karşı verdiği tepkiye takiben kendinize şu soruları sorun Şu an ne hissediyorum? Fiziksel olarak hissettiğim değişiklikler neler? Bu neden oluyor? Şu an tam olarak bana ne oluyor? Duyguyu ve hissiyatı tanımlayın. Öte yandan, bu duyguları sürekli olarak kendinize saklıyor ve ifade edemiyorsanız, damar tıkanıklığı, baş ağrısı veya mide rahatsızlığı gibi sorunlar yaşayabilirsiniz. Duygularınızın fiziksel sağlığınızı da etkilediği tartışılmaz bir gerçektir. Duygularınızı nasıl ifade edeceğinizi öğrenmek, fiziksel problemlerinizi ve duygusal çıkmazlarınızı önlemeye yardımcı olabilir. Örneğin, eğer duygusal olarak çok fazla bir biçimde kaygılı biri iseniz, bu kaygılı durumdan kaçınabilmek adına bazı şeyler yapabilir ve belli bir şekilde davranabilirsiniz. Bunun nedeni, bu kaygılı durum ile nasıl başa çıkacağınızı ve bu duyguyu nasıl ifade edeceğinizi bilememeniz olabilir. Bu duygularınızı baskı altında tutma eğilimi, kalp atışında hızlanma, aşırı terleme, titreme veya solunum problemleri gibi fiziksel problemlere neden olabilir. Duygularınızı ifade edemediğiniz zaman vücudunuz gerilir. Bu gerginlik, boyun, yüz, çeşitli kaslar ve omurga gibi bölgelerde fiziksel olarak kendini hissettirebilir. Duygularınızı bastırmak veya kontrol altında tutmak için hala öğretilmekte olan birçok yöntem ve teknik vardır. Ancak, bu yaklaşımın gerçekten etkili olmadığı da kanıtlanmıştır. Duygularımız ve hislerimiz kendiliğinden meydana gelen, otomatik tepkilerdir ve bu tepkilerin yaşanması ve ifade edilmesi de gayet normal ve gereklidir. Duygularınızı engellemenin ve bastırmanın olumsuz psikolojik sonuçlar doğurabileceği bilimsel olarak ispatlanmıştır. Kabullenme ve bağlılık gibi modern tedavi yöntemleri ve konsantrasyon eğitimi gibi diğer yaklaşımlar, duygularınızı kabul etmenize ve onlara nasıl yaklaşmanız gerektiğini anlamanıza yardımcı olabilir. Duygularınız da sizin bir parçanızdır ve tabii ki de ilgiye muhtaçtır. Birçok insan duygularını ifade etmekte zorlanır. Kimileri bu hususta, duygu ve düşüncelerini oldukça açık bir şekilde ifade edebilirken, diğerlerinin yeterince paylaşımcı olduğunu söyleyemeyiz. Duygularınızı doğru ve ölçülü bir biçimde nasıl ifade edebileceğinizi öğrenmek; kişisel, sosyal ve mesleki yaşamınızda size son derece yardımcı olacaktır. Üzerinde çalıştığınız işteki hata ihtimalini minimuma indirmeye çalışmak, bir insanın söylediklerini kelimesi kelimesine değerlendirmek, en ufak değişiklik ya da aksaklığı fark edebilmek sizin için tanıdık geldi mi? Detayları titizlikle idrak etmek kimi zaman eşsiz bir iş disiplini ve farklı bir bakış açısı sunsa da, her zaman avantaj anlamına gelmiyor. Çünkü bu seviyenin arttığı durumlar; detaylar tarafından sürüklenmekle, kişinin söylediklerini farklı anlamlarda yorumlamakla ve etkisi olmayan küçük aksaklıkların esiri olmakla sonuçlanabilir. Eren cicibıyık Mutsuzluk yaratmamak için hararetli tartışmalardan kaçınmak. Özellikle yakın ilişkilerde gerilim ve anlaşmazlık karşısında huzuru kaçırmamak için tartışmadan kaçınmak yaygın bir alışkanlıktır. Ancak pek sağlıklı olmadığını söylemekte de yarar var. “İçine atmak” deyiminin uzun vadede fiziksel ve psikolojik birçok rahatsızlığı beraberinde getirdiğini unutmamak gerekiyor. Sinir sisteminiz zaten bu konuda yüksek seviyede bulunduğu için uyarıcılara karşı hassasiyet de son derece yüksektir. Özellikle bir kahve sonrası hızla canlanmaya başlayan biriyseniz bu his size tanıdık gelecektir. Bazı araştırmalarda acı eşiği konusunda da benzer bir durum olduğunu gösteriyor. Bir teması, acı hissini ilk anda hissetmek ya da en ufak bir sese bile anında uyanmak bu konudaki örneklerden biridir. Değişimin gerekliliği tartışmasız önemli bir gerçek. Ancak yüksek duyarlılığa sahip insanlar için ufak düzen değişiklikleri bile yadırgama hissine neden olabilir. Alışkın olduğunuz yerin dışında, bir tatilde ilk gün uyumakta zorluk çekmek bu duruma basit bir örnektir. Bulunduğunuz yer ne kadar huzurlu ve rahat olursa olsun, alışık olunan düzenden sonra bunu yadırgamak, değişikliği daha derinden hissetmenizden kaynaklanır. Kısa süreli bir yabancılık hissidir. Güzelliğe karşı tarifi zor duygular hissetmek. Şiddet gibi kötü olaylara karşı ne kadar derin bir rahatsızlık duygusu hissediliyorsa, güzellik duygusu da o kadar derin hissedilir. Lezzetli bir yemek, güzel bir koku, etkileyici bir sanat eseri, akılda kalıcı bir melodi bunlara örnektir. Özellikle sanat eserlerinin büyüleyiciliği burada son derece ayırt edici bir örnektir. Eğer çevrenizdeki insanlar benzer senaryoda sizin kadar etkilenmiyorsa ve bunu merak ediyorsanız, muhtemelen cevabı burada saklı olabilir. Çevrenizdeki insanların duygularını hissetmekten bitkin düşmek. Tamamen empat olmasalar da aşırı duyarlılığa sahip insanlar da bulundukları çevredeki insanların duygularını psikolojik olarak kendilerine katabilirler. Çünkü yüz ifadeleri, beden dili ve ses tonu da dahil olmak üzere başkalarının kaçırabileceği incelikleri rahatlıkla kavrayabilirler. Bu kişilerin kendilerine ait olmayan duyguları hissetmelerinin sonucu olarak duygusal yorgunlukların yaşanması da şaşırtıcı değildir. Başkaları yerine utanmak, başkalarının mutsuzluklarını hissetmek, duyulan olayları yaşıyormuş gibi hissetmek ve sonrasında kendi ruh haline dönmek son derece yorucu olabilir. Fakat bu sahneleri gerçek anlamda hissetmeye başladıysanız temel HSP özelliklerinden birine sahipsiniz demektir. Bu hissin kaynağındaki şiddetin ve zulmün herhangi bir türe bağlı olmadığının da altını çizmek gerekir. Hayvanlara karşı şiddet, tabiatın yok olması ya da insanların açlık sorunu fark etmeksizin, duygular son derece derindir. Peki bir “HSP” olduğunuzun göstergeleri nelerdir? Herkes şiddet ve zulümden nefret eder, ancak yüksek duyarlılığa sahip insanlar için bunu görmek, duymak hatta konuşmak son derece rahatsız edici olabilir. Filmlerdeki şiddet sahnelerin gerçek olmadığı bilindiği için izleyicide de çoğunlukla gerçek’miş’ gibi etki yaratır. Sahne ne kadar başarılıysa, izleyici sahneyi o kadar gerçek’miş’ gibi hisseder. HSP Highly Sensitive Person ya da SPS Sensory Processing Sensitivity olarak isimlendirilen bu durumu açıklığa kavuşturmak gerekirse “Merkezi sinir sisteminin artan duyarlılığı ve fiziksel, sosyal ve duygusal uyaranların daha derin bilişsel işlenmesini içeren mizaç veya kişilik özelliğidir.” Dış etkilere karşı duyarlığı olan, hassas Sıklıkla savunmasız ve güçsüz gibi kavramlarla özdeşleştirilen duyarlı kelimesi, çoğu kişi tarafından yanlış değerlendirilebiliyor. Bakıldığında duyarlı bir insan güçsüz ya da savunmasız kişi değil, daha güçlü anlamlandıran ve hisseden kişidir. Aşk aynı zamanda psikolojik bir güçtür. Kendini başkalarına nasıl vereceğini bilme, ilişkilere bakma ve bu duygunun temellerinin ne olduğunu anlama yeteneğidir. Bu sadece duygusal ilişkilerle ilgili değildir. Aşk, son derece hassas insanların güçlü yönlerinden biriyse, bu boyutun nelerden oluştuğunu anlama konusundaki bilgeliklerinden dolayıdır. Sevmek, taciz etmeden şefkat göstermek ve başkalarının alanlarına ve ihtiyaçlarına saygı duymak anlamına gelir. Sevginin karşılıklılığa, duygusal iletişime ve şiddet içermeyen iletişime dayandığını bilmektir. Son derece hassas insanlar tüm bu yönlerle ilgilenirler. Ancak ne yazık ki her zaman verdiklerini alamıyorlar. Buna rağmen yine de vazgeçmiyorlar. İlkelerine, varoluş biçimlerine sadıktırlar. Çok hassas olmayı seçmediler, bu sadece kim olduklarının bir parçası. Dahası, hayatı, ilişkileri ve kendi varoluşlarını anlama biçimleridir. Aşırı duyarlı insanların güçlü yönlerinden biri olan aşk Duyarlılığı yüksek kişiler sadelikleri ve alçakgönüllülükleriyle öne çıkarlar. Nasıl olduklarını, sınırlarını, zayıflıklarını ve eksikliklerini bilirler. Kendilerine dair sahip oldukları bu kesin vizyon, onların her zaman kesinlik içinde, abartılı olmadan, rol yapmaya gerek duymadan ve abartmadan hareket etmelerini sağlar. Rekabet etmeyi ya da kimsenin üstünde ya da önünde olmayı sevmezler. Bu, rekabetçiliğe dayalı agresif çalışma senaryolarına iyi uyum sağlayamadıkları anlamına gelir. Ayrıca, dikkate değer erdemlere sahip olmalarına rağmen, onlardan her zaman yararlanmazlar. Aslında, yeteneklerini en aza indirmeyi ve dikkati kendilerinden çekmeyi tercih ederler. Yaratıcılık, duygusal duyarlılığın dehası. Bu, son derece hassas insanların kendilerinin de tanıdıkları güçlü yönlerinden biridir. Aslında, çoğu zaman tüm güçlü yönlerinin farkına varmasalar da, yaratıcılıklarını kabul ederler. Zihni özgürleştiren tüm bu tür uygulamalarda psikolojik sığınak buldukları için olabilir. Müzik, çizim, el sanatlarından zevk alırlar. Nitekim, kendilerini özgür ve doyumlu hissedebilmeleri için duyarlılıklarının bu tür ortamlara ihtiyacı vardır. Son derece hassas insanlar dünyadaki yerlerini anlama çabasındadır. Bu, bazılarını kazanacakları ve bazılarını kaybedecekleri yol boyunca birçok anlaşmazlık ve savaşla birlikte başarmaları uzun zaman alabilir. Bununla birlikte, çoğu, nasıl olduklarını ve günlük yaşamda ve başkalarıyla ilişkilerinde nasıl işlev görebileceklerini anlarlar. Bunu, değerli yansıma ve iç gözlem kapasiteleri sayesinde başarırlar. Bu, her zaman olan şeylerin nedenini anlayabilecekleri anlamına gelir. Yansıma, her şeyin nedenini anlama ihtiyacı. Son derece hassas insanların güçlü yönlerinden biri, özen ve öz bakımdır. Melbourne Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmaya göre, şu boyutlarda çok değerli becerilere sahipler Hayatları boyunca değerli tutumlar geliştiren insanlardır. Yalnızlıktan, doğayla bağlantıdan ve tefekkür uygulamalarından hoşlanırlar. Bu alanlar, iç refahlarını destekler. Aslında, bu dinamikler, duygularını düzenlemelerine ve genellikle kaosla dolu buldukları bir dünyada denge bulmalarına olanak tanır. Şefkat ve öz-şefkat uygularlar. Bu, ilerlemek için hayati anlamlar ve amaçlar bulma yeteneklerini tanımlar. Ayrıca, başkalarına yardım etmenin, yol göstermenin ve değerli desteklerini sunmanın anahtarı olan olumlu yönleri ve umudu aktarırlar. Perspektif, Seligman ve Peterson’ın bilişsel güçler olarak tanımladıkları kategoriye girer. İnsan bağlantısı ve anlayışına yönelik zihinsel bir yaklaşımdan oluşur. Son derece hassas insanlar, başkalarının sosyal ve duygusal gerçekleriyle uyum içinde olan yetenekli kişiliklerdir. Sadece empatileri onları tanımlamakla kalmaz, aynı zamanda diğerlerinin ihtiyaçlarını anlama ve her türlü adaletsizliğe karşı gerçek bir endişe duyma ile karakterize edilir. Çok geniş bir yaklaşıma perspektif sahiptirler. Bu onların aslında kendilerinden çıkmalarını ve çevreleriyle temas kurmalarını kolaylaştırır. Bu insanlar duygusal açıdan başkalarının gerçeklerinden etkilenmiş hissedebilirler. Aynı zamanda bilişsel bir yön tarafından da vurgulanırlar, bu onların endişesi, ilgisi ve insanı yansıtma ve anlama ihtiyaçlarıdır. Son derece hassas insanların güçlü yönlerinden biri de özgünlükleridir. Aslında, nasıl rol yapacaklarını bilmiyorlar ve kesinlikle yalan söylemeyi bir seçenek olarak düşünmezler. Ancak aldatmaya başvurmaktan aciz oldukları gibi , zamanlarını, emeklerini ve iradelerini değerlerine uymayan uygulamalara da harcayamazlar. Bu, ilkelerine, ilgi alanlarına veya kişisel kurallarına uygun olmayan işleri sürdürmelerini zorlaştırır. Kendilerini bu tür işlerde bulurlarsa, genellikle stres ve kaygı yaşarlar ve zihinsel olarak bunalmış hissederler. Özgünlük, ne görüyorsanız onu alırsınız Psikolojik bir güç, bir erdemi, bir yeteneği ve zorluklarla yüzleşmek için belirli bir yeteneği tanımlar. Bu boyutun fiziksel dirençle ilgisi yoktur. Ayrıca, bir kişiliğin, kişiye kendi imajını veren ve zenginleştiren yönlerini, çeşitli unsurlarını tanımlar. Karakter özelliklerinin 2004 yılında psikologlar Christopher Peterson ve Martin Seligman tarafından tanımlandığını belirtmek gerekir. Araştırmalarıyla ünlü Character Strengths and Virtues A Handbook and Classification isimli kitabı yaratmayı başardılar. Günümüzde bu eser, insan potansiyelini anlamak için bir referans noktası görevi görmektedir. Neredeyse her sesi duyarlar, her hareketi fark ederler ve her insanın yüzündeki ifadeyi işlerler. Bu da, kamusal alanda yürümenin bile onların duyularına saldırı olabileceği anlamına gelir…”. Andre Solo Herkes gibi çok hassas insanların da zayıf ve güçlü yanları vardır. Bununla birlikte, Elaine N. Aron’un 1996’da The Highly Sensitive Person adlı kitabını yayınlamasından bu yana yüksek hassasiyet konusunun giderek daha popüler hale gelmesine rağmen, günümüzde hala kabul görme eğiliminde olan bazı yanlış fikirler var. Örneğin, çok hassas insanlar mutlaka içe dönük değildir. Ayrıca, sadece kadınlarda değil, erkeklerde de yaygındır. Duyarlılıkları kırılganlıkla eş anlamlı değildir. Gerçekten de, çoğu durumda, çoğu zaman farkında bile olmadıkları güçlü yanlarını barındırırlar. Yüksek hassasiyet, bir kişiye birden fazla güç kazandırır. Bunlardan biri öz bakım kapasitesidir. Aslında, kendileri ve başkalarıyla nasıl bağlantı kuracaklarını biliyorlar. Ayrıca, gürültüyle dolu bir dünyada nasıl rahatlayacaklarını biliyorlar. Son derece hassas olan insanlar çok özel kişiliklere sahiptir. Günümüzde bu psikolojik özelliği tanımlamamıza ve anlamamıza yardımcı olacak araştırma ve çalışmalarımız var. Aslında, bu tür insanların empatik ve düşünceli olduklarını biliyoruz. Ek olarak, bunun onlar için stresli ve hatta acı verici olduğunu kanıtlayan birçok uyaran vardır. Müziğin yapısı, maruziyet süresi, bireysel farklılıklar gibi pek çok değişken olsa da Dr. Sesso ve Dr. Sicca’nın çalışması, bu alanda incelenebilecek daha pek çok şey olduğunu ve müziğin etkisini hafife almamamız gerektiğini gösteriyor. Kaynaklar Safe and Sound Meta-analyzing the Mozart effect on epilepsy / Neuroscience News Is the “Mozart Effect” Real? New Analysis Indicates That Music Can Help Epilepsy Pek çok çalışma ve pek çok farklı yaklaşım olsa da bu çalışmalardan birçoğu örneklemi küçük veya değişken kaliteye sahip araştırmalar olduğundan müziğin bu etkisi klinisyenler tarafından tereddütle yaklaşılan bir durumdu. Fakat Pisa Üniversitesi’nden Dr Gianluca Sesso ve Dr Federico Sicca, yaptıkları meta analiz sonucunda Mozart dinlemenin hem nöbet sıklığında hem de interiktal epileptiform deşarj ismi verilen anormal beyin aktivitesinde hatrı sayılır bir azalmaya yol açtığını ortaya koydu. Etki, tek bir dinleme seansından sonra gözlenebiliyor ve uzun süre devamlılığını koruyor. Bulgulara göre nöbetlerde %31-%66 arası bir oranla düşüş gözlenebiliyor. Bu oran, kişiden kişiye ve maruz kalınan müziğe göre değişkenlik gösteriyor. Ayna nöronlar ve spatio-temporal çalışma belleği bu konuyla ilişkilendirilen diğer kavramlardan bazıları. Bunun dışında müziğin subkortikal yapılarda dopaminerjik nörotransmisyonu geliştirdiği biliniyor ve dopamin transmisyonu epilepsi patofizyolojisinde de önem taşıyor gözüken faktörlerden biri. Bu bağlamda Mozart etkisinin işleyiş sistemi için incelenmeye değer bir bağlantı olduğu görülüyor. O zamandan bu yana pek çok müzik türünün Parkinson, uyku bozuklukları, demans, dikkat eksikliği gibi durumlar üzerinde faydalı etkileri olabileceğine dair çalışmalar yapıldı. Örneğin Lin ve ekibinin 2011, 2012 ve 2013’te yürüttüğü araştırmalarda hem uyku hem uyanıklık halinde müzik dinlemenin genel ve anterior fokal nöbetler üzerinde etkili olduğu öne sürüldü. Birden fazla müzik üzerine deneyler yapılmış olsa da en çok tekrarlanan ve en güçlü kanıtları Mozart’ın üzerine en çok çalışılan parçası K448 sonata sunuyor. Bu eserin ritmik yapısı ve uzun süreli ahengin büyük nöronal ağları aktive edebileceği ve antiepileptik özellik gösteren bir çeşit ritmik, tekrarlayan beyin aktivitesine yol açabileceği düşünülüyor Maguire, 2015 Yüzyıllardan beri hayatımızı çeşitli şekillerde etkilemiş olan müziğin beyinle olan ilişkisi adına yapılmış yeni bir meta analiz, bize Mozart dinlemenin epilepsi nöbetlerinin sıklığını azaltabileceğini gösteriyor. Bununla da kalmayıp epilepsi hastalarında gözlenen interiktal epileptiform deşarj isimli anormal beyin aktivitelerinde de düşüşe yol açtığını raporluyor. “Mozart Etkisi” diye isimlendirilen durum ilk kez 1993’te Rauscher ve meslektaşlarının yaptığı bir çalışmayla resmi olarak ortaya konmuştu. İlk etapta beyin fonksiyonlarındaki iyileşme Mozart’ın “Sonata for two pianos in D major K448” eserini dinlemek ile ilişkilendirilmişti. Müzik bilişsel gelişimimiz için önemli diğer becerileri de geliştirmemize yardımcı olur. Koro ve orkestra gibi müzik gruplarına katılmak çocukların arkadaş edinmelerine, sosyal becerilerinin gelişmesine yardımcı olurken aidiyet duygusunu da beraberinde getirir. Grup olarak çalışmak takım çalışması, işbirliği, başkalarının duygu ve tavırlarını fark edip ona göre cevap vermeyi gerektirir. Bunların yanı sıra müzikle ilgilenmek otokontrol gelişimi ve duygusal farkındalığın artması ile de ilişkilendiriliyor. Konser salonları müzik türü veya sevdikleri sanatçı gibi ortak ilgi alanları üzerinden birbirleriyle bağ kurup bir araya gelen çılgın hayranlarla dolup taşıyor ve pek çok kültürde müzik sosyal toplanmaların ana unsuru. Sonuç olarak, müzik insanları pek çok farklı şekillerde bir araya getirme gücüne sahip ve bilişsel gelişimimiz için de yararlı. Düzenleyen Eris İnal Çeviren Kübra Çelikbaş / Alexandria Weaver tarafından ilk kez 28 Şubat 2019 tarihinde Knowing Neuronsta yayımlanan metin NöroBlog’un Knowing Neurons’tan almış olduğu izinle Türkçeleştirilmiştir. Araştırmalar şu an için ortak bir kanıya varmış olmasa da, müzikle ilgilenmenin herhangi bir şekilde zararlı olduğunu gösteren hiçbir çalışma yok. Bu yüzden, şarkı söylemeye ya da enstrüman çalmaya devam edin. Dr. Sylvain Moreno ve meslektaşları enstrüman değil ancak okul öncesi için tasarlanmış etkileşimli bilgisayar temelli bir eğitim programı kullandılar. Çocuklar ya genel olarak dinlemeye yönelik aktivitelerden oluşan bir eğitim programına katıldılar ya da görsel-mekansal becerilere önem veren görsel sanatlar programa katıldılar. Görsel sanatlar grubundaki çocuklarla karşılaştırıldığında, müzik grubundaki çocukların sözel yetenek ve yürütücü işlevlerin kullanımını gerektiren testlerde performanslarının arttığı görüldü. Sözel yeteneklerin ve yönetici işlevlerin ikisinin de akademik başarı için önemli olduğu biliniyor. Sınıflar birçok dikkat dağıtıcı etmenle dolu olabiliyor, özellikle çok gürültülüyken. Erken yaşlarda böyle işitsel dikkat dağıtıcıları görmezden gelebilme yeteneğine sahip olmak, öğrencilerin derslerdeki sözel bilgilere odaklanmasına yardımcı olabilir ve bu sayede akademik performansı artırabilir. Herkesin bir enstrüman almaya gücü yetmez ya da her gün uzun saatler boyunca antrenman yapacak vakti yoktur. Peki, bu durumda başka ne yapılabilir? Dr. Vesa Putkinen ve meslektaşları çocukların şarkı söylemek gibi evlerinde gerçekleştirebilecekleri, profesyonel olmayan müzik aktiviteleri ile dikkat ve ayırt etme gibi işitsel yetenekleri arasındaki ilişkiyi anlamak için korelasyonel bir çalışma yürüttüler. Çocukların evde müzikle ilgili aktivitelere harcadıkları zaman arttıkça, deneyler sırasında değişik sesler yüzünden dikkatlerinin dağılma ihtimalinin azaldığını gördüler. Bu sonuçlar üzerine, Dr. Vesa Putkinen ve meslektaşları çocukluğun erken dönemlerinde profesyonel olmasa da müzikle ilgilenmenin önemli işitsel fonksiyonların gelişmesi için yararlı olabileceğini öne sürdüler. Uzun lafın kısası, araştırmalara göre genel olarak cevap, “Evet.” Pek çok araştırma müzik eğitimi ve akademik performans arasında pozitif bir ilişki bulmasına rağmen bunun kesin nedeni hala tartışma konusu. Bazı çalışmalar akademik performanstaki iyileşmeyi müzik eğitimi sonucu yürütücü işlevlerin gelişmesine bağlıyor. Bazıları ise müzik eğitiminin özgüven, motivasyon ve stresle baş edebilme gibi özellikleri geliştirerek akademik başarıya yardımcı olduğunu söylüyor. Bu aktivitelere devam eden çocukların beyinlerini 2 yıl sonra incelediklerinde, orkestradaki çocukların işitsel beceri gerektiren testlerde daha iyi performans gösterdiklerini ve beyinlerinin işitme ile ilgili bölgelerinde spor yapan ve hiçbir aktivite yapmayan diğer çocuklara göre farklılıklar olduğunu gözlemlediler. Ayrıca yürütücü işlevlerin kullanımını ölçen bir testte orkestradaki çocuklarda nöron aktivasyonun diğer çocuklara kıyasla daha güçlü olduğunu gördüler. Spor yapan grupla karşılaştırdıklarında beyindeki fark sadece işitme ile ilgili alanlarda olsa da, bu araştırma işitme ile ilgili bölgelerde meydana gelen bu farklılığın daha önceden var olmadığını, müzik eğitimi sayesinde ortaya çıktığını kanıtlamış oldu. Bu halen devam eden bir çalışma olduğu için 4 yıllık bir eğitimin getireceği sonuçlar bizlere şaşırtıcı bilgiler verebilir. Müzik eğitiminin yararlı olup olmadığını görebilmemiz için en ideal deney tasarımı müzisyen olmayan insanları rastgele iki gruba ayırarak bir grubun müzik eğitimi almasını sağlarken diğer gruba bunu uygulamamak olur. Bu tasarım, eğitimden önce ve eğitim devam ederken birkaç yıl arayla, yürütücü işlev testlerindeki performansları grup içi ve gruplar arasında karşılaştırmamıza olanak tanır. Böyle uzlamsal çalışmanın bir örneği geçtiğimiz günlerde Dr. Assal Habibi ve meslektaşları tarafından Los Angeles’ta gerçekleştirildi. Venezuela’da hayata geçirilen El Sistema adlı programı örnek alarak bir gençlik orkestrası kurdular. Çalışmalarında orkestraya katılan çocukları, spor yapan çocukların yanı sıra hiçbir aktivitede bulunmayan çocuklarla karşılaştırdılar. Müzik araştırmalarının çoğu, müzik öğreniminin bilişsel fonksiyonlarda farklılık yaratıp yaratmadığını araştırmak için kesitsel araştırma yöntemini kullanıyor. Bu nedenle bir enstrüman çalmanın mı yürütücü işlevlerle ilgili bölgeleri geliştirdiği yoksa bu bölgelerde zaten var olan farklıların mı bireyleri enstrüman çalmaya yönelttiği kesin olarak bilinemiyor. Sonuç olarak, müzik eğitiminin bilişsel fonksiyonları önemli ölçüde etkileyip etkilemediğiyle ilgili pek çok karışık bulgu ve tartışma var. Bir enstrüman çalmanın bilişsel işlevleri geliştirdiğine inanılıyor çünkü sürekli alıştırma yapmak bilişsel bölgelerin yoğun bir şekilde çalışmasını ve böylelikle güçlenmesini sağlıyor. Yürütücü işlevlerimiz dikkat dağıtan uyaranları engelleyerek, bilgiyi akılda tutma ve düzenleme, problem çözme, farklı bakış açıları arasında geçiş yapabilme ve duygularımızı düzenleme esnasında odaklanmamıza yardımcı olur. Yürütücü işlevler üç ana kısımdan oluşur çalışma belleği, bilişsel esneklik ve engelleyici kontrol. Bu işlevler içinde yaşadığımız dünyada yönümüzü bulmamıza yardım ederken edindiğimiz bilgileri verimli bir şekilde işleyebilmemiz için çok önemli. Ayrıca bir enstrüman çalmak beynimizin bazı bölgelerinin yapısını değiştirebilir gibi görünüyor. Araştırmacıların söylediklerine göre müzisyenlerin beyinlerinin hareket etme, işitme ve görsel-uzamsal yeteneklerle ilgili bölgeleri diğer insanlardan yapısal olarak farklı ve müzisyenler yürütücü işlevlerin kullanımını gerektiren testlerde diğer insanlara kıyasla daha iyi performans gösteriyorlar. Müzik pek çok alanda kullanıyor, peki ama ne kadar etkili? Geçtiğimiz yıllarda, bilim insanları müziğin bilişsel kabiliyetlerimizi geliştirme potansiyelini araştırmaya başladılar. Maalesef, Mozart’ın sonatlarını dinlemek sizi daha zeki yapmaz; ancak ruh halinizi değiştirerek sınav performansınız üzerinde diğer günlere nazaran hafif bir etki yaratabilir. En sevdiğiniz şarkıyı dinlediğinizi hayal edin. Size nasıl hissettirdiğini ve seslerin kendileriyle birlikte getirdiği anı selini. Müzik, anıları ve hisleri harekete geçirme becerisiyle oldukça iyi bilinmekle birlikte, terapilerde iyileştirme amaçlı kullanımının da dahil olduğu öğretme, öğrenme, kutlama, bağ kurma ve duyguları ifade etme gibi daha pek çok kullanım alanına sahip. Baba figürü veya babalık rolü, genellikle kabul edilebilir davranış kurallarını belirler. Baba, anne ve çocuk arasındaki simbiyoz ilişkiyi düzenleyen üçüncü figürdür. Böylece çocuğu, yalnızca annenin evreniyle sınırlı olmaktan “kurtarmış” olur. Bugünlerde toplum babanın rolünü daha az değerli görüyor. Babanın olmayışı veya rolünü zayıf bir biçimde oynaması, çocukla olan sınırını belirlemesinde zorluklar yaşamasına neden olabilir. Bu tür babaların çocukları genellikle sınırlarını bilemez. Aile birimindeki en önemli rol anne ve babaya aittir. Önce çift, sonra da ebeveyn görevini üstlenirler. Tüm roller aslında birbiriyle ilişki içindedir. İdeal anne rolü, çocuğuyla ilgilenen, ona sevgi ve hassasiyet gösteren, duygusal destek sunan “besleyici annedir”. Ancak bazı anneler, çocuklarını sevgi objesine dönüştürebilir. Babayı göz ardı eder veya küçümser, çocukları ile sahiplenici ve fazla korumacı bağlar kurar. Ayrıca, çocukları ile hiçbir bağ kuramayan anneler de vardır. Her iki durumun duygusal etkileri benzer şekilde yıkıcıdır. Çocuklar, anne babalarını cinsel aktivitede bulunurken görmemelidir. Bu deneyim onlar için son derece karmaşık olabilir. Çocuğun yaşına ve cinsel anlamda ne kadar bilgili olduğuna bağlı olarak, bu durum onu korkutabilir veya üzebilir. Bu durumun sonuçları çeşitlidir; ancak çoğu zaman çocuğun normal gelişimine müdahale edilmiş olur. Ancak gerçek hayatta bu roller her zaman bu şekilde karşımıza çıkmıyor. Eğer ebeveynler kendi rollerinden çıkarsa ve çocuklarıyla olan sınırlarını kaybederlerse, bu durumun sonuçları ciddi olabilir. Genelde, anne baba arasındaki problemlere şahit olan çocuklar suçlu ve endişeli hisseder. Bu durumun sonuçlarının ne kadar ciddi olacağı, problemin yoğunluğuna bağlıdır. Her durumda anne veya baba, dışa yansıyan problemler nedeniyle otoritelerinin bir bölümünü kaybeder. Ailedeki diğer roller ise kardeşlik ve evlat rolüdür. İlki, kardeşler arasındaki bağa işaret eder ve grup üyelerinin birbiriyle yardımlaşmasını amaçlar. İkincisi ise, çocukların ebeveynleriyle kurdukları bağla ilgilidir; hiyerarşiye saygı ve otoritenin içselleştirilmesi açısından önemlidir. Sonrasında ise anne ve baba rolleri karşımıza çıkar. Bu rollerin tanımı, daha çok kültürel ortama bağlı olarak değişkenlik gösterir. Ancak her kültürde ortak olan özellikler şunlardır Annelik, temel olarak duygusallıkla ilişkilendirilir. Anneliğin işlevi, çocuğa koruma ve destek sağlamaktır. Babalık rolü ise bu ikisinin arasında durur. Anne ve çocuğun arasındaki sınırı genişletir ve izin verilen şeyleri belirler. Rollerin tanımı ve aile içindeki işleyişi, aile üyelerinin ruhsal sağlığı için oldukça önemlidir. Net ve sağlıklı bağlar oluşturmak için adeta zorunludur. Ancak günümüzde bunu başarmak o kadar da kolay değil. Bunun sonucunda ise hiyerarşinin, otorite figürlerinin ve sınırların net olmadığı bir tablo karşımıza çıkıyor. Aile rolleri içinde en temel ve önemli rol karı kocaya aittir. Karı koca rolü, zaman içinde kafa karıştırıcı bir hale gelebilir. Söz konusu çift, bu rolleri meydana getirir; cinsellik, aile kararları, eşler arasındaki duygusal bağ gibi çocukların dahil olmadığı alanları kapsar. Aile üyelerinin toplumun geri kalanıyla ilişki kurma şekli, birbirleriyle olan ilişkilerini de belirler. Her aile kendine ait belli kurallara, farklı “doğru” ve “yanlış” tanımlamalarına sahiptir. Aile üyeleri fikirlerini genelde eylemleriyle gösterir. Her aile üyesinin ne yapması gerektiğiyle ilgili belirli bir görüş bulunur. İşte aile içindeki roller bu şekilde tanımlanır. Üremeyle ilgili birçok bilimsel gelişme yaşansa da, değişmeyen şey annesiz ve babasız bir bebeğin dünyaya gelemeyişidir. Ailesi ona bakabilirse ancak bir bebek hayatta kalabilir. Bu tablo, aile içindeki rolleri belirler ve yenidoğanın psikolojik gelişiminde oldukça önemlidir. Aile, organize bir sistemdir ve toplumun çekirdeğidir. Bir başka deyişle, kuralları, değerleri ve belli davranış özellikleri olan bir topluluktur. Aile içinde hiyerarşik bir düzen, ve bu düzenin içinde de roller bulunur. Aile içindeki roller son derece önemlidir ve bu rollerin toplumda farklı yansımaları bulunur. İlişkiler zaman içinde ilmek ilmek kurulur. Büyük bir özenle ve elinizdeki imkanları en iyi şekilde kullanarak ilişkinizi ortak bir çabayla yapılandırmanız gerekir. Bu şekilde sağlam, güzel ve kalıcı bir ilişkiniz olabilir. Bazen kendinizi içinde bulduğunuz durumlar partnerinizin gerçek yüzünü görmenize vesile olabilir. Bir hastalık, hukuki bir mevzu gibi… Partnerinizin bu tarz güçlükler karşısında nasıl davrandığını görmek ona olan bakışınızı değiştirebilir. Sonuç olarak, bazen birbirini seven iki insan neden ayrılır sorusuna bir cevap bulmak zordur. Ancak, bu yazımızdan da anlayabileceğiniz üzere aşk bir ilişkiyi sürdürmeye tek başına yetmez. İlişkinizi bir fanusun içinde yaşamıyorsunuz. Bu yüzden de hayatınızdaki olaylar ve koşullardan etkilenmesi de çok normal. Hatta aileler konusunda özellikle ebeveynler önemli bir dış faktör olabiliyor. Bazen ebeveyn-çocuk ilişkisi öyle güçlü olur ki partnerinizle olan ilişkinizin arasına girebilir. İletişim kurmak ilişkilerde son derece önemlidir. Dinlemeyi bilmek, kendini dinlettirmek, aşırı duygusal davranmadan fikir ayrılıklarını tartışabilmek ve bazen kendinizden ödün vermek her ilişkinin temel taşlarını oluşturur. Bu yüzden, birbirini seven iki insan neden ayrılır sorusunun cevaplarından biri de iletişimsizliktir. Çiftlerin ayrılma sebepleri arasında en yaygın olanlardan biri de taraflardan birinin yeteri kadar değer görmediğini hissetmesidir. Bu durumda ilişki artık somut bir şekilde kötü gitmeye başlar. Eğer uzun süredir biriyle beraberseniz karşınızdakini cepte görebilirsiniz. Eylemlerini, çabalarını, küçük jestlerini, değerli özelliklerini, her şeyini… Elbette partneriniz sizi devamlı övme ihtiyacı hissetmemeli ama onaylanmak ve takdir görmek sağlıklı bir ilişkide çok önemli konulardır. Birini anlamak demek kendinizi onun yerine koyabilmek ve kendinizin dışındaki gerçekliği de algılayabilmek demektir. Bu temel ve gerekli bir şey olsa da romantik partneriniz söz konusu olduğunda son derece zor gelir. Bazen aşk nasıl anlayacağını bilmez, hatta anlamak bile istemez. Biriyle ilişkinizi sürdürmeyi seçmek için birçok sebebiniz olabilir; tutku, tensel çekim, arkadaşlık, ortaklık ve kimyanızın tutması gibi. Ancak yine de aranızda kapanmayan bir boşluk, bitmeyen bir dert kaynağı varmış gibi gelir. Hayattaki planlarınızın farklı olması hayalinizdeki mükemmel ilişkinin önünde engel oluşturabilir. Belki sizin için işiniz her şeyinizdir. Gelecekteki tüm planlarınızı kariyerinizin etrafına kurmuşsunuzdur. Partnerinizin odağı ise çocuk yapmaktır. Bu durumda profesyonel tutkunuza sizin kadar heyecan duymaz. İnsanların neden bir arada kaldığını ya da ayrıldığını anlamak için John Gottman’ın klasiklerinden birine bakabiliriz. Son 40 yıldır Gottman ile Robert Levenson çiftlerle terapi, söyleşi, anket yaparak ve zaman içinde onları izleyerek ilişki dinamiklerini araştırdı. Uzun ve mutlu bir ilişki Rubik Küpü çözmek kadar karmaşık gelse de aslında düşündüğünüzden daha basittir. Birbirini seven iki insanın ayrılmak istemesine sebep olan temel faktörleri anlamak ilişkinizi de anlamanıza yardımcı olabilir. Françoise Sagan birini sevmenin onunla olmayı istemek değil, onu ve onun gerçekliğini anlamak olduğunu söylemiş. Belki de sevdiği kişiden ayrılan insanlar da bu yüzden vazgeçmeyi başarabiliyordur. Bazen birinin gitmesine izin vermek, onun kendisi olmasını ve sonsuz bir mutsuzluğun içinde kaybolmamasını sağlamanın tek yoludur. Muhtemelen hayatınızın büyük bir kısmını özellikle de gençliğinizi aşkın her şeyi affettiğine inanarak geçirdiniz. Ancak yaş aldıkça ve hayat deneyimi kazandıkça aşkın her şeyi affetmediğinin farkına varmanız kaçınılmazdır. Maalesef mutlu bir ilişkinin anahtarı sadece aşk değildir. Birbirini seven iki insan ilişkilerini sonlandırmadan önce birkaç kez ayrılıp barışmış olabilir. “Bu böyle yürümüyor, birbirimize biraz zaman tanıyalım.” ile “Haydi tekrar deneyelim. Bu sefer becereceğiz.” tarzında düşünceler döner. Ne yazık ki hiçbir şey işe yaramaz. Bir ilişki bitmeye yüz tuttuğunda aşk sadece acı verir. İlişkiyi canlı tutmak için göze aldığınız şeyler yaranızı daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramaz. Bir ilişkinin yürümesi için aşktan daha fazlası gerekir. Birini sevmeniz, mutlu olacağınız ve günlük problemlerinizi daha kolay çözeceğiniz anlamına gelmez. Hatta bazı insanlar birbirini sevmesine rağmen ayrılabilir. Birbirini seven iki insan neden ayrılır? Bu her an her yerde yaşanan bir durumdur. Belki sizin de başınızdan böyle bir şey geçti ve sevdiğiniz birinden ayrılmak zorunda kaldınız. Bu ayrılıkların perde arkasında geçimsizlik, iletişim problemleri ya da ilişkinin heyecanını yitirmekten çok daha fazlası olabilir. Her halükarda, aşk söz konusu olduğunda belirlenmiş bir formül yoktur. Bununla birlikte, bazı özellikler evrenseldir ve çoğu insanda görülür. Böylece genel çözümler mevcuttur diyebiliriz. Neden aşık olduğunuzu ya da sizi neden terk ettiklerini bilmiyor olabilirsiniz. Öte yandan, ayrılığı açıklamanıza ve bunu sürdürmenize yardımcı olacak mantıklı hipotezler oluşturabilirsiniz. Psikolog Marcelo Ceberio Her durumda, kaçınmanız gereken şey az çok aynıdır, özellikle de sizi oyunda tutan ve değişim yaratmayan etkileşimler. Geride kalan kişi, diğer kişiyi özgür kılmak için takiplerine son vermelidir. Kendilerini özgür kılmanın tek yolu da budur. Üzüntü, kayıp ve yalnızlıkla nasıl baş edeceğinizi bilmelisiniz. Bu, sadece öz güveninizi artırmak ve sizi güçlendirmekle kalmayacak, aynı zamanda daha güçlü hissetmenizi de sağlayacaktır. Böylece eylemleriniz daha tutarlı olacaktır. Bu kişinin bir tür yanlış beklentiler yarattığının farkında olmalısınız. Bir şekilde bir şansınız olduğuna sizi inandırıyor mu? Örneğin, “hayır” yerine “belki” mi diyor? Büyük ihtimalle bir şeyleri değiştirmeye söz verdiğiniz durumda, üzüntünüzden ve size dönmeleri için yalvarmanızdan ileri gelmektedir. Bunun sadece kafa karışıklığına yol açtığını ve oyunu daha da karmaşık hale getirdiğini unutmayın. Kayıp kişinin hayaleti günlük hayatınıza yerleştiği zaman, hayatınızın bir parçası haline gelir. Bu nedenle, onları aklınızdan çıkarmak aslında oldukça zordur. Artık konu sadece onlarla ilgili değil, kurduğunuz modus operandi ile ilgilidir. Sizi devam ettiren araştırmanın heyecanıdır. Böylece onların hayaletleri ailenizin bir parçası olur. Ayrılıktan sonra unutmaya çalıştığınız kişinin sisteminin bir üyesi daha. Bu duygusal bagajı hafifletmenin bir yolu, kaybettiğiniz kişinin hayaletiyle kurduğunuz hastalıklı oyunu mümkünse anlayıp kabul etmektir, özellikle de diğer kişi de bunun bir parçasıysa ve henüz sınırları belirlemediyseniz. Eski partnere takıntılı bir biçimde odaklanmak, ayrılık sonrası o kişiyi unutmaya çalışan insanı engeller. Başkasını beğenmesinin ve yeni bir ilişkiye başlamasının önüne geçer. O an dünyada kaybedilen kişiden başka bir insan yoktur. Bazen, bu takıntılı tipteki kişi, WhatsApp, aramalar, e-postalar yoluyla veya hatta onları takip ederek eski sevgililerini kovalamaya başlayabilir. Eski sevgililerinin her hareketini sürekli takip eden bir tür dedektife dönüşür. Arzu nesnesinin yaptığı her şeyden haberdar olur ve hatta davranışları ve duyguları hakkında hipotezler geliştirir. Bu, hem kovalayan hem de kovalanan kişi için oldukça tatsız bir durumdur. Bunun nedeni, bunlardan yalnızca birinin bağımlı olması, diğerinin ise özgür olmak ve kendi alanlarının tadını çıkarmak istemesidir. Eski sevgilinizin hayaleti, her anınızda mevcut olana kadar tekrar tekrar belirir. Böylece, dikkatinizin çoğunu ona verirsiniz ve faaliyet dünyanız gerçekten küçülür. Dahası, müdahaleci düşünceleriniz boğucu hale gelir. Ayrılık sonrası eski sevgilisini unutamayan kişi; stresli, sıkıntılı ve anksiyeteli bir hale gelir. Düşünceleri tekrarlıdır ve kompülsif bir biçimde sigara içme ya da panik ya da anksiyete sorunları gibi yıkıcı davranışlara neden olur. Tüm bunlar kişinin öz saygısını düşürür. Gördüğünüz gibi, arkadaşlarınız ve aileniz hafızanızı harekete geçirir, ancak elbette hafızanızın sessiz kalmasını tercih edersiniz. Öyle ya da daha kötüsü, sinirlenirsiniz ve kendinizi onların yüzünüze vurduğu şeylere karşı savunursunuz. Bu nedenle, anılarınızdan gelen gerilimi üzerinizden atmak için yeni arkadaşlıklar arayışına girebilirsiniz. Bunu yapmanızın nedeni eski sevgilinizin anısını canlı ve taze tutmasıdır. Yakalanma bağlantısı irrasyoneldir. Başka bir deyişle, hiçbir mantığı yoktur. Ayrılık, en tutarlı kararlarınızdan biri olmasına rağmen, kaybedilen kişi düşüncelerinizde kalır. Öyle ki, duygularınız hakkında konuşamazsınız bile. En azından çevrenizdekilere konuşamazsınız. Çünkü, sizi seven insanlar, eski sevgilinizin size ne kadar kötü hissettirdiğini size hatırlatmanın onların üstüne bir vazife olduğunu düşünür. O ilişkide ne kadar acı çektiğinizi size hatırlar. Elbette onları susturmayı tercih edersiniz. Her şeyden önce, kimsenin bir başkasını tam olarak sevmediğini hesaba katmalısınız. Çoğu insan bunu değerlerine, inançlarına, zevklerine vb. göre parçalar halinde yapar. Bu, bir kişiyi bir ilişkiye sokan şeylerin bir toplamasıdır. Ayrılıktan sonra birini unutmak zordur, fakat yaptıklarından sonra bir insanı sevmeye nasıl devam edebilirsiniz! Kararsızlık Bunun nedeni eski sevgilinizin sizi manipüle etmesi olabilir. Çoğu kişi ilişki bağımlılığı yaşar. Bazen başkalarını suçluluk ve güç oyunları yoluyla kendilerine katılmaya teşvik eder, onları kendi bölgelerinin bir parçası olarak görüp üstünde hak iddia kararsız insanlar, yeni bir ilişki içinde olmalarına rağmen, ayrıldıkları kişide beklentiler melankoli yaşadıkları için vedalaşamayanlar vardır. Zaman geçtikçe ayrılıkla baş yerine, diğerleri mutlu olmaya ve hızlı bir şekilde kompülsif buluşmalara, ara sıra aşklara ve estetik değişikliklere girmeye çalışır, ancak bir süre sonra kaybettikleri aşk için özlem duyarlar. Ayrılıktan sonra birini unutamayan ve onu geri kazanmaya çalışmak için terapiye giden bir kişi başarısızlığa mahkumdur. Elbette, insani kararsızlıklar söz konusu olduğunda mantıklı olmak imkansızdır. Giden kişinin idealleştirilmesi, o kişiden ayrılmayı çok zorlaştıran birçok şeyden biridir. Bunun nedeni, insanların ayrılmalarına neden olan olumsuz şeyleri unutmaya meyilli olmalarıdır. Başka bir deyişle, sadece birlikte geçirdikleri güzel zamanları hatırlarlar. Üstelik erdemlerini yüceltirler ve onları mükemmel bir varlığa dönüştürürler. Maalesef zaman geçtikçe bu idealleştirmeler daha da güçlenir ve tüm bunlar böyle bir insanla birlikte olmamayı dayanılmaz hale getirir. Bu tür bir durum yüzünden danışma rica eden bir kişi, genellikle çaresizdir. Pek çoğu bunun nedeninin eski sevgiliyi nasıl unutacağını bilmiyor olmasıdır. Bu noktada soru şudur Bir insan, sürekli her yerde var olan bir hayaletle yaşayabilir mi? Bazı insanlar onların peşini bırakmayan bu konu hakkında devamlı düşünmeyi bırakma amacıyla bu seanslara katılır. Benzer şekilde diğerleri de eski partnerlerini atlatmak adına bir formül arayışıyla psikolojik yardım ister. Hatta belki eski sevgilisi geri gelsin diye çeşitli ezoterik metotlar deneyerek mumlar bile yakar. Tabii ki hiçbiri işe yaramaz. Pek çok aşk hikayesi, terapilerden geçmiştir. Hayat devam eder ve insanlar farklı duygulardan geçerken çelişmek kaçınılmaz hale gelir. Aşk konusunda, iki taraf da en asil duyguları ve en sefil tutkuları açığa vurur. Aynı zamanda bir insanın eski sevgilisine hala bağlı olmasının pek çok sebebi olabilir. Bu tamamen aşkla ilgili değildir Bu çok açıktır. Bunun nedeni bir insana aşık olmakla; ona takılı kalmak, ona hapsolmak ya da onda sıkışıp kalmak farklı şeylerdir. Yanınızda olmalarını istemeye devam edersiniz. Bunun nedeni, birlikte yaptığınız şeylerin anısına değer vermenizdir. Ayrıca, ikinizin de paylaştığı hassas anları özlediğiniz içindir. Evet, kötü zamanların hatırası sizi hala rahatsız etse bile. Hepsinden kötüsü, bu duyguları arkadaşlarınızla paylaşamazsınız çünkü duymaktan çoktan sıkılmışlardır. Ayrıca, muhtemelen eski sevgilinizden nefret ediyorlardır. O zaman, bu kadar çok sevdiğiniz birini nasıl atlatacaksınız? Ayrılıktan sonra birini unutamamak yatakta depresif bir şekilde yatıp delice ağlamak demek değildir. Muhtemelen hayatınıza devam edersiniz, aynı şekilde eski sevgiliniz de eder. İkiniz de işinize gider, etkinliklere katılırsınız. Genelde hayatınıza normal devam edersiniz. Belki de başka flörtleriniz olur ve her şey iyi görünse de eski sevgilinize dair anılar bir türlü gitmek bilmez. Çünkü o anılar özeldir ve onları öylece unutamazsınız. İkinizin de yeni romantik partneri olsa da o kişiyi yanınızda hissetmeyi özlersiniz. En derin sessizliklerinizde onların adı aklınıza gelir. Belki de yokluklarını en çok gece hissedersiniz, bir daha asla birlikte olamayacağınızı bilseniz de. Şimdiki zamanda yaşamak zor görünebilir, ancak yalnızca geçmişin zincirlerini kırmanız ve gelecekte neler olabileceğini tahmin etmeyi bırakmanız gerekir. Bugününüz üzerinde çalışın. Bu şekilde geçmiş sadece güzel anılardan oluşacak ve gelecek eninde sonunda seyahat ettiğiniz yol olacaktır. Hayatınızı daha iyi hale getirmek için değişiklik yapmanız gerekiyorsa, daha fazla beklemeyin. Onları şimdi yapın. Sadece yürümeye başlayarak yolunuzu bulacaksınız. Geçmişte yaşıyorsanız, bunu değiştirmek için hiçbir şey yapamayacağınızı bilmelisiniz. Öte yandan, yalnızca geleceği önemsiyorsanız, şimdi, bu anda değişiklik yapmazsanız, onu iyileştirmek için hiçbir şey yapamazsınız. Bu nedenle, geçmişinizle barış içinde yaşamak ve daha iyi bir geleceğe sahip olmak istiyorsanız, bugün sahip olduğunuz gerçeği kabul edin. Eğer şu anda yaşamıyorsanız, hayatınızdan vazgeçiyorsunuz, yaratma yeteneğinizi veto ediyorsunuz ve kendi duygusal iyiliğiniz için hayatınızı şekillendirme fırsatının sadece sizin elinizde olduğunu unutuyorsunuz. Kendinizi geçmişten kurtarın ve şimdi yaşamaya başlayın. Geçmişte yaşamanın ya da sürekli geleceği düşünmenin en kötü yanı, içsel gücünüzden vazgeçiyor olmanızdır. “Gelecek bize eziyet eder, geçmiş bizi tutar, bu yüzden şimdiki zaman bizden kaçar.” Gustave Flaubert Bazı insanlar ya sürekli olarak geriye baktıklarından ya da geleceğe bakmayı bırakmadıkları için derin bir kaygı yaşarlar. Ancak, şimdiki zamanda yaşamakta zorlanabilmenizin en büyük nedeni, düşünmeyi bırakmamanızdır. Aslında, sürekli kendi kendinize konuşursunuz. Aslında, düşünceleriniz dışında bir şeyi dinlemeniz zordur. Sonuç olarak, gerçeklikle bağlantı kurmayı unutursunuz. Hikayeler yaratmayı, anlatmayı ve başkalarının hikayeleriyle karşılaştırabilmek için onları dinlemeyi seversiniz. Bu kötü bir şey değildir. Sonuçta, hayatın kendisi bir hikayeler koleksiyonudur. Ancak sorun, her şey hakkında hikaye oluşturma ihtiyacı hissettiğinizde başlar ve kafanız karışır. Gerçeklik bir kavram değildir, gerçeklik şimdidir. Bunu anladığınızda huzuru bulacaksınız. Şimdiyi yaşadığınızda geçmişinizle barışırsınız ve geleceğinizi kontrol etmeye çalışmazsınız. Aslında, bazı şeyleri kabul etmeye başlarsınız. Hayatı, olmasını istediğiniz gibi değil, olduğu gibi kabul etmeye başlarsınız. Bir şeyleri kabul ettiğinizde, her şeyi olduğu gibi anlarsınız. Geçmişte yaptığınız hatalar için kendinizi affedebilirsiniz. Ayrıca, olması gerekenin olacağını bilerek kalbinizde huzur bulabilirsiniz. Şimdiki zamanda yaşamak, fiziksel sağlığınızın yanı sıra duygusal sağlığınızı da iyileştirmenize yardımcı olacaktır. Şimdiki zamanda yaşamamak sizi kötü etkiler. Aslında, gerçek dışı yaşamaktan kaynaklanan zihinsel stres ve endişe, fiziksel ve duygusal sağlığınız üzerinde olumsuz bir etkiye sahip olacaktır. Eğer şimdiki zamanda yaşamıyorsanız, hayal dünyasında yaşıyorsunuz demektir. Örneğin, olacağından emin bile olmadığınız şeyler hakkında kaç kez endişelendiniz ve kendinizi kötü hissettiniz? Ne kadar zaman önce olmuş olabileceğine bakılmaksızın, yaptığınız hatalar için kaç kez kendinizi suçladınız? Bunu çok fazla yaptığınızı fark ederseniz, bunun nedeni muhtemelen geçmiş ve gelecek dünyalarda kapana kısılmış olmanızdır. Şimdiki anda yaşamak için, bilinciniz şimdi ve burada merkezlenmelidir. Bu sayede gelecek için endişe duymazsınız ve olumsuz duygular geçmişinizden dolayı ilerlemenize engel olmaz. Aslında, anda yaşamak, şu anda hayatınızı yaşadığınız anlamına gelir. Geçmiş ve gelecek yanılsama gibidir, sadece zihninizde var olurlar. Ancak geçmiş artık yoktur ve gelecek henüz yaratılmamıştır. Gerçekte, sadece bir kavram olduğu için yarın asla gelmez. Önemli olan şimdidir, tam da bu an içinde bulunduğumuz zamandır. “Geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki ayrım, yalnızca inatla kalıcı bir yanılsamadır.” Albert Einstein Geçmişin hataları üzerine çok fazla düşünürsek değişeceklermiş gibi onlara tutunma eğilimindeyiz. Ancak gerçekte mutluluğun sırrı burada ve şimdidedir. Bazı insanlar geçmişe odaklanma eğilimindedir. Ancak bu onların daha iyi bir geleceğe doğru ilerlemelerini engeller. Kuşkusuz geçmiş acı verebilir ama ne kadar isteseniz de geçmişi değiştiremezsiniz. Bu nedenle, şimdinin gücünün tadını çıkarmak ve şimdiki zamanda yaşamak, mutluluğu bulmanın anahtarıdır. Çünkü emin olun ki içinde yaşadığınız o rahat hayat bir gün bitecek ve hayat ile baş başa kalacaksınız. İşte o zaman hayata karşı, ya geçmişte kazandıklarınız sayesinde “iyi ki yapmışım, çalışmışım” diyecek ve o zorluğun üstesinden geleceksiniz ya da “keşke yapsaymışım” diyecek ve bazı şeyleri toparlamaya çalışacaksınız. Ancak unutmayın ki o noktaya geldiğinizde bazı durumları toparlamak için iş işten geçmiş olacaktır. Bu yüzden şuandaki mevcut zamanınızda kendiniz için faydalı eylemlerde bulunun ve geleceğinizde bu faydalı eylemlerinizin meyvesini yiyeceğinizi unutmayın… Elinizdeki mevcut zamanınızı daima sizlere fayda sağlayacak şekilde değerlendirmeniz yönünde olacaktır. Sakın ola ki “Benim önümde daha çok uzun zaman var.” deyip kendinizi rehavete kaptırmayın. Sürekli olaraktan, sizlere fayda sağlayacak olan sorunlara odaklanın. Size fayda sağlamayan sorunları çıkarıp yerine size fayda sağlayacak olan sorunları koyarsanız, aldığınız sonuçlar değişeceği için hayatınıza değişim ve gelişim çok hızlı bir şekilde girecektir. Hayatınıza gelişim ve değişim girmeye başladıkça ise “Eskiden zamanımı ne kadar boşa harcamışım!” diye kendi kendinize sitem etmeye bile başlarsınız. Gelişimin en güzel yanı da budur zaten. Öyle ki hayatınız içerisinde, mücadele ettiğiniz sorunların sonuçları, sizlere hiçbir fayda sağlamıyorsa o sorunlar, büyük ihtimalle sadece sizin zamanınızı çalıyor ve sizlere zarar veriyordur. Bu durumda, size fayda sağlamayacak sorunları hayatınızdan çıkarmalı ve yerine hayatınıza fayda sağlayacak olan sorunları koymalısınız. Mesela, hayatınız içerisindeki en büyük sorununuz LOL’de en yüksek rütbeli konuma gelmek veya Netflix’teki tüm dizileri izlemekse bu sorunlarınızın yerine, “Yeni bir dil öğrenme” sorununu koyabilirsiniz. Hayat içerisinde, farkında olunulması gereken en önemli gerçeklerden bir tanesi; sorunların bitmeyeceği gerçeğidir. Nitekim hayat içerisinde daima sorunlar vardır ve sizin de daima sorunlarınız olacaktır. Bu hayatın bir yasasıdır. Ancak burada odaklanmanız gereken nokta; hayat içerisinde daima sorunlarınızın var olması değil, var olan ve var olacak olan sorunların sizlere ne katıp katmayacağıdır. Nitekim sizler şuandaki rahat hayatınızda, elinizdeki mevcut zamanınızı sizlere kazandıracak olan eylemlere endekslerseniz, ileride karşılaşacağınız “hayata girme” krizini çok rahat bir şekilde atlatırsınız ve diğer insanlar bedellerini yeni ödemeye başlarken siz ödediğiniz bedellerin meyvesini yersiniz. Ancak şuan ki yaşadığınız o rahat ortamın sonsuza kadar devam edeceğini düşünür ve hayatınızın büyük bölümünü sizlere fayda sağlayacak olan eylemlere değil de, eğlendiğiniz aktivitelere ayırırsanız o zaman “Keşke zamanında şu işi yapsaymışım, çalışsaymışım, elimde onca da zaman vardı.” diyenlerden olursunuz. Burada bazılarınızın aklına şu soru gelmiş olabilir; “Hayatımı sadece gelecek üzerine mi endeksliyim? Şu anımda hiç mi eğlen miyim?” Bu soruyu cevaplamak üzere şunu diyebilirim; Benim burada anlatmak istediğim olay; Hayatınızın büyük bölümünü sizlere fayda sağlayacak eylemler üzerine endekslemeniz, geri kalan zamanınızda eğlendiğiniz aktivitelere zamanınızı ayırmanızdır. Bu doğrultuda, Instagram storilerinizde Netflix’ten bir dizi fotoğrafı paylaşıp “Agaaa bitiyorum bu filme yhaaa” demeden önce yaptığınız eylemi bir sorgulayın ve kendinize deyin ki “Bu eylemi yapmak bana ne katacak?” Eğer cevabınız olumlu yönde ise o zaman yaptığınız eylem ile gurur duyabilir ve onu diğer insanlarla paylaşabilirsiniz. Ancak yaptığınız eylem size bir fayda sağlamıyor ise o zaman o eylemi insanlarla paylaşmaktan vazgeçin; çünkü muhtemeldir ki o eylemi dışarıdaki binlerce kişi de yapabilmektedir. Bu övünülecek bir durum değildir! Boş işleri gerçekleştirmesi çok kolaydır ve kesinlikle övünülecek şeyler değildir. Çünkü boş işleri gerçekleştirmek herhangi bir mücadele gerektirmez. Mesela LOL oyununu günde 20 saat boyunca herkes oynayabilir, herkes çok rahat bir şekilde alkol içebilir, herkes gününün yarısını Netflix’te film izleyerek geçirebilir. Evet bu vb. Eylemleri herkes çok rahat bir şekilde gerçekleştirebilir. Nitekim bu tarz eylemler mücadele gerektirmez ve insan nefsine çok hoş gelir. Beyniniz bu tarz eylemleri gerçekleştirirken dopamin hormonu salgılar. Ancak bu eylemlerin tam tersi olan hedef belirleme, plan yapma, çalışma gibi eylemleri birçok insan gerçekleştiremez. Çünkü bu tarz eylemleri yapmak insan nefsine zor gelir ve mücadele gerektirir. İşte asıl övünülecek eylemler, bu tarz mücadele gerektiren eylemlerdir. Bu insanlar bu tarz eylemler ile ellerinde var olan zamanlarını kelimenin tam manası ile çöp etmektedirler. Çünkü boş işlerle meşgul olmanın kişiye hiçbir zaman faydası olmaz. Ve eğer sizler hayatınızı bu tarz eylemler ile geçirir, zamanınızı öldürürseniz, ileride karşılaşacağınız o bambaşka hayatta kaçınılmaz olarak “keşke yapsaymışım” diyenlerden olacaksınız. Ve bu keşkeler sizlere gerçek anlamda acı verecektir. Ancak bazı durumlarda bu keşkeler için iş işten geçmiş olacaktır. Günümüzde fark ediyorum ki okul okuma rehavetine kapılmış ve geleceği üzerine bir şeyler yapmayı bırakmış o kadar çok insan var ki özellikle üniversite okuyanlar sanki bu insanların gelecekleri kendileri tarafından değil de başkaları tarafından hazırlanacak. Bu sorumluluk onların üzerinde değilmiş gibi. Sabahtan akşama kadar LOL oynayanlar, sosyal medyada fütürsuzca zamanını öldürenler, bir tane kız veya erkek arkadaş yapıp sabahını gecesini sadece o kişi ile mesajlaşmaya ayıranlar, popüler kültürün etkisinde kalıp Netflix’te günde 10 saat dizi izleyenler ! vs. Kısacası hayatın içine girdikten sonra fark edeceksiniz ki eski hayatınız bitmiş durumdadır ve önünüzde bambaşka bir hayat vardır. Bu hayatta ayaklarınızın üzerinde durma görevi tamamen sizin elinizdedir. Önünüzde var olacak olan o bambaşka hayatta “iyi ki yapmışım” diyenlerden olmak için şuanda yaşadığınız o rahat hayatta şu gerçeği içselleştirin; “Bu hayat her zaman böyle devam etmeyecek!” Bu gerçeği içselleştirmeniz, sizin şuandaki rahat hayatınızda harekete geçmeniz ve kendiniz adına faydalı işler yapmanız için önemli bir faktör olacaktır. Kendi kendinizle yaptığınız içsel sorgulamada sizi strese sokacak en büyük soru “Ben şimdi nasıl para kazanacağım?” sorusu olacaktır. Çünkü şunu fark edeceksiniz ki para olmadan hiçbir şeyiniz ilerlememektedir. Mutlak olaraktan para kazanmanız gerekmektedir. Ardından statü meselesi sizi strese sokacaktır. Kendinize “Ben kimim?” diye sormaya başlayacaksınız; çünkü onca yıldır çevrenizdeki insanların bazılarının taş üstüne taş koyduklarını ve bir yerlere geldiklerini göreceksiniz, bu sizin kendinize “Ben kimim?” diye sormanız neden olacak. Ayrıca insanların büyük çoğunluğunun size karşı davranış sergilerken var olan gücünüze göre davranış sergilediğini fark edecekseniz ve bu doğrultuda yine güç sahibi olmak isteyeceksiniz. Günümüzde öyle bir sistem içerisinde yaşamaktayız ki artık okumak, ondan sonra iş bulmak, sonra hayatı düzene sokmak derken yaşımız minimum 25’i bulmaktadır. Bu 25 yaşına kadar ki olan süreçte, her ne kadar bazı işlerle meşgul olduğumuzu düşünsek de vize sınavlarıymış, final sınavlarıymış vs. aslında gerçek anlamda bir işle meşgul olmayız ve hayatımız genel olaraktan rahat geçer. Çünkü en başta bir aile geçindirmiyoruzdur. Sadece kendimizi geçindiriyoruzdur ve bizim içinde günlük limit bellidir. Aynı şekilde üzerimizde iş anlamında da herhangi bir sorumluluk yoktur; çünkü okuyoruzdur. Sorumluluğumuz ödevler ve sınavlardan ibarettir. Sizlerin gelecekte keşke diyenler grubuna girmemesi için şuanda çalışmaya başlaması gerekir. Ancak burada sıkıntı olan nokta şu ki; bazı insanlar kendilerinin çalışmasına ihtiyaç duymamaktadır. Çünkü hayatlarında hiçbir zaman keşkeler ile karşılaşmayacaklarını, hayatlarının her zaman şuanda olduğu gibi ilerleyeceği yanılgısına düşmüşlerdir. Mesela kişinin maddi geliri aileden geliyorsa, kişi bu gelen paranın daima geleceğini düşünüyor. Aynı şekilde kişinin, şuandaki maddi ve manevi istekleri karşılanıyorsa, gelecekte de maddi ve manevi isteklerinin daima karşılanacağını düşünüyor. Ta ki gerçekler ile yüzleşene kadar. Öyle ki bir noktadan sonra kişi, hayatının her zaman aynı şekilde ilerlemeyeceği gerçeğinin farkına varıyor. İşte bu noktadan sonra bu kişi için keşkeler başlıyor. Zaman, her insanın sahip olduğu ve kullanım biçimi ile kişiden kişiye değişiklik gösteren bir olgudur. Zamanın nasıl kullanılacağı tamamen kişinin özgür iradesine bırakılmıştır. Bu noktada bazı insanlar ellerindeki mevcut zaman dilimini değerlendirirler ve gelecekleri için bir şeyler inşa etmeye çalışırlar. Ancak bazı insanlarda mevcut zamanlarını değerlendirmek üzere hiçbir şey yapmadan fütursuzca yaşarlar. Yani gelecekleri için şuan bedel ödemekten kaçarlar. Zamanlarını şuan da verimli kullanan insanlar ise gelecekleri için şuan “mücadele ederek” bir bedel öderler. Neticesinde ise yüksek ihtimalle, mevcut zamanlarını değerlendiren insanlar gelecekte “iyiki yapmışım” diyenlerden olacakken, zamanlarını değerlendirmeyen insanlar “keşke” yapsaymışım diyenlerden olacaktır. Karar verememenin kişisel gelişiminizin önünde bir engel olduğunu unutmayın. “Risk almayan başarılı olamaz” diye bir söz vardır. Bu, karar verme korkusuna uygulanabilir. Aslında, hayatınızı değiştirmek için ilk adımı atmazsanız, sürekli olarak güvensiz ve mutsuz hissetmeniz olasıdır. Unutmayın, karar verme korkunuzu yenmek ve kendiniz hakkında daha iyi hissetmeye başlamak için asla geç değildir. Karar verme korkusunun sizi felç ettiğini düşünüyorsanız, profesyonel yardım istemenizde bir sakınca yoktur. Gerçekten de, terapötik alanda, acı çekmenize neden olan bilişsel çarpıklıkları dışsallaştırmak ve ele almak mümkündür. Aynı şekilde psikoloğunuz size farklı tekniklerle rehberlik edebilir, böylece daha iyi kararlar vermeyi öğrenebilirsiniz. Sorumluluk duygunuz, özgüveniniz ve sizi etkileyen diğer durumlar üzerinde çalışmak da mümkündür. Pek çok insan seçim yapmaktan korkar çünkü yanılmak istemezler ya da en iyi kararı alamayacaklarından korkarlar. Bu anlamda, her şeyin sizin sorumluluğunuzda olmadığının farkına varmanız önemlidir. Aslında, her zaman koşulların ne kadar iyi ya da kötü sonuçlanacağını etkileyebilecek öngörülemeyen durumlar vardır. İşler ters giderse, elinizdeki kaynaklarla yapabileceğiniz en iyi kararı verdiğinizi bilmelisiniz. Ancak bu, başarısız olduğunuz veya gelecekte yapacağınız herhangi bir seçimin aynı şekilde sonuçlanacağı anlamına gelmez. Bazen karar verme korkusu, kendi yaşamınız için sorumluluk kabul etmediğiniz gerçeğiyle ilgilidir. Aslında, eylemlerinizin sonuçları için çevrenizdekileri suçlama eğiliminiz olabilir. Bu şekilde kendinizi kendi hayatınızın sorumlusu olarak görmezsiniz, dolayısıyla herhangi bir karar vermekten kaçınırsınız. Hayatınızın gidişatından yalnızca kendinizi sorumlu olarak görmeye başlamanız önemlidir. Eğer dümeni almazsanız, bir gün muhtemelen başka birinin hayatını yaşadığınızı anlayacaksınız. Düşük benlik saygısının, karar verme yeteneğinin azalmasıyla ilişkili olabileceğinden daha önce bahsetmiştik. Bu nedenle, kendiniz hakkında daha iyi hissetmeyi düşünmek mantıklı bir alternatif olacaktır. Bunu yapmanın iyi bir yolu, güçlü yönlerinizi fark etmenize yardımcı olması için olumlu ve olumsuz niteliklerinizin bir listesini yapmaktır. Ayrıca, kendinizi daha iyi algılamanızı sağlayan olumlu sözlü ifadeler veya terimler kullanmayı deneyebilirsiniz. Bu uygulamalar, kendiniz hakkında daha gerçekçi ve daha nazik bir değerlendirme oluşturmanıza yardımcı olacaktır. Sonuç olarak, kendinizi daha güvende, istikrarlı hissedeceksiniz ve karar verme korkusunu daha az yaşayacaksınız. Artık karar verme korkusunun ne anlama geldiğini daha iyi anlayabildiğinize göre, bunun üstesinden gelmenin mümkün olduğunu da bilmelisiniz. Çünkü, bazı şeylerden korkmayı öğrendiğiniz gibi, bu tepkiyi de unutabilirsiniz. Bu hedefe ulaşmak için, benimseyebileceğiniz ve gelişiminiz için üzerinde çalışabileceğiniz bazı alışkanlıklar hakkında bilgi sahibi olmanız gerekir. Önemli bir değişiklik yapmak istiyorsanız tutarlılığın anahtar olduğunu unutmayın. Karar vermenin zorluğuyla ilgili bir dizi değişken vardır. İlk olarak, aşırı korumacı ebeveynleri olan biri, bağımsızlığı tehlikeyle ilişkilendirmeyi öğrendiği için bu sorunu ortaya çıkarabilir. Bu, ebeveynin davranışlarından kaynaklanan çocukta değişen bir algıdır. İkincisi, benlik saygısı, karar verme korkusunu koşullandıran başka bir faktördür. González, Luz ve Mariella 2019, bir eğitim kurumundaki ergenlerde benlik saygısı ile karar verme arasında bir ilişki kurdukları bir çalışma yapmışlardır. Verilerine dayanarak, düşük benlik saygısı ile karar verme yeteneğinde zorluk arasında bir ilişki olduğu sonucuna varmışlardır. Son olarak, Peter Pan sendromlu kişiler de karar vermekten kaçma eğilimindedir. Bu durumda, sebep, eylemlerinin sahip olabileceği sonuçları üstlenememeleridir. Bunu dikkate alarak karar verme korkusunun insanlar için faydalı olduğunu söylemek mümkün müdür? Psikoloji, korkunun öğrenilmiş bir tepki olduğuna işaret ediyor. Bu, BF Skinner tarafından klasik küçük Albert deneyi ile kanıtlanmıştır. Koralek ve Costa 2021, beynin ödül getiren davranışları nasıl pekiştirdiği üzerine bir araştırma yaptı. Bu durumda yarar, tehdit edici veya tehlikeli olarak algılanan bir uyarandan kaçınmak olacaktır. Bu nedenle, karar verme korkusu, seçimin bir risk içerdiği algısını yaratan bilişsel bir çarpıtmanın sonucudur. Denek bundan kaçınırsa, ödül olarak “güvenlik” duygusunu yaşar. Karar vermedeki güvensizliğin farklı nedenleri olabilir. Ancak hayatı olumsuz yönde etkilediği kanıtlanmıştır. Yine de, bu sorun üzerinde çalışmak için uygulayabileceğiniz ve sonuç olarak kendinizi daha iyi hissedebileceğiniz bazı teknikler vardır. Korku veya endişe hakkında konuşurken, bunlar genellikle “olumsuz” duygular olarak kabul edilir. Ancak bu duygular, vücudun farklı uyaranlara verdiği doğal tepkilerdir. Aslında, sevinç gibi olumlu duygularla aynı tür tepkiler ortaya çıkar. Bu nedenle, “olumsuz” ve “olumlu” duyguları birbirinden ayırmanın pek bir değeri yoktur. Bunun yerine, hoş olan ve hoş olmayan duygulardan bahsedebiliriz. Aynı çizgiyi takip etmek hoş gelmeyebilir ama korkunun aslında uyarlanabilir bir işlevi vardır. Aslında, Becerra-García ve diğerleri 2007, korkunun uyarlanabilir değerini analiz ettikleri bir çalışma yürütmüştür. Yazarlar, korkunun insanları koruyan bir kaynak olduğu sonucuna varmışlardır. Yanlış kararlar vermekten mi korkuyorsunuz? Burada bu korkuyu nasıl yeneceğinizi öğrenebilir ve doğru seçimleri yapmaya başlayabilirsiniz. Karar vermeyi ne kadar kolay buluyorsunuz? Amaçsızca düşünmek için ne kadar zaman harcıyorsunuz? Aslında, karar verme korkusu, özellikle bunu yapmak için çok fazla zaman harcarsanız, dolu dolu yaşamanın önünde büyük bir engel haline gelebilir. Bu nedenle, hayatınızdan memnun hissetmek istiyorsanız, bu korkunun üstesinden gelmeyi öğrenmek çok önemlidir. Her gün kendinizi dinleyin, ihtiyaçlarınızı anlayın, tıpkı başkalarının ihtiyaçlarını anladığınız gibi. Kendinize iyi bakmanız bencil olduğunuz anlamına gelmez. Mutlu olmaya, gelişmeye, daha akıllı olmaya, daha becerikli olmaya, kendinizi biraz daha sevmeye çalışın. Aslına bakarsanız sevgi, paylaştıkça büyüyen tek güçtür ve bu asla vazgeçmemeniz gereken bir şeydir. Birisi için, hiçbir şey karşılığında her şeyden vazgeçme hatasına düşmeyin, çünkü o zaman boş olursunuz. Eski benliğinizin sadece bir gölgesi olacaksınız. Aslında kimliğinizi kaybederseniz her şeyinizi kaybedersiniz. İlk etapta mutlu değilseniz başkalarını mutlu etmenin imkansız olacağını anlayın. Vermeyi ve almayı öğrenin. Günlük, karşılıklı saygı ve anlayış sayesinde hiç kimsenin hiçbir şeyden vazgeçmemesi gereken sürekli bir alışveriştir. Mutlu olmak gerçekten hiçbir şeye mal olmaz, ancak yine de insanlığın en karmaşık zorluklarından biri gibi görünüyor. Aslında, bazen, nasıl ve neden olduğunu gerçekten bilmeden, diğer insanlar sizin için hayatı imkansız hale getirme konusunda yetenekli uzmanlar gibi görünüyor. En mutlu insan, en çok şeye sahip olan değil, içinde “daha fazla şefkat, dinginlik, denge ve sevgi” olandır. Burada fiziksel kazançlardan bahsetmiyoruz, hayatınızın her gününde geliştirmeniz gereken türden duygusal zenginlikten bahsediyoruz. Sizi mutlu eden şeyden vazgeçmeyin. Sizi yaptıkları küçük şeylerle nasıl mutlu edeceğini bilen insanlardan vazgeçmeyin. İyi günde de kötü günde yanınızda olanlardan vazgeçmeyin. Elde ettiğiniz şey size umduğunuz şeyi sunuyorsa, bir şeyden vazgeçmeye değebilir. Gerçekten de, bu hayatta hiçbir şeyin güvenli olmadığı doğrudur ve neredeyse her zaman risk almak gereklidir. Ancak, yaptığınız her şeyin buna değdiğini gösteren jestlere, kelimelere, tutumlara ve eylemlere ihtiyacınız vardır. Mutlu olmak için o boşluğa atlamaya değdiğini gösteren işaretlere ihtiyaç duyarız. İnsanlar genellikle “hayat bir mücadeledir” fikrinin farkına varırlar. Aslında, bazen daha iyi şeyler bulmak ve dolayısıyla büyümek için bazı şeylerden nasıl vazgeçileceğini bilmek gerekir. Ancak, başkalarını mutlu etme amacıyla sizi mutlu eden her şeyi geride bırakmak için hiçbir neden yoktur. Bu mantıklı değildir. Çünkü, sizi tanımlayan ve mutlu eden şeyi yapmayı bıraktığınız andan itibaren, kendiniz olmayı bırakırsınız… O halde, artık kendiniz değilseniz karşınızdaki kişiye ne sunacaksınız? Sizi mutlu eden şey sizi tanımlar. Eğer elinizden alınırsa, kendiniz olmayı bırakırsınız. Günlük mutluluk hem küçük hem de büyük şeylerden oluşur. Arkadaşınız, aileniz, eşiniz ve hatta evcil hayvanlarınız olsun, sevdiklerinizle birlikte olmaktan mutlusunuz. Ayrıca, hobileriniz, işleriniz, alışkanlıklarınız gibi iyi hissettiğiniz ve sizi tanımlayan şeyleri yaptığınızda kendinizden memnun olursunuz. Sizi mutlu eden ve bir şekilde hayatınızın her gününde hala mevcut olan şeylerden vazgeçmek zordur. Ancak, herhangi bir anda, olduğunuz kişiyi tanımlayan her şeyi geride bırakmanız mümkündür. Aynı zamanda, birlikte yaşamaya gelince, karşılıklılığa ihtiyacımız vardır. Bu, her çabanın değerli hale geldiği noktadır. Bir şeyi kaybetmeniz gerektiğinde, başka bir şeyle telafi edildiğiniz noktadır. Mutluluğun paylaşıldığı ve ilişkide biriniz tarafından kısıtlanmadığı veya yutulmadığı yerdir. Bu konu üzerinde biraz daha düşünelim. Bu bencil olmakla ilgili değildir. Başkalarının ihtiyaçlarının üzerinde kendi ihtiyaçlarınızı önceliklendirmekle ilgili de değildir. Aslında hayat her zaman hem kendinizle hem de diğer insanlarla anlaşmalar yapmanızı gerektirir. Ayrıca, her ikisi de eşit derecede önemlidir. Kendiniz hakkında iyi hissetmeniz için yeterince güçlü bir saygınlığı korumanız gerekir. Her gün aynaya bakabilmeniz ve kendinizi tanımanız gerekir. “Ben buyum ve mutluyum” diyebilmeniz gerekir. Ancak, bu her zaman böyle değildir. Aslında, herkesin kazandığı ve kimsenin kaybetmediği o ince denge noktasını her zaman korumazsınız. Aslına bakarsanız, çift ilişkilerinde eşlerden birinin diğerinin iyiliği için kendi mutluluğuna ambargo koyması oldukça yaygındır. En iyi olanı elde etmek için iyiden vazgeçebilirsiniz. Başka bir kapı olduğunu bilerek bir pencereyi kapatabilirsiniz. Ancak, karşılığında hiçbir şey için her şeyden asla vazgeçmemelisiniz. Daha da önemlisi, sizi mutlu eden her şeyden vazgeçmemelisiniz. Bu, bir uçurumun boşluğuna atlamak gibidir. Bazen, başkalarını memnun etmek için sizi mutlu eden şeyleri bir kenara bırakma eğiliminde olursunuz. Ancak, bunu çok sık yaparsanız, size çok zarar verebilir. Neden olduğunu öğrenin. Bazen hayat sizi mutlu eden bazı şeylerden vazgeçmeye zorlar. Bunu yaparsınız çünkü genellikle eylemlerinizin belirli telafi edici yönleri vardır ve genel olarak dengede, hala mutlusunuzdur. Fiziksel ve zihinsel yorgunlukla dengeli bir şekilde mücadele edildiği zaman sağlıklı bir ruh ve bedene kavuşabiliriz. Hem bedensel hem de zihinsel olarak dinlenmek sağlıklı yaşamın önemli bir koşuludur. Nasıl bedeni dinlendirmek istediğimizde uykuya, istirahate zaman ayırmamız gerekiyorsa, zihnimizi dinlendirebilmek için de kendimize zaman ayırmamız gerekiyor. Bedensel olarak dinlenmek herkes için belli başlı birkaç aktiviteyle giderilebilirken, zihinsel olarak dinlenmek tamamen kişiye özgüdür. Herkes için kendisini iyi hissedebileceği, tazelenip dinleneceği zamanlar farklıdır. Bireylerin zihinsel olarak dinlenebilmeleri için neye ihtiyaçları olduğunun farkına varabilmeleri gerekiyor. Örneğin, kimi için deniz kenarında kitap okumak, kimi için ata binmek, kimi için doğal bir ortamda yürüyüşlere çıkmak zihinsel olarak dinlenme ihtiyacını karşılayabilir. Önemli olan rutin yaşamın dışına çıkabilmektir. İşte bu şekilde zihin yorgunluğuyla daha kolay başa çıkılabilir. Bedeninin ve ruhunun ihtiyaçlarını gidermeden, tabiri caizse kendi pillerimizi şarj etmeden, sürekli çalışarak, kendimizden ödünler verip, üreterek yaşamı devam ettirmeye çalışırsak gün gelir tükenmiş bir halde kendimizi bulabiliriz. Yani insan hayatını verimli, üretken, enerjisini yerli yerince harcamak istiyorsa, akıllıca davranmalı ve kendini, kendi sınırlarını bilmeli ve zamanlamasını planlayarak zihnini ve ruhunu dinlendirmelidir. Sınırlarını bilmeyen ve onu çok zorlayan insanların uzun vadede ciddi bedensel ve ruhsal rahatsızlıklarla karşılaşması kaçınılmaz bir sondur. Bu sonla karşılaşmamak için bedenimizi dinlendirdiğimiz kadar zihnimizi de dinlendirmeliyiz. İyi bir dinlenmeyi gerçekleştirebilmek için istekli olmak birincil şarttır. Dinlenmenin en güzel ve verimli şekli, yorgun dakikaları hobilerle geçirebilmektir. İnsanlarımızın kendilerinin değerli olduğunu unutmamaları ve güçlerinin sınırlı olduğunu kabul ederek kendilerine zaman ayırmaya ve dolayısıyla dinlenmeye olan gereksinimlerini gözardı etmemeye ihtiyaçları vardır. Klinik Psikolog Merve Tunay Dünya, “Ne kadar çok uyusam da bir türlü kendimi dinlenmiş hissetmiyorum” Günlük hayatta belki de çoğumuzun sıklıkla duyduğu veya sıklıkla kullandığı bir yakınma değil midir? Hangi işte çalışırsa çalışsın, cinsiyeti, yaşı, yaşadığı hayat şartları ne olursa olsun şöyle etrafımızda ki insanlara bir göz atalım. Enerjisini tam olarak kazanmış bir şekilde güne başlayabilen, uykusunun kendisine yeterli geldiğinden bahseden, güler yüzü ile çevresine neşe katabilen, sabırlı, konsantrasyonu yüksek kaç kişi görebiliyorsunuz. “Çok az” diye cevap verdiğinizi duyabiliyorum. Daha çok kendisini tükenmiş hisseden, tatil günlerinin yeterli gelmediğinden yakınan, uykusuz, tahammül gücü olabildiğince azalmış insanlarla çevrili yaşamda var olmaya çalışıyoruz. Gün sonunda, şehir ve iş yaşamının koşturmasının ardından eve dönüldüğü zaman ya da gününü evde geçirenler için günlük planlanan işlerin bitirilmesinden sonra herkes bedensel ve zihinsel yorgunluğundan bahsetmeye başlar. O anlar için en çok arzu edilen şey güzelce bir uyku ya da kısa sürede olsa bir tatil kaçamağıdır. Ancak görüyoruz ki ne yeterince uyku ne de tatillerin ardından bireyler hayal ettikleri bedensel ve zihinsel gevşemeyi yakalayamamış oluyorlar. Burada yapılan eksiklik bireylerin sadece fiziksel yorgunluklarını gidermek için dinlenmeyi tercih etmeleridir. Fiziksel yorgunluğu giderebilmek için istirahat etmek ve birkaç saat kadar uyumak yeterli olur. Ancak zihinsel yorgunluk için bedensel istirahat ya da uyku tek başına yeterli olmayabiliyor. İnsanların bir kısmı dinlenmek denildiği zaman, bunu evde oturup istirahat etmek, uyumak ya da tatil yapmak olarak algılar. Hatta dinlenmeyi, çok kez vakit kaybı olarak değerlendirir ve fiziksel yorgunluğun gidermek için dahi gerekli olan dinlenmeden kendisini yoksun bırakabilir. Çok daha fazla insan ise zihinsel yorgunluğunun farkında bile değildir. Kendisinin sadece bedensel olarak yorgun olduğunu ve uykunun yeterli geleceğini düşünür. Ama insan zihinsel olarak da yorulur. Zihnimiz işleyen bir mekanizmadır ve her mekanizmanın zaman zaman şarj olmaya ihtiyacı vardır. Zihinsel olarak yorulmuş bireylerde; iş verimi ve yaratıcılığı azalır, tahammül gücü düşer, uzun süre uyuduğu halde uykuyu tam alamama hali oluşur, sağlıklı karar verme yetisi azalır, unutkanlık, huzursuzluk ve mutsuzluk yaşamaya başlar, fizyolojik sebeplere bağlı olmayan depresyon ve kaygı bozuklukları gibi yakınmalar ortaya çıkar. Kendinizi en iyi hissettiğiniz zamanı düşünün ve o dönemde yaşadıklarınızı yazın. Yazdıklarınızı bir hafta boyunca her gün okuyun ve kendinize şu soruyu sorun bu dönemde neyi iyi yaptım? Bana ne iyi geldi? Ortaya koyduğum en güçlü yanlarım nelerdi? Yardımseverlik mi? Yaratıcılık mı? Dürüstlük mü? İletişim kurmak mı? Güçlü yönleriniz neyse, hayatınızı bunları kullanmak üzere tekrar şekillendirin. / Her gece 5 dakika ayırın ve o gün iyi giden 3 şeyi yazın. Yanına neden iyi gittiğini açıklayan kısacık bir not düşün. Dikkatinizi kötü giden, sizi mutsuz eden şeylere vermek depresyon riskini arttırırken, tam tersine, olumlu gelişmelere odaklanmak ise mutluluk seviyenizi arttırıyor. / Yaşamınıza olumlu katkısı olmuş ama teşekkür etmediğiniz birini düşünün. Sizin için yaptıklarının hayatınızı nasıl iyileştirdiğini anlatan bir teşekkür notu yazın. / Evlilik ve yakın ilişkileri araştıran Sosyal Psikolog Shelly Gable’ın sizin için önemli biri, kendisi ile ilgili iyi bir haber paylaştığında ’aktif yapıcı tepki’’ verin diyor. Shelly Gable, aktif yapıcı tepkilerin sevgi, bağlılık hisleri ve ilişkileri güçlendirdiğini belirtiyor. Psikolog Merve Cansu Çavuş Mutlulukla ilgili yapılan çalışmalar, kitaplar konuyla ilgili yepyeni ufuklar açıyor. Özellikle son yıllarda öncelikli olarak pozitif psikoloji olmak üzere sosyoloji, nörobilim, genetik ve ekonomi alanlarında sayısız çalışma yapılıyor. Alanda uzman birçok kişi mutluluğumuzu ölçme, şifresini bulma ve nitelendirme üzerine çalışmalar yapmaktadır. Pozitif psikoloji alanının önemli isimlerimden Seligman’a göre hayatı yaşamaya değer kılan şey endişe, stres ve olumsuzluklardan kurtulmaya çalışmak değil, uzun zamanda gerçek mutluluğa ulaşmanın yolu, hayatınızın size zevk vermenin ötesinde bir anlamı olduğunu ve dolu dolu yaşadığınızı hissetmekten geçiyor. Bunu yapmak aslında zor değil. Yaşama mutluluk ve anlam katan pozitif psikoloji giderek büyük bilimsel bir akım olmaya başladı ve psikolojinin diğer alt disiplinleriyle karşılaştırılabilecek bir hale geldi. Anı yaşayarak ve farkındalık çalışması yaptığımızda – düşüncelerimizi, duygularımızı ve hislerimizi kontrol etme – mutlu oluruz ve bu durum, bedenimiz, beynimiz ve ilişkilerimiz açısından önemlidir. Yapılan tanımlamalardan yola çıkarak, bir davranışın özgecilik olarak nitelendirilebilmesi için, gönüllü gerçekleştirilen bir davranış olması, diğer insanlara fayda sağlaması, dışsal bir ödül beklentisi ile yapılmıyor olması ve yerine göre zamandan, enerjiden ve maddi olarak fedakârlık içeren özverili bir davranış olması gerekmektedir, diyebiliriz. Özgecilik, bireyin psikolojik iyi oluşuna ve mutluluğuna katkı sağlar. Öncelikle, özgeci davranışta bulunan kişi iyi bir şey yapmış olmanın getirdiği olumlu duyguları yaşar. Özgeci davranışlarda bulunan birey, kendisini, faydalı, yardımsever ve iyi bir insan olarak değerlendirebilir. Bu durumda, kişinin öz-saygı seviyesini etkileyerek psikolojik iyi oluşuna katkı sağlayabilir. Ayrıca olarak, yardımcı olduğu kişiyle arasında pozitif duygular yaşanmasına neden olur. Özgeci kişi, kendisinden daha kötü durumdaki insanlara yardımcı olduğunda, genel olarak yaşadığı suçluluk duygularından da kurtulur. Bu davranışlar, yaşama anlam katarlar, bu da ruh sağlığı için çok çok önemlidir. Kişi zor durumdaki birisine yardımcı olduğunda kendi iyi durumunun da farkına varır ve bu farkındalık da şükretme duygularını tatmasını sağlar. Özgecilik; yardım etme, sorumluluk üstlenme, bağışta bulunma gibi birçok olumlu sosyal davranışı içermektedir. Özgecilik, herhangi bir biçimde ödül beklentisi başkalarına olumlu bir şey yapmış olmanın verdiği hoş duygu dışında olmaksızın bir yardım etme davranışıdır. İçerisinde bir incelik ve yücelik barındıran, toplumsal yaşam için hayati önemde bir kavramdır. Özgecilik, alturizm, diğerkamlık, isar, hubbugayr ya da elseverlik gibi isimlerle de ifade edilmektedir. Özgeci davranış ile başkalarına yardım eden ya da yardımı amaçlayan davranış arasındaki fark, yardım edilen kişi için önemli olmayabilir, ancak önemli olan yardımda bulunacak kişinin niyetidir Freedman, Sears, ve Carlsmith, 1993. İmamoğlu 1979, Macaulay ve Berkewitz’in özgecilik tanımını şu şekilde aktarmıştır “bu kapsam içinde yardım etme, paylaşma, cömertlik, sosyal haksızlığı ve eşitsizliği azaltma çabası gibi birçok davranış biçimi bulunmaktadır” ve özgecilikle olumlu sosyal davranış aynı şeydir. Seligmanın ortaya koyduğu karakter güçleri aşağıdaki gibidir; Güzellik ve mükemmelliği takdir etme şaşkınlık, endişe, heyecan Güzellik, mükemmellik ve iyi performans, hayatın her alanında, takdir etme. Doğadan matematiğe, bilimden, günlük Tehditler, zorluklar ve acı karşısında geri çekilmeme. Karşıt görüşler varken de doğru olanı savunma, popüler olmayan inanışları savunma. Fiziksel cesaret de bu Bir grupla birlikte iyi çalışabilmek. Gruba sadık Yeni ve verimli yollar bulmak. Sanatsal başarıyı da Olan bitenle ilgilenmek, her konuyu etkileyici bulmak, Herkese karşı adaletli davranmak. Kişisel hislerin kararları etkilemesine izin ve merhamet Hataları affetmek, kişilere ikinci şans Olup biten iyi şeylerden haberdar olmak ve değerini En iyisini bekleme ve bunun için Gülmeyi sevmek. Başkalarının yüzünü güldürmek, şakalar Doğruyu söylemek ve de kendini samimi tanıtmak. Hisler ve aksiyonların sorumluluğunu Olayları uzun uzun ve her yönden düşünmek. Hemen cevaplara atlamamak. Tüm bulguları adil Başkaları için iyi şeyler yapmak. Yardımcı Kişileri bir olay için cesaretlendirmek. Aynı zamanda içinde bulunulan grupla iyi ilişki kurmak ve etkinliklere öncülük Özellikle karşılıklı olan yakın ilişkilere değer sevgisi Yeni yetenekler, bilgiler edinmek. Merakla bağlantılı gelişir ama onun da ötesine Başarılarının kendini anlatmasına izin vermek. Sahne aramamak ve kendini başkalarından yukarıda Başlanılan şeyi bitirmek. Engellere rağmen devam Başkalarına akıl verebilmek. Anlam ifade eden bakış açısına sahip Seçimlerde dikkatli olmak. Gereksiz riskler almamak. Pişman olunacak hareketler kontrol Hisleri ve davranışları kontrol edebilme. Disiplinli zeka Başkalarının ve kendinin his ve niyetlerinden haberdar olmak. Değişik sosyal durumlara uyum Tutarlı inanışlara sahip olmak. Evrenin anlamı, büyük resim Hayata heyecanla yaklaşma, İşleri yarım yamalak yapmama. Hayatı macera gibi yaşama. Güçlü karakter özelliklerimize yoğunlaşmak, bir nevi çantamızda var olan aletleri kullanmak gibidir. Elimizde olmayanlar için ağlayıp şikayet etmek yerine, var olanları en etkili bir şekilde kullanmak daha akıllıcadır. Bu anlamda da karakter güçlerini “öz-kaynaklarımız” olarak nitelendirmek doğru bir yaklaşım olabilmektedir. Pozitif Psikoloji Hareketi’nin kurucularından olan Martin Seligman’ın listesinde 24 adet pozitif ve güçlü karakter unsuru var. Seligman bu özelliklerin düzeyini sorguladığı test üzerinden kişilerin güçlü taraflarını bulmaya çalışır. Pozitif psikoloji; kişilerin iyi oluşları, olumlu duygulanım, iyimserlik, umut, psikolojik dayanıklılık, hayatın amacı ve anlamı ve güçlü özellikler üzerine kuruludur. Hayatın anlamlılığını mutluluk, ferahlık, memnuniyet, nezaket, şükür, şefkat ve vermenin erdemi gibi kimi hümanistik unsurlar üzerinden değerlendirir. Pozitif psikoloji insanın doğasında yanlış olan bir takım noktaları düzeltme amacından ziyade olumlu özelliklerini vurgulamayı ve kişinin hem topluma faydalı olmasını hem de verimli bir hayat sürmesini amaç edinir. Bireyin bazı güçlü yanları, yeteneği, kişiliği ya da olumlu özellikleri üstüne eğildiğimizde çok daha verimli, mutlu olmasına katkı sağlarız. Pozitif psikolojinin çıkış noktası, psikoloji biliminin insanı güçlü kılan özellikleri ve erdemlerine değil, zayıf ve eksik yönlerine daha çok odaklanmış olmasıdır. Bu şekilde de pozitif psikoloji tanımlanırken, insanların erdemlerine, olumlu ve güçlü özelliklerine odaklanan bir yaklaşım olarak nitelendirilmektedir. Bu noktada belirtilen olumlu ve güçlü özellikler “karakter güçleri” olarak ifade edilmektedir. Öz-kaynaklarımız olarak da nitelendirebileceğimiz bu karakter güçleri, pozitif psikolojinin kurucuları olarak kabul edilen M. Seligman ve C. Peterson tarafından ortaya konulmuştur. Şenel İlhan Beyefendi’nin deyimiyle; “Nefsimizin herhangi bir andaki durumu, o anki psikolojimizle de yakından alakalıdır.” Nebevi kültürde de geçen “An be an neşeli olunuz.” sözü bizlere bu konuda çok şey anlatıyor. Unutmayalım ki hüzün de bir hastalık… Muhasebe yapalım derken, muhasebeyi hüzne boğmayalım. Çünkü orada da şeytanın oyuncağı olunacak pek çok alan var. Tefekkür ve muhasebe asla ne bir melankoli durumu ne hataların üzerini bilinçsizce örten bir körlüktür. Hatta bugün pek çok insan, güzel ahlak sohbetlerinin gerçek bir İslami mantıkla içselleştirilmesi yerine adeta muhabbet afyonunu çekerek birbirini ağırlamakta ama kendi içinde gerçek bir muhasebenin de terakki ettirici yönüyle hiç yüzleşememektedir. Öfke patlamalarının yaşandığı, en ciddi konularda dahi yılışıklığın diz boyu olduğu, en güzel değerlerin riya havuzunda yok edildiği bir toplumda, kendi psikolojimizi değerlendirmek adına inanmış kitlelerin, inancın üzerine koyacakları çok şey olduğunu fark etmemiz dileğiyle… En önemlisi de salt duyguların devreye girmesiyle sorguladığımız alanlarda aklın ve kalbin hükümdarlığına olan ihtiyacımız. Dr. Alper Yücel Zorlu Bu mütevazı yazı, iyi insan olmaya karar verirken, daha üzerinde düşünülecek çok şey olduğuna dair bir hatırlatma… Kendinize haksızlık yapmayın, kendinizi sevin, başkalarını sevin, başkalarına anlayışlı olun… Gelin bu vesileyle “bir empati krallığı” kuralım… Tasavvufçular buna “gönül dünyası” desin, hatta içinde Eflatun da olsun, Kant da… Yunus Emre de olsun, Mevlana da… Ama asla Firavunlar olmasın… Bilmemiz gereken şey, içimizde bunların hepsinin var olduğudur. Dünya imtihanı dedikleri de bu olsa gerek… İnsan her an insandır. Nefsiyle, ruhuyla, yetişme ve davranış bozukluklarıyla… İnsanı tanıyan bilge kültürler ve anlayışlar, bir sistem üzerinden insana dair konuşmuş ve yol almışlar. Hatta tekrarlayan metodik yapılarla belli olgunlukta ve insanlığa faydalı insanlar yetiştirmişler. Maddi hayatın determinizmi olduğu gibi, manevi hayatın da gayet tecrübî bir determinizmi var demek ki… Tasavvufçuların bir kısmı hem varoluşsal bir gerçek olduğu için hem de metodik düşünme adına nefis-ruh ayrımına gitmelerine rağmen, her iki unsurun da insanda hayatî değeri olması nedeniyle, yaptıkları manevi pratik ve mücadelelerinde, kimisi nefsin terbiyesiyle ruhu ön plana çıkarmış, kimisi de direkt ruhu ön plana çıkaran pratiklere öncelik tanımıştır. Sonuç; nefsin terbiyesi, kalbin tasfiyesi ve her iki halde de insandaki ruhi değerlerin ön plana çıkması, çıkartılmasıdır. Herhangi bir anda insan neye meylederse o yönü ön plana çıkmakta ve ona göre kararlar almaktadır. İkisini ayırt eden keyfiyete ise “niyet” demişler… Kendi yapılandırılmış süreçlerimiz ve epigenetik yapımız üzerinde tefekkür etmek ise, bizlerin bize dair tespitler karşısında söz dinleme ve nasihate açık olma tarafımızı ön plana çıkartacak ki, neye niçin evet dediğimiz ya da karşı çıktığımızın izlerini orada bulacağız. Bu da kendimizi tanımak adına az bir gayret olmasa gerek… “Normal”in tanımını yapmak hiç kolay değil. Bu nedenledir ki, insan-fıtrat ilişkisinde en yetkin ve üst düzeyde söylemler, dinî referans alanlarını öncelemek zorunda… İnsan, hiç de kolay bir canlı değil, çok özel… İnsanı çözmek, çözebilmek de öyle… Dini kaçınılmaz bir biçimde fonksiyonel kılan da bu zaten. Yani insanı ancak Yaradan’ın tanımlayabileceği gerçeği. “Yapan bilir, bilen konuşur…” Hiç şüphesiz bu çabalar, o ilahi müktesebatı anlamaya yönelik… Bu çabanın değeri, eminim, yıllar alan bu çalışmaları yapan insanların, gönül yorgunluklarındaki çilenin kalitesinde gizlidir. “İnsanda organik kısmın dışında ruhsal psişik aygıt dediğimiz sanal program/software kısmında, yani konuşarak, bakarak ve durarak insanlar bir program içselleştiriyor. Bu program yine konuşarak, bakarak ve durarak değiştirilebiliyor. Burada insana invaziv, cerrahi bir zarar vermiyorsunuz, ilaçla zarar vermiyorsunuz… En azından konuşuyorsunuz, yani yaptığınız şey, konuşma ve durma, o insanın ruh dünyasındaki soyut kavramlar dediğimiz kavramları bir noktada değiştirebiliyor. Bu değişiklik, ilerleyen zamanlarda beyinde organik ve yapısal değişikliklere dönüşebiliyor. Bunu da birtakım teknolojik gelişmiş araçlarla ölçebiliyoruz. Sonuçta konuşarak ya da durarak insan beynini değiştirebiliyorsunuz. İşte biz, içimize yerleştirilen download edilmiş software programlarının birbiriyle çelişikliği var mı, bir bütünlük ve ahenk içerisinde çalışıyor mu, bunu gözlemliyor ve anlamaya çalışıyoruz. Oradaki yapıları daha sağlıklı, daha potansiyele uygun hale getirme çalışmasına “psikoterapi” deniyor.” Hayat ve Terapiye Giriş, Serisi. Psikiyatrist Dr. Tahir Özakkaş Bu sözler, Tahir Hocanın, insanlara faydalı olmak noktasında öğrencilerine ya da hitap ettiği kitleye, durdukları ya da durmak zorunda oldukları yeri izah sadedinde yaptığı bir dibace konuşmasıydı. Sadece bir başlangıç… Konuşması daha sonra davranışsal terapi ve bilişsel terapi anlatıları şeklinde devam ediyor. Konular oldukça geniş… Nesne ilişkileri, kendilik tasarımı, çocuğun anneyle olan ilişkileri, aynalanma, bireyselleşme ayrışma vs. Gerçekten çok ayrıntılı ve anlatılar çok hoş… Dinamik terapilere temel teşkil eden pek çok yaklaşım var. Ciltlerce kitap, çalışma ve düşünce… O nedenle “Bütüncül Psikoterapi” üzerinde duruluyor. “İnsanın ikinci komponenti, ruhsal psişik aygıt’ dediğimiz sanal bir program. Bunu elle tutup gösteremiyoruz. Sadece beynin organik yapısı içerisindeki nöronal akışta o ruhsal yapının, psişik yapının soyut komponentlerini anlamaya çalışıyoruz. Nasıl ki biri ikiyi üçü beşi elle tutamıyorsak ama onlarla ilgili zihnimizde birçok işlem ve matematiksel kurgu yapıyorsak, ruhsal ve psişik yapımızla ilgili de şekillenmiş birtakım “zihinsel tasarımlar” yapıyoruz. Bu tasarımlar, bir sanal program gibi, bilgisayara yüklenen bir Windows programı gibi onun üzerine yüklenen birçok program gibidir. İnsanoğlu doğduğu andan itibaren bir program yüklenmesiyle karşı karşıya kalır. İnsanoğlu da bu programları indirerek aralarındaki çelişkileri giderip sağlıklı bir bütün halinde tüm programların ahenk içinde çalıştığı bir bilgisayar programına dönüşüyor. Biz bir taraftan, organik yapıda bir kusur var mı yok mu, bazı rahatsızlıkların kaynağı, doğuştan gelen genetik ve biyolojik yapılar mı diye bakıyoruz; bir taraftan da bebeklikten itibaren ona yüklenen programların birbiriyle olan ahenk ve uyumunu inceleyen bir bakış açısı geliştiriyoruz.” “Psikoterapinin bir tarafı bilgidir, çünkü insan denen varlıkla uğraşıyoruz. İnsan denen varlığın iki komponenti var. Biri organizma dediğimiz biyolojik yapımız ki, biz burada et, tırnak, bacak, kemikle değil “beyinle” ilgileniyoruz. Beynin yapılanmış bir süreci, organik yapısı var. Kendi içerisinde çalışma prensipleri var. Nöronların bir başka nöronla kurduğu bağlantı nasıl meydana geliyor, nöronların birleşmesinden büyük nöronların ateşlenmesi nasıl oluşuyor, burada düşünce, duygu, davranış nasıl meydana geliyor, işte tüm bunları sağlayan organımız beyin…” Boş atıp dolu tutmamak için konuyu Psikiyatrist Dr. Tahir Özakkaş’ın anlatımlarından izah edelim “Psikoterapi tam bir bilim değildir. Bir tarafı sanat, bir tarafı olgunlaşma bir tarafı da bilgi ve bilimle süslenmiş olan kombine bir yapıdır. Dolayısıyla diğer bilim dallarında olduğu gibi her şeyi matematiksel bir bütün içinde görmemiz mümkün olamamaktadır. Fizik, kimya, biyoloji ya da matematiğe gittiğinizde her şey net ve açıktır. Matematikte rakamlar vardır, sıfır her yerde sıfırdır, bir her yerde birdir, üç her yerde üçtür. Fakat Kayseri’de bir çocuğa sordukları gibi iki kere iki kaç eder sorusunu sorduğunuzda, çocuk şu cevabı vermiştir; “Alırken mi satarken mi?” Hayatın içerisindeki öznellikler ve bağlamsal yapı, rakamları dahi değiştirir ve anlamlarını yitirir. Psikoterapi böyle bir yerdir. Psikoterapide aldığınız bilgiler, Alırken mi, satarken mi?’ kavramıyla anlamına her an farklı bir boyut kazandıracak olan “bağlamsal bir yaklaşımı” içerir. Eğer siz bu bağlamsal yaklaşımın ve öznelliğin, insanlar arası ilişkilerdeki anlamının her an kayganlaştığını, değiştiğini ve süreç içerisinde meydana geldiğini fark ederseniz, o bağlamı ve anlamı yakalarsanız, o zaman kendinizin ve hastanızın ruhunu tutabilirsiniz, nabzını tutabilirsiniz. Değilse matematiksel kuru bir bilgi olur, o kuru bilgi de hiçbir zaman insanı temsil edemez. Burada öğrenebileceğiniz bir yapı, evet matematiksel bilgiler var ama o matematiksel bilgilerin yer ve zamana göre değiştiğine dair “bağlamsal bir çeperde” farklı anlamlar oluşturabileceği ile ilgili bilgi sahibi olacağız.” İnsan meçhul canlı… İnsanı avucunun içine alıp, ben insana dair her şeyi biliyorum demek mümkün değil. O nedenle çok belirli psikiyatrik formları insan psikolojisine her zaman birebir uyarlamak da mümkün değil. Aslında insan meçhul canlı derken, 400’e yakın psikiyatrik düşünme biçimini herkese olduğu gibi uygulamak mümkün değil demiş oluyoruz aynı zamanda… Bu açmaz nedeniyledir ki son yıllarda artık “Bütüncül Psikoterapiden” bahsediliyor. Evet, insana dair şu şudur, bu da budur, her şey çok net demek mümkün değil. Bir âna dair insanın korku, öfke, elem ve hazları var hiç şüphesiz. Fakat insan denen canlının gerek yetişme biçimleriyle gerek olaylar karşısındaki bireysel tercihleriyle bir “süreçler eğitiminden” geçtiği kesin. Yaşadığı süreçler, insanın, herhangi bir olay karşısında verdiği tepkileri öyle etkiliyor ki… Hatta yaşantısı esnasında çocukluğundan başlayarak, işlenmeye hazır bir bios programının tıkır tıkır işlediği, bununla birlikte yaşanan olayların insanı şekillendirdiği biliniyor. Buna “epigenetik açılım” deniyor. Yani epigenetik açılımların temel olduğu “yapılandırılmış süreçler” insanı şekillendiriyor. Ama bu mekanizma her insan tekilinde karşılaştığı olayların çeşitliliği ve süresine bağlı olarak farklı yapıların oluşmasına yol açıyor. Onun normalliği de anormalliği de bu yapısal süreçlerden mülhem. Normal ya da anormale olan mesafesi demek daha doğru… Yapılan bilimsel araştırmalar kadınların erkeklerden daha fazla duygularını ifade ettiğini gösteriyor. Yine genel olarak kadınların mutluluk, üzüntü, korku ve şüphe gibi duygularını daha fazla dışa vurduklarına, erkeklerin ise sadece öfke duygularını açıkça ifade ettikleri ile ilgili araştırmalar var. Ama son olarak şunu söylemek gerekir ki, duygularımızı ifade etmek hem fizyolojik sağlığımız hem de psikolojik sağlığımız açısından oldukça önemli. Duyguları ifade etme ile ilgili yapılan çalışmalarda destek gruplarıyla çalışan göğüs kanserli kadınlar diğerlerine oranla iki kat daha fazla yaşamışlardır. Evli kanser hastalarının bekârlara oranla daha uzun yaşadığı bilimsel araştırmalarla desteklenmiş. Bu araştırmalar da şunu gösteriyor ki; duygularımızı bastırmayalım, kendimizi ifade edelim, hem psikolojik hem de fizyolojik açıdan rahatlayalım. Halk dilinde içine atma anlat derler. Aslında durum gerçekten bu. Doç. Dr. Nihan Arslan Duyguları sağlıklı bir şekilde dışa vurmakla psikolojik iyi olma arasında nasıl bir ilişki var? Tabii ki olumlu bir ilişki var. Kişi duygularını sağlıklı bir şekilde ifade ettiğinde psikolojik iyi oluş düzeyi de yükseliyor. Bireyin sahip olduğu stres verici deneyimleriyle ilgili kendini açması, pozitif duyguların uyarılmasını sağlayarak psikolojik iyi olma üzerinde olumlu etkiye sahiptir. Kendini açma, bireyin yaşadığı olumsuz düşüncelerden kurtulmasını, olumsuz duygu ve düşüncelerle mücadele edebilmesini, psikolojik yönden daha uyumlu bir birey olmasını sağlar. Duygular, insanın en önemli deneyimleri arasındadır. Kişiler arası ilişkilerde ve ruh sağlığında duyguların ifade edilmesinin oldukça önemli rol oynadığı söylenebilir. Duygular sağlıklı bir şekilde nasıl açığa çıkarılır? Örneğin psikolojik danışma yaparken danışanın duygularını ifade etmesi için bir teknik kullanıyoruz. Boş sandalye tekniği, kişiyi boş bir sandalye karşısına yerleştiren bir gestalt terapisi uygulamasıdır. Kişiden karşısındaki sandalyede birinin patron, akraba, eş gibi veya bir kısmının oturduğunu hayal etmesi istenir. Terapist, kişinin davranışlarına, duygularına ve düşüncelerine dahil olabilmesi için boş sandalye ve kişi arasındaki diyaloğu teşvik eder. Amaç burada danışanın karşısındaki kişiye ifade edemediği duygularını rahatça ifade edebilmesini sağlamak. Bazen roller tersine döner ve kişi mecazi kişiyi veya sandalyedeki kişinin bir kısmını üstlenir. Aslında kişinin sağlıklı duygu yaşayabilmesini sağlayan en önemli şey sağlıklı düşünce yapısı. Kişi bilişsel çarpıtmalardan arınık bir düşünce yapısı içinde olduğunda akabinde sağlıklı duygu ortaya çıkıyor. Psikoloji alanının duayenlerinden Albert Ellis’den bahsetmek isterim. Albert Ellis danışanına A-B-C-D modelini öğretir. Burada “A” aktive eden olaydır. “B” kişinin olayı nasıl yorumladığı ve bu olayla ilişkin düşünce ve inançlarıdır. “C” ise ortaya çıkan duygu-davranıştır. “D” ise düşünceyi değiştirmeye yönelik tartışma tekniklerini, yanlış düşünce ve duygulara müdahale etmeyi içerir. Akılcı-duygusal yaklaşım B’yi, yani kişinin mantıksız düşünce ve inançlarını değiştirmeye odaklanır. Çünkü bunlar değiştiğinde olumsuz ve sağlıksız duygular da değişecektir. Duyguları bastırmak ya da dışa vurmak seçeneğinden başka seçeneğimiz yok mu? Duyguları bastırmamak da insanı büyük sıkıntılara sokabilir mi? Denge nasıl olmalı? Aslında bu konuda psikoloji alanındaki ünlü kuramcılara kulak vermek gerekiyor. Sigmund Freud her zaman duyguların ifade edilmesi gerektiğini söyler. Freud duyguların bastırılmasının anksiyete, depresyon gibi problemlere yol açabileceğini savunmaktadır. Gestalt psikologlar tarafından ifade edilmemiş duygular eksik işler olarak düşünülmüş, bunlar öfke, kin ve güceniklik gibi olumsuz duygular olarak belirlenmiştir. Baktığımız zaman öfke, kin ve gücenme duygusu olumsuz bir duygu ama bu duyguların da mutlaka ifade edilmesi gerekiyor. Gestalt yaklaşımda özellikle ifade edilmemiş duygulardan en tehlikeli olanı gücenikliğin açığa vurulamamasıdır. Bu da suçluluk duygusuna yol açabilir. Psikolojik rahatsızlıkların temelinde de bitirilmemiş işler ve kendini suçlama vardır. Burada önemli olan öfkeyi kendimize ya da başkasına yöneltmemek yani öfkenin saldırganlığa dönüşmemesi gerekir. Öfke duygumuzu da sağlıklı bir şekilde ifade etmeliyiz. Yine duygularımızı ifade etmedikçe depresyon düzeyinde artma olmaktadır. Kendini açma düzeyi olumsuz benlik algısı ile ilişkili bulunmuş; kendini açma düzeyi azaldıkça olumsuz benlik algısında artış bulunmuştur. Olumsuz benlik algısına sahip bireyler etraflarında kendilerine yardımcı olabilecek kimse olmadığı hissine kapılırlar. Duygularını bastıran bireyler akranlarıyla daha az yakın ilişkiler kurmaktadırlar. Kendini açma düzeyi azaldıkça anksiyete düzeyinde artış görülmüştür. Duygularını ifade eden, yüksek duygusal dışa vuruma sahip bireyler daha çok mutluluk, daha az anksiyete yaşamaktadırlar. Ayrıca duygularını ifade eden bireylerin, diğerlerinin duygularını anlama konusunda daha az sıkıntı yaşadıkları, iletişim becerilerinin güçlü olduğu, öz güvenlerinin yüksek olduğu belirtilmekte; bu özellikler de kişilerin daha az kaygı yaşamasını sağlamaktadır. Kişi duygularını ifade etmedikçe; somatizasyon, depresyon, anksiyete, öfke ve olumsuz benlik algısında artış olmaktadır. Birey kendini açmadıkça, duygularını dışa vurmadıkça somatik belirtilerinde artış görülebilmektedir. Duyguların ifade edilmemesi çökkünlük duygusuna, kaygı düzeyinin artmasına, öfke düzeyinin yükselmesine sebep olabilmektedir. Yine duyguların dışa vurulmaması bireyin benlik algısında çarpıtmalara neden olabilmektedir. Duyguların ve düşüncelerin bastırılmasının, fiziksel ve psikolojik sağlığa zarar verdiği birçok bilimsel araştırma tarafından desteklenmektedir. Birey duygularını ifade etmedikçe, ifade edilmeyen duygular bedensel belirti olarak ortaya çıkmaktadır. Zaten yapılan kültürel araştırmalar Türk insanının en çok somatizasyon bedensel belirti yaşadığını gösteriyor, yani biz depresyonu en çok bedenimizde yaşıyoruz. Özgüven daha önce de bahsettiğim gibi erken çocukluk çağlarında şekillenir. Kötü şartlarda çocukluk yaşayan kişiler, yetişkinliklerinde özgüven sorunu yaşayabilirler, bu bir ihtimal ancak tersi de mümkün. Çünkü bu durum tamamen bireyin kendisini yetiştirmesi, eğitmesi ve geliştirmesine bağlıdır. Öğrenme süreci yaşayan bir süreçtir, asla bitmez. Hayat devam ettiği sürece her geçen gün yeni şeyler öğrenir, yeni kavramlarla karşılaşırız. İşte bu yeniliklere yüklediğimiz anlam ve mana arayışımız devam ettikçe yeni şeyler öğrenmemiz de kaçınılmaz olur. Kişi, özgüvenini kazanma ve geliştirme noktasında sahip olduğu vizyona bağlı olarak geliştirdiği benlik sayesinde daha özgüvenli olacaktır. Son olarak toparlamak gerekirse; biz bilinçli yetişkinler bilinçli çocukları yetiştirerek, daha sağlıklı daha çatışmasız bir toplum inşa edeceğiz. Özellikle 0–6 yaş arası çocuklarımızın yetiştirilmesi sürecinde, onlarla kurduğumuz iletişimin kalitesi, yetişkinliklerinde kuracakları iletişimin kalitesini belirleyecek. Daha çok anlam paylaşan, ortak paydada buluşmayı başaran yeni nesiller yetişmesini dilerim. Doç. Dr. Zekiye Tamer Gencer İlk iletişim deneyimi de zaten kişinin kendi iç dünyasında başlar. Daha çok zihinsel bağlamda kendi içine yönelmesi, kimi zaman özeleştiri yapması, kimi zaman düşünmesi, karar alması gereken dönemlerde iç dünyasına yönelen insan için bu iletişim süreci tamamen psikolojik bir süreçtir. Burada kişi hem alıcı hem de kaynak pozisyonundadır. Burada yaşadığı iç çatışmaları engellemezse zihinsel zorluklarla karşılaşacak olan insan, içsel iletişimi iyi yönetmek zorundadır. Çünkü uyanık kaldığımız sürenin tamamında içsel iletişim yani kişinin kendisiyle iletişimi kesintisiz bir biçimde devamlılık gösterir. Ve özellikle altını çizmem gerekir ki, bu iletişimin davranışla da yakın ilişkisi vardır. Örneğin kişi çok acıktıysa, yemek yeme davranışı içerisine girmek zorundadır. Kendisiyle iletişiminde acıkması ve bunu gidermesi ise tamamen sahip olduğu koşullarla şekillenecektir. İç dünyasında kendisiyle barışık ve sorunlarına koşulları çerçevesinde çözüm bulan kişilerin psikolojik dünyası daha sağlıklı olacaktır. Ancak tersi durumda kişi rehavete kapılacak ve bunalım yaşayacaktır. Özgüven, Türk Dil Kurumu sözlüğünde, İnsanın kendine güvenme duygusu şeklinde tanımlanmaktadır. Kişinin kendine güvenmesi erken çocukluk dönemine kadar uzanan bir süreçtir aslında. İletişim kurduğumuz tarafların özgüven sahibi olması ya da olmaması iletişimin etkinliği açısından hissedilir düzeyde önemlidir. Erken çocukluk döneminde yetiştiğimiz aile yapısı, kültür, inanç, aldığımız temel eğitim ve sosyal çevremiz, özgüvenimizi de şekillendiren ve oluşması noktasında önemi olan faktörlerden bazılarıdır. Özellikle topluluk önünde yapılan konuşmalar, iş hayatındaki hiyerarşik iletişim, kişiler arası iletişim sürecindeki performansımız sahip olduğumuz özgüvenle yakından ilgilidir. Özgüveni yüksek bireylerin hayatta daha başarılı olmaları kendilerini ifade etme güçlerine bağlıdır. Ne istediğini bilen ve bunu ifade eden, karşı tarafın beklentilerini anlayan bireyler iletişimde daha başarılıdır. İhtiyaçlar hiyerarşisinde en tepe noktada kişinin kendini gerçekleştirme arzusu yer alır. Bu da başarmak, kariyer yapmak, cemiyet hayatında yer edinmek gibi birtakım hırslarla donatır insanoğlunu. Hayatın karmaşasında öyle bir koşturuyoruz ki biz insanlar ne sağımıza bakıyor ne solumuza. Büründüğümüz hırslı yapı ve gözümü kör eden egolarımız uğruna başarma yolunda ezip basıp geçiyoruz çoğu zaman. Maalesef de türlü iletişim kazalarına, anlaşmazlıklara yol açıyor bu durumumuz. Hayatın aslında ne kadar da kısa olduğunu, hepimizin eninde sonunda ölümlü yaratılmışlar olduğunu fark etmesi ancak ve ancak uyumlu ve nitelikli iletişim frekansına geçişi sağlamakta. Başkalarıyla ortak yönlerimiz olduğu kadar farklılıklarımızı da anlatan “İnsanlık Tarihi” aslında ilişkilerimiz açısından iyi anlaşılırsa doğru düşünme ve davranış biçimlerini görmemizi sağlayacaktır. Başarılı olmak için kendini iyi ifade eden, kendini ve başkalarını tanıyan, içerisinde bulunduğumuz şartlara ve karşı tarafın da şartlarına göre davranmayı benimseyen bir bakış açısını kazanmamız çok önemli. İletişimde sevgi ve karşı tarafı önemsemeye dair ne söylemek istersiniz, insanların duygularına hitap etmek iletişimi nasıl etkiliyor? Sevgi başlı başına bir iletişim türüdür zaten. Doğayı sevmek, hayvanları sevmek, insanı sevmek, insanın içsel dünyasında ne kadar pozitif bir yapıya sahip olduğunu gösterir. Hayatın akışı içerisinde insan değişen rollere sahiptir. Doğar anne babasını sever, öğrenci olur öğretmenini sever, çiçeği sever, çay içmeyi sever, anne olur evladını sever ve tüm bunlar aslında kalbi yumuşatır. Yumuşak kalpler ise asla çatışmacı olmaz. Uyumlu ve etkili iletişimi tercih eder. Yaş aldıkça bunu hepimiz daha derinden hissederiz. Kalplerine hayatlarına dokunduğumuz insanların geri dönüşleri bizi mutlu eder. Aslında insan büyüdükçe, olgunlaştıkça daha az çatışmacı olmayı öğrenir sevgi sayesinde. Böylece duygusal yönü ağır basan, ilişkilerine sevginin gücüyle yön veren daha uzlaşmacı yetişkinler haline geliriz. Elbette bu beklediğimiz, dilediğimiz durum; kalbi taş olmuş, sevginin gücüne inanmayan insanlar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Bir çiçeği seven, temiz havayı ciğerlerine kadar soluyup sahip olduklarına şükreden insanların daha empatik düşünme yeteneğine sahip oldukları kanaatindeyim. Ve en büyük dileğim bu tür insanların çevremizde sayıca artması. Karşımızdakini dinlemek iletişimde nerede duruyor? İletişim eğitimlerinde özellikle altını çizdiğimiz bir meseledir “aktif dinleme”. Biz insanların doğası gereği maalesef en sık yaptığımız hata, konuşma sırası beklemektir. Karşı tarafı dinlerken, bir an önce konuşmasını bitirse de söyleyeceklerimi söylesem psikolojisi ile dinliyoruz. Özellikle evliliklerde yaşanan tartışmaların ve ne yazık ki sonu şiddetle biten ilişkilerin de en temel sonunu “dinlememek”tir. Arkadaşlar, eşler, çocuklar, siyasetçiler, kısacası dünya üzerinde yaşayan insanlar birbirini daha etkin ve aktif dinlese ve anlasa sanırım birçok çatışmalı iletişim süreci nihayete erecektir. Elbette dinlemek ve duymak arasındaki fark da burada açıklanmaya değer iki kavramdır. Etkili iletişimin olması yani anlamların paylaşılması, dinlemeye ve dinlediğimizi anlamaya bağlıdır. Dinlemek ve sonuçta anlamak iletişimin merkezindedir. Rahat olmak, içten sıcak samimi olmakla haddini aşmayı karıştırmamak şartıyla iletişimi elbette olumlu etkiler. Bence bir insanın en iyi bilmesi gereken şey haddidir. Bunun sınırını bildiğimiz sürece samimiyet başarılı bir iletişimin en temel anahtarıdır. İletişimin türleri bağlamında değerlendirdiğimizde, kimi zaman bürokratik ve resmi ortamlarda bulunmak durumunda kalırız. Bu tür ortamların elbette şartı, resmiyeti ve ciddiyeti korumaktır. Ancak kimi zaman bulunduğumuz ortam gereği daha rahat ve esnek bir iletişim sürecini yönetiriz. Öncelikle mekân ve iletişimin türü anlamında değerlendirmemizi yaptıktan sonra sınırını ve dozunu ayarlamak şartıyla doğal ve samimi bir dil kullanmamız elbette süreci daha akıcı ve anlaşılır hale getirecektir. Etkili ve doğal bir iletişim sürecini yönetmek için öncelikle karşı tarafla aramızda karşılıklı bir anlayışın oluşması, güvenli bir ortam, içtenlik, ilgi, empati ve samimiyet gibi birtakım püf noktalardan bahsederiz biz iletişimciler. Bunları sağladıktan sonra içten ve doğal olmak, empatik iletişim ve sonunda sempatik bir geri bildirime olanak sağlar. Etkili iletişim, iş hayatından sosyal hayata kadar, anne baba ilişkisinden evliliğe kadar bütün ilişki süreçlerinin seyrini etkiler. İnsanın mutlu bir hayat yaşaması kendini iyi hissetmesine ve iç huzuruna bağlıdır. Bildiğiniz gibi kişinin en temel ihtiyaçları arasındadır sosyalleşme. Abraham Maslow’a göre, ihtiyaçlar hiyerarşisinde fizyolojik ve güvenlik ihtiyacının hemen arkasından gelen bir ihtiyacıdır insanın. Bir gruba ait olmak, sevmek, sevilmek, ilişki yönetmek zorundayız. Doğduğumuz andan itibaren başlayan iletişim ihtiyacımız ve buna bağlı sosyalleşme, toplumsallaşma ihtiyacımız insan olmanın bir gereğidir. Yaşadığımız süre boyunca doğru iletişim kurduğumuz tüm insanlar hayatımıza renk, neşe katar. İşte etkili iletişim, hayatımız boyunca doğru ilişkileri sağlıklı yürütmemize ve mutlu bir yaşamın oluşmasına imkân sağlar. Her ne kadar iletişim çağında yaşıyoruz desek de her geçen gün çok daha fazla iletişimsizliğin olduğu bir dünyada yaşıyoruz aslında. Bu dünyayı biz kendimiz inşa ediyoruz. Sayısız teknolojik aygıt ve cihaz hayatımıza girdi. Bunların hepsi iletişimi kolaylaştırmak ve hızlandırmak için geliştirildi. Ancak hiç de öyle olmadı. İletişimi engelleyen teknolojiler olarak kullandık ve bu şekilde yaygınlaştırdık. Bundan birkaç yıl sonrasını hayal bile edemiyorum. Bu yeni bin yılda en çok yapılan iletişim hatalarından birinin bu dijital platformları fazlaca kullanarak birbirimize ulaşmaya çalışmamız bence. Çünkü hiçbir iletişim ortamı kişiler arası iletişimin mekânsal bağlamda yarattığı anlam birlikteliğini sağlayamaz. Bunun dışında başka bir hatamız da birbirimizi dinlemeye tahammülümüz yok. İkili ilişkilerden siyasi ilişkilere kadar hayatın her aşamasında sürekli kendimiz konuşmak derdindeyiz, hiç dinleme ve anlama yönünde bir eğilim göstermiyoruz. Bu anlamda, genç kuşağın Z kuşağı da deniliyor, aceleci ve doyumsuz yetişme tarzı da gelecek açısından endişe verici. Sanırım başka bir sorunumuz da bencillik. Her birey kendi yaşam döngüsü içerisinde belli zorluklar, kolaylıklar içerisinde yaşamakta, sosyal ilişkiler açısından bu bireysel nitelik ve yaşam standartları önemini kaybetmekte aslında. Ancak insan olmanın bir gereği olarak içerisinde bulunduğumuz bencil duygular sebebiyle “ötekileştirme” ye olan merakımızla birlikte iletişim hatalarımızın boyutu da değişiyor. İnsanlar arasındaki iletişim, hislerin ve duyguların, düşüncelerin, bilgilerin karşılıklı olarak paylaşılması demek. Orhan Gökçe Hoca “İletişim, anlamların paylaşılmasıdır.” der. Kişiler arası sağlıklı iletişimin en temel ilkesi işte bu tanımda gizli bence. Anlam paylaşmak, ortak bir paydada buluşabilmek. Burada elbette herkesin aynı fikirde olması, aynı görüşü savunmasından bahsetmiyorum. Fikirlerimiz, görüşlerimiz, ideolojik bakış açılarımız farklı olacak, bu insan olmanın bir gereği. Ancak iletişim sürecine dâhil olduğumuzda çatışmadan paylaşımda bulmaya birbirimizi anlamaya ve kendimizi anlatmaya çalışacağız. Burada anlamların paylaşılması ve sağlıklı iletişimin kurulması için en önemli ögelerden biri de şüphesiz ki dil. Hz. Mevlana “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşır.” der, çok doğru. Ancak dil de iletişim için önemli bir araç. Mevlana’nın bu kıymetli sözü de aslında anlam birlikteliği noktasında iletişimin yönü için önemli bir belirleyici. Dil yalnızca konuşmayı ve ortak kodlar oluşturmayı sağlar. Ancak konuşmaktan ziyade anlaşabilmenin sağlıklı iletişimin temeli olduğu kanaatindeyim. Tüm bu deneylerden de günümüz insanının çıkaracağı sonuçlar vardır. Özellikle yetişme açısından, küçüklükten itibaren yanlış ve zararlı da olsa o anki otoritenin dediğine uymaya zorlanılan çocuk ve gençlerin, maalesef bu tarz davranışları göstermesi olasıdır. Bu konuda aile ve eğitimcilerin yetiştirdikleri bireylere, koşullar ne olursa olsun, kötü karşısında iyinin, yanlış karşısında doğrunun, zalim karşısında mazlumun yanında olmanın insani bir görev olduğunu öğretmeleri ve vurgulamaları gerekmektedir. Tarihte olmuş ve günümüzde de yaşanan insanlık dramlarının, zalim insanlara itaat eden kişilerle birlikte devam edeceği göz önünde bulundurulduğunda da konunun önemi bir kez daha anlaşılmaktadır. Belki ilk bakışta boyun eğici davranışlar, basit bir sosyal psikoloji kavramı gibi gözükse de, üzerinde titizlikle durulursa içinde bulunduğumuz ailenin, toplumun ve dünyamızın daha sağlıklı ve yaşanabilir olmasını sağlayabilecek kadar önemlidir. Hepimize kendimizi ifade edebildiğimiz, birbirimizi anlayabildiğimiz, sevgi ve saygı temelli yaşantılar diliyorum. Doç. Dr. Gazanfer Anlı Konu buraya gelmişken son bölümde, geçmişte bu konu hakkında yapılmış ve çarpıcı sonuçları olan Asch’in Uyma Deneyi, Milgram’ın İtaat Deneyi ve Zimbardo’nun Standford Hapishane Deneyi’nin sonuçlarına birkaç cümle ile değinelim dilerseniz. Uzun bir biçimde ele alamayacağımız için ilgi duyanlar kaynaklardan bu deneyleri araştırabilirler. Kısaca, Asch’in deneyinde bireyler yanlış olduğunu bilmesine rağmen grubun yanıtına uygun yanıt veriyor, Milgram’ın deneyinde bireyler, düzeneğin bir kurgu olduğunu bilmeden, yan odada olduğunu düşündüğü kişilere verilen direktif sonrasında yüksek düzeyde elektrik şoku veriyor, son olarak Zimbardo’nun deneyinde bunun bir deney olduğunu bilmelerine rağmen gardiyanlar, belirlenen kurallardan destek alarak mahkûmlara sert bir biçimde davranıyorlardı. Bu deneyler bazı noktalardan dolayı eleştiri alsa da, insanoğlunun bir bölümünün grup içinde veya otoriter bir figürün karşısında boyun eğebileceğini ve onların istediğini yapabileceğini gösteriyor. Hem de başka bir insana zarar vereceğini bilecek olsa dahi. Milgram, bu davranışı yapanların kabaca “ben bana denileni yaptım, sorumluluk bana yaptıranındır” şeklindeki düşüncelerinden dolayı bunu gerçekleştirdiklerini belirtmiştir. Hiçbir insan, gerçekten sevdiği ve değer verdiği bireyi bir karşılık beklediği için sevmez veya ona değer vermez. Çünkü bunlar doğal olarak gelişir. Biz de neden çocuğumuz, öğrencimiz veya yakınımız bizle aynı görüşte olduğunda, bizim emirlerimizi uyguladığında, ödevlerini bitirdiğinde, yüksek notlar aldığında, belli makama geldiğinde veya paralar kazandığında sevelim ya da değer verelim ki? Bu davranışlar hem çocuğu örseler hem de ileride yanlış bağlanmalara yol açabilir, hatta araçsal ilişkiler kuran, çıkarcı bireyler olmalarına bile yol açabilir. Kaldı ki çocuğumuzun farklı bir düşünce ve görüşe sahip olması, elbette yıkıcı ve zarar verici olanlar dışında ona bu denli tepki göstermemize yol açmaktadır. Burada bu tarz tutum ve davranışlara sahip kişilerin öncelikle kendilerini incelemeleri ve varsa kendilerine ait bu davranışları değiştirmeye çabalamaları gerekmektedir. Çocuklarımızı yetiştirirken ne düşündüklerini, duygularını rahatça ifade edebilmeleri için nelere dikkat etmeliyiz? Toplumda bazen duyduğumuz “Fazla soru sormak iyi değildir, icat çıkarma, başımıza profesör kesildin, genel ne derse uy, fazla sivrilirsen hoş karşılanmaz” gibi söylemler, yaratıcılık ve özgünlüğü törpüleyerek bireyleri boyun eğiciliğe itmektedir. Ailede ise çocuklarımıza kullandığımız sözcüklerin ne gibi sonuçlara yola açacağını düşünmeliyiz. Her daim bastırılan, düşünceleri önemsenmeyen, kendini ifade ettiğinde dışlanan, örselenen, yok sayılan, değer verilmeyen çocuklar, bu değer, ilgi, sevgi, saygıyı elde etmenin yegâne yolunun boyun eğmek olduğunu zihnine kazıyacaktır. İşte, bu açlığı da belki hayatı boyunca diğer insanların istediklerini, kendi zıddına da olsa kabul edecek ve gerçekleştirmeye çabalayacak, kendisine ait olmayan bir hayatı yaşamak zorunda kalacaktır. Karşı tarafın her istediğini yaptığı için bu bireyler bir zamandan sonra o bireyler tarafından sömürülebilir, değersiz görülebilir, romantik ilişkilerde terk edilebilir. Bu raddeye gelen boyun eğici kişiler de “ben ne istedi ise yaptım, hak ettiğim bu muydu, bu dünyada insanların hepsi kötü, ben pasif ve değersiz biriyim herkes benden geçiniyor” şeklinde düşünerek ruhsal sorunlar da yaşayabilir. Çocukların ruhuna dokunan herkes bu ihtimalleri göz önünde bulundurarak tutum ve davranışlarına yön vermelidir. O açıdan, uygulamayacaksak dahi çocuklarımızın herhangi bir konuda görüşünü almalı, fikirlerine saygı duymalı, farklı şeyler söylediğinde alaya almamalı, lakap takmamalı, başkaları ile kıyaslamamalı, diğerlerinin yanında küçük düşürmemeli ve ezmemeli, kendimiz bir konuda yetersizlik hissedersek de bilmediğimizi açıkça söylemeli ve çocuğu araştırma ve öğrenmeye teşvik etmeliyiz. Şunu çok iyi bilmeli ve akılda tutmalıyız ki sevgi ve değer verme şarta bağlı olarak gerçekleşecek şeyler değildir. Kişi boyun eğici davranışlardan nasıl kurtulabilir? Daha evvel de ifade ettiğimiz gibi bunun boyutu ve düzeyi çok önemlidir. Bazı bireyler vardır, bir kez kendini ifade etse, gerisi çorap söküğü gibi gelecektir ve bu öz güvenle daha atılgan bir biçimde davranabilecektir. Ancak bu cesareti kendinde bulamadığı ve sonuçlara odaklandığı için bunu davranışa dökemeyebilir. Bu kişilerle atılganlık düzeyini arttırıcı denemeler yapılabilir. Davranışsal düzeye geçmek ilk etapta zor ise hayal kurma imajinasyon tekniği uygulanabilir. Bu teknik, bir restorana gittiğinde sipariş yanlış gelirse verilecek tepki, bilet kuyruğunda öne geçen kişiyi uygun bir dille uyarabilme, onun yerine plan yapan bir arkadaşa kendi planını söyleyebilme gibi birçok denemeyi içerebilir. Burada kişi kendi yaşadıklarını yazılı kayıt tutarak ve bu yazılı kayıtlarda düşünce ve duygularını da belirterek çıkarımlarda bulunabilir. Yazıya dökerek ve imajinasyon tekniği ile bunları uygulayabilen ve artık kendini eskisinden daha güçlü hisseden bireyler daha sonra davranışsal olarak bunları deneyerek, hangi düzeyde olduklarını ölçebilir ve görebilirler. Boyun eğici davranış gösteren bireyler, belli kişilere karşı bu davranışı gösteriyorsa ve bu kişiler, kendilerini anlayacak ve saygı gösterecek kadar yakınındaki insanlarsa, yüzleşme gerçekleştirmeleri en sağlıklısı ve doğrusudur. Daha üst düzey durumlarda, daha kökleşmiş sorunlarda ise elbette çekinmeden profesyonel yardım alınmalıdır. Sağlıklı iletişimi de kendimizi en iyi şekilde nasıl ifade edebiliyorsak ve karşı tarafın anlayabileceğini düşünüyorsak o şekilde gerçekleştirmeliyiz. Boyun eğici kişiler genel anlamda “karşı tarafı kırıp döker miyim, yanlış anlaşılır mıyım, kötü biri olarak görülür müyüm” gibi düşüncelere sahip oldukları için, bu düşüncelere alternatif olabilecek mantıklı düşünceler üretmeye çaba göstermeleri daha doğru olur. Kendimizi ifade etmemizin sonucunda olabilecek durumlardan korkmamız, bizi bu konuda engelleyen en büyük noktalardan biridir. “Kendimizi ifade ettiğimizde karşı tarafın kırılacağının delili nedir; ben kırıcı konuşmadan kendi görüşlerimi söylediğimde bu, neden karşı tarafın incinmesine yol açsın; eğer benim kendimi makul bir şekilde ifade etmem karşı tarafın tepkisine yol açıyorsa o kişi gerçekten bana değer veriyor mu, beni önemsiyor mu; beni seven annem, babam, kardeşim, arkadaşım, yöneticim kişinin kendimi ifade ettiğim zaman, bundan dolayı memnun olması gerekmiyor mu”, şeklinde sorgulamalar yapabilmemiz gereklidir. Bunların sonucunda elde edeceğimiz çıkarımlar, hem kendimizi ifade edebilmemizi hem de doğru iletişim kurabilmemizi sağlayacak yolu açacaktır. Duygularını, düşüncelerini ifade etmek her ortamda mümkün değil midir? Sağlıklı bir iletişim için olması gerekenler nelerdir? Evet, her ortamda, her koşulda kendimizi ifade etmemiz mümkün olamayabiliyor. O anın, mekânın, ruh halimizin, karşımızdakilerin konumu, şartları veya atmosferi buna uygun olmuyor. Ancak bu demek değildir ki biz hiçbir zaman kendimizi ifade edemeyeceğiz ya da sağlıklı bir iletişim kuramayacağız. Şayet o ortamda kendimizi ifade edemedi isek, bunu sakin bir şekilde sorgulamamız gerekiyor. Her ortamda mı yoksa sadece o ortamda mı kendimi ifade edemiyorum; diğer insanlarla iken de böyle miyim yoksa sadece belli kişilerle iken mi; patronumdan bir talebim olduğunda mı ifadede zorlanıyorum, en yakın arkadaşımdan bir şey istediğimde de mi, gibi sorularla bu durumu açıklığa kavuşturmamız gerekiyor. Eğer belli kişi veya gruplara karşı kendimizi ifade edemiyorsak, bu kişi ya da gruplardan çekindiğimiz, geri durduğumuz özellikleri nelerdir diye sorgulamamız gerek. Eğer genel olarak ifade sorunumuz varsa ve çözüm bulamıyorsak, bir ruh sağlığı uzmanından destek alabiliriz. Şayet belli kişilerle iken ya da grup içinde kendimizi ifade etmeyi deneyerek çaba göstereceğimizi düşünüyorsak, davranışsal deneyler dediğimiz denemeleri gerçekleştirebiliriz. Boyun eğici davranışların bir özelliği olan kendi duygu ve inançlarını yadsıma ve savunamama durumuyla nasıl mücadele edilebilir? Bu konularda en önemli husus, ilk olarak farkına varmaktır. Zira biz, farkına varmadığımız bir özelliğimiz hakkında çözüm aramaya da girişemeyiz haliyle. O yüzden insan olarak bizler, kendi duygu, düşünce ve davranışlarımızı denetlemeliyiz. Nasıl ki bilgisayarımızda virüs taraması yaparak zararlı dosyaları buluyorsak, zihnimizde de bize zarar veren o düşünceleri tarayarak bulmamız gerekiyor. Bilgisayar örneğinden devam edersek, zararlılar tüm bilgisayarı sardı ise bununla mücadele etmek bir o kadar zor oluyor. Bizim olumsuz otomatik düşünce ve bilişsel çarpıtmalarımız da artık kökleşmiş bir hal almış ise, biz de o denli mantıklı ve kanıta dayalı düşünceler geliştirmek durumundayız. Şunu da unutmamak gerekir ki her bir insan, sevgiye, ilgiye ve değer verilmeye layıktır. Bu dünyada kimse bizi sevmese, kimse bize değer vermeseydi dahi ki bilişsel çarpıtmalardan dolayı bazen böyle de düşünebiliyoruz yine de biz, sevgi ve ilgiye değer bir varlık olacaktık. Bu sebeple ilk olarak kendi duygu ve düşüncelerimizi ve düşünce yapımızı iyi tanımalı, daha sonra da bunlardan değiştirmek istediklerimiz noktasında adım atmalıyız. Kendi iç yolculuğumuza çıkmaktan, kendimizi daha derinlemesine tanımaya çabalamaktan asla kaçınmayalım. Bu çabanın sonucunda kendi benliğimizi keşfedip istediğimiz gibi bir birey olarak yaşamak var. Aslında genel olarak ebeveyn, çevre ve toplumdan gelen bahsettiğimiz bu dönütler neticesinde bireylerde çelişkili düşünceler oluşabilmektedir. Çünkü biz insan olarak kendi görüş, düşünce, tutum, yaşam tarzı, zevk, ihtiyaç ve tercihlere sahibiz. Bu hususlar her bireyde farklılık gösterecektir. Ancak kişi kendini ifade edemediğinde, kendi ihtiyaçlarını karşılayamadığında, sürekli başkalarının taleplerini yerine getirmeye çaba gösterdiğinde, bu çelişkiler had safhaya çıkabilir. Bireyler “ben değersizim, yetersizim, işe yaramaz biriyim, kendimle ilgili bir karar veremiyorum, hayatımı hep başkaları yönlendiriyor, sevilmek istiyorsam onların dediğini yapmak zorundayım, başarı elde etmek istiyorsam üstlerim ne derse hemen yerine getirmeliyim, topluluk içinde lafa girersem bu benim saygısız biri olduğumu gösterir” şeklinde bilişsel çarpıtmalara sahip olabilir. Bu belirttiklerimizden değersizlik, yetersizlik, sevilmeye ve değer verilmeye layık olmama, kötü biri olduğunu düşünme gibi artık kökleşmiş ve kişide yer etmiş inanışlara çekirdek inanç diyoruz. İşte, yaşantılar ve çarpıtmalar sonucu bu inançlar geliştirildi ise, boyun eğici davranışlar da, ağacın kökünden beslenerek ortaya çıkan ve gelişen yaprakları gibi insanların davranışlarına bu şekilde yansımaktadır. Birey hangi yetişme alt yapısıyla veya hangi durumlarda boyun eğici davranışlar sergiler, sergilemek zorunda kalır? Bu soru aslında hedefi tam on ikiden vuruyor desek abartmış olmayız. Zira boyun eğici davranışların oluşmasında ve sürmesinde daha çok, kişinin yetiştiği aile, arkadaş, öğretmen, okul, toplum gibi ögeler etkili. Bu ögelerden de en önemlisi tahmin edebileceğimiz gibi ailedir. Bu noktada, ilk olarak akla anne-baba tutumları geliyor. Otoriter anne-baba tutumu ile yetişen bireylerde boyun eğici davranışların görülme ihtimali daha yüksektir. Otoriter sözcüğü telaffuz edildiğinde babalar genelde zihinde canlanır. Ancak boyun eğici davranışların oluşmasında hangi ebeveynin ne gibi tutum ve davranışlar sergilediği asıl önemli olandır. Daha çocuk çok küçükken dahi “yemeğini yemezsen babana söylerim, seni fena yapar, sessiz olmazsan seni polis amcalara veririm”, hatta çok daha kötüsü “uyumazsan öcüler gelip seni yer” gibi ifadeler hem çocuğu boyun eğici yapar, hem istismara açık hale getirir hem de fobi geliştirmesine sebep olabilir. Farz edelim ki okul çağındaki bir çocuk, aile içinde, kendisi ile ilgili bir konuda fikir beyan etmek istiyor. Eğer çocuğa anne ya da baba tarafından “sen sus, daha küçücük çocuksun”, “anne-baba ne derse o olur, onların yanında konuşmak ayıptır”, “arkadaşların sana kötü sözler söylese de kötü davransa da karşılık verme ve sus”, “asla kimse ile kötü olma, hayatta sen zararlı çıkarsın” gibi ifadeler kullanılırsa, maalesef doğru iletişim becerisi geliştiremeyen ve karşıdaki insanlara boyun eğen kimlik yapılarının oluşmasını sağlamaktadır. Ayrıca genelde doğu toplumlarında, saygı ve itaat kavramları iç içe geçtiği için, toplumsal olarak da kendi görüşlerini ifade eden bireyler, saygısız davranmakla itham edilebilmektedir. Oysaki insanların kendi düşüncelerini, karşısındakinin zıddına da olsa söylemesi saygısızlık değil bilhassa iletişim becerisinin bir göstergesidir. Boyun eğici davranışları, esasen isminden de çağrışım yapabileceğimiz gibi, bazı bireylerin kendi tercih ve isteklerini açıkça ifade edememesi, olumsuz duyguları olduğunda da bunları söyleyememesi, kişi veya grupların kendisine olan taleplerini her zaman gerçekleştirmeye çabalaması, genellikle onlardan onay almak için ve istemediği halde evet demesi, sürekli karşıdaki kişileri kırmamayı ve memnun etmeyi düstur etmesi ve hayatındaki herhangi bir kararda inisiyatif alamayarak başkalarının güdümünde bir yaşam sürmesi gibi özellikleri içeren davranışlar manzumesi olarak tanımlayabiliriz. Psikolojiye olan ilgiyi spor tutkusuyla birleştiren spor psikologları, amatörlerden profesyonel sporculara kadar herkesin performansını destekler. Açıkçası spor psikolojisi ve egzersiz psikolojisi iki ayrı alandır, ancak genellikle birlikte anılırlar. Spor psikologları, amatörden elit seviyeye kadar öncelikle sporcular, antrenörler ve hakemlerle çalışır. Çalışmaları, psikolojinin sporu nasıl etkilediği ve performansı nasıl artırabileceği üzerine odaklanır. Amaçları, sporcuları rekabet ve antrenman gibi durumlara hazırlamaktır. Örneğin, bir spor psikoloğu, sporcusu sakatlanmış bir antrenörün stresle başa çıkmasına yardımcı olabilir. Aynı şekilde, sakatlanan sporcuya da destek sağlayabilir. Öte yandan egzersiz psikologları, motivasyonu ve egzersize katılımı artırmak için tipik olarak halkla birlikte çalışır. İşlerinin arkasındaki itici güç, performans değil sağlık ve refahtır. Bir spor kariyerinde birçok kör sokak, tuzak ve yanlış yol vardır. Spor psikolojisi başarı için bir vizyon oluşturmanıza, amaç ve hedeflerinize yardımcı olmanıza yardımcı olur, böylece bu ana planı uygulayabilirsiniz. Spor Psikolojisi, Kararınızı Hazırlamanıza Yardımcı Olur. Dersler, uygulamalar ve performanslar için zihinsel ve duygusal olarak nasıl hazırlanacağınızı bilmeniz çok önemlidir. Spor psikolojisi, normal işinizden, okulunuzdan veya sosyal dünyalarınızdan özel rekabet dünyasına geçiş yapmanıza yardımcı olan kişiselleştirilmiş bir zihinsel hazırlık süreci geliştirmenize yardımcı olur. Spor psikolojisi dikkatinizi nereye ve nasıl yerleştireceğiniz konusunda güçlü bir kontrol oluşturmanıza yardımcı olur; böylece doğru dikkatle istediğiniz alana odaklanabilirsiniz ve istenmeyen, dikkat dağıtıcı alanları engelleyebilirsiniz. Spor psikolojisinin size yardımcı olmasının ana yollarından biri, öğrenme ve performansta stresi azaltmaktır. Bazı stres, kaçınılmaz ve doğal olsa da, aşırısı performansınıza zarar verebilir. Spor psikolojisi stresi yönetmenize ve başarıya dönüştürmenize yardımcı olur. Çoğu sporcu daha başarılı hale geldikçe, daha fazla baskı ve dikkat dağıtıcı şeylerle yüz yüze gelir. Spor psikolojisi bunları çözmenize ve odaklanmanıza yardımcı olur. En iyi performansınızı sürdürmeye devam etmenize destek sağlar. Öğrenme, uygulama ve performans faktörleri için zihinsel stratejilere sahip olmanız gerekir. Spor psikolojisi size neye ihtiyacınız olduğunu farketmeniz için yöntem ve yaklaşımlar verir, böylece siz ve koçunuz özel müdahaleler yapabilir. Spor Psikolojisi, Ailenizle Daha İyi Çalışmanıza Yardımcı Olur. Ebeveynleriniz, en azından bir düzeyde, başarı ekibinizin bir parçası olmalıdır. Mutlaka size koçluk yapmaları gerektiği anlamına gelmez, ancak onlarla sağlam bir ilişki içinde olmak ve mükemmel iletişim becerilerine sahip olmak güzel olur, böylece kariyerinizde size yardımcı olabilirler. Spor psikolojisi, esas olarak, zihnin fiziksel aktiviteyi ve atletik performansı nasıl etkilediğinin araştırılmasıdır. Amerikan Psikologlar Birliği’ne göre, “spor psikolojisi, spor, egzersiz ve diğer fiziksel aktivite türlerine katılım ve performansla ilişkili psikolojik faktörlerin bilimsel olarak incelenmesidir.” Yolculuğun hedefi gideceğin yer değil, göreceğin yeniliklerdir. Henty Miller Yaz aylarında nem artışıyla birlikte nefes almakta zorluk yaşanabilir. Nefes alımındaki zorluk kişide panik atağa da sebebiyet verebilir. Sıcaklıkla beraber tansiyon düşmeleri, göz kararmaları, baş dönmeleri ve burun kanamaları olabilir. Bu anlamda havanın çok sıcak olduğu saatlerde dışarıya çıkmamak ve serin ortamları seçmek çözüm olacaktır. Kış aylarında kullanamadığımız parkları ve bahçeleri yaz aylarında kullanmak hem aktivite hem de rahat hissetmek açısından faydalıdır. Günlük işlerimizi planlı ve programlı olarak devam ettirmeliyiz. Plansız bir hayat anksiyete bulgularının en büyük tetikleyicisidir. Bu anlamda yaz aylarında günlük aktivite veya işlerimizi planlı olması anksiyete miktarının azalmasına yardımcı olacaktır. Uzman Psikolog Çağla Gül Yaz aylarında vücutta ter yoluyla kaybedilen sıvı miktarına dikkat edilmesi gerekir. Gün içerisinde yeterli miktarda su tüketimi ile vücut dengesini korumak ve ferahlayabilmek için önem arz etmektedir. Kış aylarında çeşitli depresyon vakaları ile karşılaşıyoruz ve yaz aylarında güneşin etkisi ile beraber depresyonlar iyileşme gösteriyor. Kişinin ben artık iyileştim’ tutumu tedaviye ihtiyacım yok’ kararı alması ciddi zararlar verebilir. Doktora danışmadan ilaç kullanımının bırakılması kesinlikle karşı olduğumuz bir durum. İlaçlarımızı doktorlarımıza danışmadan kullanmayalım ve bırakmayalım. Artan sıcaklık ve nem oranları psikolojik bozulmalara sebebiyet vermektedir. Sıcaklıkla beraber azalan veya bozulan uyku miktarı gün içerisinde işlevselliğin bozulmasına, öfkeye, strese sebebiyet vermektedir. Bunun için öncelikli olarak uyuduğumuz ortam sıcaklığını ayarlamakta fayda var. Yada gün içerisinde öğlen aralarında öğle uykusunu tercih etmek çözüm olacaktır. Bunun yanı sıra sıcak havalarda sigara tüketiminin artırılması ve reflekslerdeki azalma ile beraber dikkat eksikliği meydana gelmektedir. Bu anlamda rastladığımız en ciddi problem dikkat eksikliğine bağlı olan iş ve trafik kazalarıdır. Buda ciddi yaralanmalar ve ölümlerle sonuçlanabilmektedir. Karşı taraf da öfke veya hayal kırıklığını ifade edebilir. Onlara yukarıdaki tavsiyeyi vermek isteyebilirsiniz, ancak kimse daha derin nefes alması veya mola vermesi gerektiğin söylenmesini istemez. Yani diğer kişinin duygularını boşaltmasına izin vermeniz gereken bir durumda olabilirsiniz. Ancak bunu söylemek yapmaktan kolaydır. Saldırıya uğradığınızda karşılık vermemek zordur, ancak karşılık vermek de yardımcı olmayacaktır. Kellogg School of Management’ta uyuşmazlıkların çözümü ve müzakere Profesörü olan Jeanne Brett, gözünüzde iş arkadaşınızın sözlerinin omzunuzun üzerinden geçtiğini, göğsünüze çarpmadığını canlandırmanızı öneriyor. Ama ilgisiz de davranmayın; dinlediğinizi göstermek önemlidir. Muhatabınızın olumsuz duygularını kendi duygularınızla beslemezseniz, büyük olasılıkla sakinleşecektir. Ancak, tamamen çileden çıktığınızda konuşmakta ısrar ederseniz temeldeki sorunları çözemez veya olumlu bir ilişki kurmazsınız. Umarız, bu beş taktik, öfkeli veya üzgün ruh halinizi durgun bir göl gibi sakinleştirir. Bu yaklaşım çok önerilmesine rağmen az uygulanır. Duygularınızı anlama için ne kadar çok zamanınız olursa, o kadar az yoğun olurlar. İşler kızışmaya başladığında, bir anlığına kendinize ortamdan uzaklaşmak için ufak bir bahane bulun – bir fincan kahve ya da bir bardak su alın, banyoya gidin ya da ofis çevresinde kısa bir gezintiye çıkın. Neden ara vermek ve sohbeti duraklatmak istediğinize yönelik makul bir sebep gösterdiğinizden emin olun. İsteyeceğiniz son şey, karşı tarafın işlerin kaçmak isteyebileceğiniz kadar sarp sardığını düşünmesidir. “Kestiğim için özür dilerim, ama devam etmeden önce bir fincan kahve içmek istiyorum. Ayaktayken size de bir şey alayım mı? ” Bir başka yararlı taktik ise Duygusal Çeviklik’ in yazarı Susan David’den geliyor. Duygusal hissettiğiniz zaman, düşüncelerinize ve hislerinize sarf ettiğiniz dikkat, zihninizi doldurur; onları incelemek için yer kalmaz diyor. Kendinizi bir duygudan uzaklaştırmak için onu sınıflandırmaya çalışın. David, düşünceleri düşünce ve duyguları duygu olarak adlandırın’ diyor. O bu konuda çok yanılıyor ve bu beni çıldırtıyor’ cümlesini zihninizde iş arkadaşımın yanıldığı düşüncesine kapılıyordum ve öfke duyuyorum ifadesine dönüştürün. Bu şekilde etiketleme, sizin düşüncelerinizi ve hislerinizi, yardımcı olabilecek ya da olmayacak geçici veri kaynakları’ olarak görmenizi sağlar. Duygularınızla aranıza bir mesafe koyduğunuzda, bu duygulardan onları bastırmadan ya da dışarı bir patlama olarak çıkmadan kurtulabilirsiniz. Zor bir konuşma süresince oturmaya devam etmek, duyguları dağıtmaktan ziyade kabartabilir. Uzmanlar, ayağa kalkıp etrafta dolaşmanın beyninizin düşünme kısmını harekete geçirdiğini söylüyor. Siz ve meslektaşınız bir masada oturuyorsanız, aniden ayağa kalkmaktan çekinmeyiniz. Ani hareketinizi de şöyle açıklayabilirsiniz Gerinmek istiyorum. Biraz yürüsem rahatsız olur musun? Eğer bu hala rahat hissettirmediyse, iki parmağınızı çaprazlamak veya ayaklarınızı yere sıkıca basmak gibi küçük fiziksel aktiviteler yapabilir ve zeminin ayakkabının alt kısmında ne hissettirdiğini fark edebilirsiniz. Farkındalık uzmanları buna “demir atma” diyorlar. Her türlü stresli durumda işe yarayabilir. Basit farkındalık teknikleri gergin durumlarda en iyi yardımcınız olabilir ve hiçbiri nefesinizi kullanmadan daha kolay ve erişilebilir değildir. Kendinizi gergin hissettiğinizi fark etmeye başladığınızda, nefes almaya odaklanmaya çalışın. Akciğerlerinize giren ve çıkan havanın hissine dikkat edin. Burun deliklerinden veya boğazınızın arkasından geçtiğini hissedin. Bu dikkatinizi paniğin fiziksel belirtilerinden uzaklaştırır ve sizi odağınızda tutar. Bazı farkındalık uzmanları, nefesini saymayı önerir – örneğin, 6 kere nefes alıp verin ya da 10 kere nefes verişinizi sayın ve sonra tekrar başlayın. Zor bir konuşma süresince oturmaya devam etmek, duyguları dağıtmaktan ziyade kabartabilir. Uzmanlar, ayağa kalkıp etrafta dolaşmanın beyninizin düşünme kısmını harekete geçirdiğini söylüyor. Siz ve meslektaşınız bir masada oturuyorsanız, aniden ayağa kalkmaktan çekinmeyiniz. Ani hareketinizi de şöyle açıklayabilirsiniz Gerinmek istiyorum. Biraz yürüsem rahatsız olur musun? Eğer bu hala rahat hissettirmediyse, iki parmağınızı çaprazlamak veya ayaklarınızı yere sıkıca basmak gibi küçük fiziksel aktiviteler yapabilir ve zeminin ayakkabının alt kısmında ne hissettirdiğini fark edebilirsiniz. Farkındalık uzmanları buna “demir atma” diyorlar. Her türlü stresli durumda işe yarayabilir. Vücudunuz “dövüş ya da kaç” moduna giriyorsa, beynin rasyonel düşünceden sorumlu kısmı bölgesine bağlantıyı kaybedersiniz. Halbuki zor bir diyalogda esas yapmanız gereken rasyonel kararlar vermektir. Kaybettiğiniz sadece düşünme yeteneği değildir. Aynı zamanda karşı taraftan da fark edilebilir stres belirtilerini- yüzünüzün kızarması, konuşma hızınızın artması- göstermeye başlarsınız. Karşıdakinin duygularının bulaşmasına neden olan ayna nöronları yüzünden, meslektaşınızın da aynı şekilde hissetmeye başlaması muhtemeldir. Siz farkına varmadan önce konuşma raydan çıkar ve çatışma yoğunlaşır. Neyse ki, bu fiziksel cevabı engellemek, duygularınızı yönetmek ve verimli bir tartışmanın yolunu açmak mümkündür. Konuşmanız sırasında sohbetinizi sakince sürdürmek ya da çileden çıktığınızda kendinizi yatıştırmak için yapabileceğiniz birkaç şey var Gergin bir toplantı yaparken duygusal hissetmemek ya da kendine hakim olmak zor. Sonuçta, içinde bulunduğunuz anlaşmazlık durumu size tehdit edildiğiniz hissini verebilir. Vücudumuz da tehditlere kavga durumuna geçerek cevap verir. Bu vücudun verdiği doğal bir cevaptır, fakat sorun şu ki, bedenlerimiz ve zihinlerimiz, bir ayı tarafından kovalanma ile proje planında istediğimizi kabul ettirmekte zorlanmamız arasındaki tehdit farkını anlama konusunda pekiyi değildir. Öfkenin kendisi doğal olmakla birlikte öfkeyi düzenleyemeyip zararlı davranışlara yönelmek hem kendimiz için hem çevresindekiler için sorun yaratabilir. Öfkeli hissettiğimizde, tıpkı diğer duygularda olduğu gibi, şöyle bir sıra izlemek öfkeyi düzenlememizi kolaylaştırabilir Olayları ve o olaylara verdiğimiz anlamları veya o olayları yaşayış biçimlerimizi bir duygu eşliğinde yaşarız. Dolayısıyla öfkeyi hissetmeye başladığımız an olay-düşünce-duygu üçlemesi başlamış olur. Her duygunun herkes için doğal olduğunu bilerek ondan kaçmamak ve hissettiğimiz şeyin öfke mi yoksa başka duygular mı olduğunu anlamak önemli. Hissettiğimiz şey öfke dışında bir duygu ise veya hissettiğimiz öfkeyle birlikte başka duygular var ise bunlara tek tek dikkat vermek önemli. Aksi takdirde duyulmamış duygular başka şekillerde tekrar karşımıza çıkabilir. Bu öfkeye eşlik eden düşüncelerimize, yorumlarımıza ve kafamızdan geçenlere kulak vermek öfkenin işaret ettiği ihtiyacı anlamamızı sağlayacaktır. Bazen yalnız kalma isteği, bazen haklarımızı koruma isteği, bazen varlığımıza zarar veren bir şeyden uzaklaşma isteği ve başka başka ihtiyaçlar olabilir. Öfkenin bize söylemek istediğini dinlemek ve ihtiyacımızı anlamak öfkeyi düzenlemenin büyük bir parçası. Devamında ise bu mesajla ne yaptığımız önem kazanıyor. Öfke temel olarak bize bulunduğumuz durumda bir tehdit olduğunu söylediği için mevcut durumdan uzaklaşmak iyi bir fikir olabilir. Her ihtiyacımızın her zaman hemen karşılanması elbette ki mümkün değil. Fakat kendimizi daha iyi anladıktan sonra bizi öfkelendiren şeyi daha az tehdit/düşman/engel olarak görmek mümkün. Öfkeyi düzenleyebilmek kendimizi daha yeterli de hissettireceği için kendimizi ifade etmek de kolaylaşacaktır. Klinik Psikolog, Elif Gökçe Ne yazık ki; toplumsal cinsiyetlerinin rollerinin bir parçası olarak erkeklerde fazla gösterilmesi kadınlarda ise nasılsa hiç gösterilmemesi beklenilen bir duygu olarak karşımıza çıkıyor öfke. Böyle olunca da öfkenin arkasına saklanmış üzüntüler, korkular, endişeler görüyor, sebepsiz ağrılarla, gözyaşlarıyla, kronik yorgunluklarla karşılaşıyoruz. Çocuğunun hastalanmasından korkan bir babanın ona bağırması veya kocasına “karşı gelemeyen” kadının her gün baş ağrıları çekmesi gibi. Her bir duygunun bize postalanıp evimize yollandığını hayal edelim. Postacı bütün duygularımızı her gün evimize getirir. Bu paketlerden mutluluk, gurur, şefkat gibi keyif verici olanlar da üzüntü, öfke, hayal kırıklığı gibi daha “tatsız” olanlar da kapımıza gelmeye devam ediyor. Bunların içinden öfkeyi almamak kapımızda bir sürü öfke birikmesine sebep oluyor ve paketi açmadığımız için ne amaçla geldiğini anlamak mümkün olamıyor. Bazen de kapıda başka pakete yer kalmamasına neden olabiliyor. Her bir paketin özenle bizim için hazırlandığını ve onlara ilgi göstermemiz gerektiğini anlamak işe yarayabiliyor. Sıkılan yumruklar, gösterilen dişler, sıkılan dudaklar, çatılan kaşlar, vücutta gerilim… Bunlar beş temel ve evrensel duygudan biri olan öfkenin ifade biçimlerine karşılık geliyor. Diğerleri korku, üzüntü, mutluluk ve iğrenme. Öfke de diğerleri gibi tamamen doğal ve “gerekli” bir duygu. Bir tehdit algıladığımızda, sınırlarımıza/alanımıza girildiğinde, haksızlık karşısında öfkeleniriz. Öfke bize bir şeylerin bizim için yolunda gitmediğini ve kendimizi, ihtiyaçlarımızı korumamız gerektiğini söyler. Öfke de diğer duygular gibi işlevseldir ve kendimizi anlamamızı sağlar. Öfkelendiğimizi hissettiğimizde bizi öfkelendiren şeyi anlamak ve arkasında yatan ihtiyaç üzerine kafa yormak öfkenin görevinin tamamlanmasıyla sonuçlanır. “Katılımcılar bir bilgisayar ekranından fotoğraflara bakıyordu ve bu teknoloji ekranın altına oturtulan, neredeyse eski VHS çalarların boyutlarında bir araçtı” diyor Amon “Bu teknoloji, retinanın bulunduğu yere lazer gönderiyor, ayrıca kafa hareketlerini ölçüyor ve sonra ekranda bakışa karşılık gelen çapı ölçüyor.” Amon’a göre, görsel ilgiyi inceleyen çalışmanın başarısının bir bölümü, müdahalesiz göz takip teknolojisinden geliyor. Bakanlar gözlerinde bu teknolojiyi hissetmiyorlar ve bakış noktalarının ölçümünde bunun kullanıldığının farkına varmıyorlar. Çalışmada 50 kadın ve 50 erkek katılımcı fotoğraflandı. Yaşları 18 ile 26 arasında değişen katılımcıların yaş ortalaması 19’du. Katılımcıların yüzde 80’i beyaz, yüzde 12’si çift ırklı, yüzde 7’si siyah ve yüzde 1’i Asyalı idi. “Bakan grup” ise 39 kadın ve 37 erkek tarafından temsil edildi. Katılımcıların yaşları, 18 ile 48 arasındaydı ve yaş ortalaması 19’du. Bu grupta bulunan katılımcıların yüzde 82’si beyaz, yüzde 7’si siyah, yüzde 5’i Asyalı, yüzde 4’ü çift ırklı ve yüzde 3’ü Hispanik’ti. Amon’un çalışması, Cincinnati Üniversitesi’nin Psikoloji Bölümü’nde bulunan Biliş, Eylem ve Algı Merkezi’nde gerçekleştirildi. Merkez, biliş ve algı-eylem dinamiklerini keşfetmek için kullanılıyor. Amon’un çalışmasında Uygulamalı Bilim Laboratuvarı’nın uzaktan göz takip cihazı kullanıldı. Bu teknoloji, bakış izleğinin noktalarını gerçek zamanlı hesaplayabilmek üzere korneal yansımaları yakalıyor. Araştırmada, 76 katılımcının her birinin bakışlarının zamanı, sıklığı ve sekansı ölçüldü Amon bulguların, kadınların sık sık fiziksel görünüşleriyle değerlendirildiklerini iddia eden nesneleştirme teorisini yansıttığını belirtiyor. “Bu, cinselleştirme ve hatta kadınlara sadece vücut parçaları olarak davranma ile yakından ilgili ve açık ki zaman içinde olumsuz sonuçlar yaratabilir” diyen araştırmacı şöyle devam ediyor “Örneğin kısa vadeli etkileri, düşük özgüven ve bilişsel işlevi içeriyor olabilir. Uzun vadeli etkileri ise daha zor. Kadınlar kendilerini nesneleştirmeye ve fiziksel görünümleriyle değerlendirmeye başlıyorlar.” Amon’un çalışması, Psikolojideki Sınırlar dergisinin “Kişilik ve Sosyal Psikoloji” bölümünde yayınlandı. Bu bölüm, özbenlik ve kimlik, kişiler ve gruplar arası ilişkiler, sözlü olmayan iletişim, davranışlar, stereotipler ve sosyal bilişin diğer biçimleri de dahil sosyal psikolojinin tüm boyutlarını kapsıyor. “Bakan” grup, fotoğrafları incelemek üzere bilgisayar ekranlarının karşısına oturtuldu. Katılımcıların bakış izlekleri, haberleri olmadan göz takip cihazı ile kaydedildi ve bakış noktaları tespit edildi. İnceleme için portre fotoğraflar, tek kişilik olanlardan, farklı cinsiyet kompozisyonlarına sahip iki, dört ve altı kişilik grup fotoğraflarına kadar değişik senaryolar halinde gruplandırıldı. “Bulduğumuz şey, tamamında kadınlara daha sık bakıldığı” diyor Amon “İlkönce onlara bakılıyor, en son onlara bakılıyor ve daha uzun süreli bakılıyor. Bu hem erkek hem de kadın katılımcılar için geçerli.” Sosyal gruplarda cinsiyet ile görsel ilgi arasındaki ilişkiyi araştırmak ve aynı zamanda yoğun görsel ilginin, gözlemlenenin davranışlarını nasıl etkileyebileceğini incelemek amacıyla yürütülen çalışma, alanında bir ilk olarak görülüyor. Cincinnati Üniversitesi’nin psikoloji programında doktora öğrencisi olan Mary Jean Amon tarafından yürütülen bu araştırma Psikolojideki Sınırlar Frontiers in Psychology dergisinde çevrimiçi olarak yayınlandı. Aynı ya da farklı cinsiyetler arası “bakış izleği”ne ilişkin çalışma, kadınların daha sık ve daha uzun süreli gözlemlendiklerini buldu. Üzerlerinden bakış izleklerinin oluşturulduğu fotoğraflar her iki cinsiyetten katılımcılara karışık dağıtılmış olsa bile, hem erkek hem de kadınlar tarafından kadınlara daha sık ve uzun bakıldığı sonucu elde edildi. Amon bulguların, kadınların toplumda nasıl değerlendiriliyor olabileceğini ve bunun kadınların özgüven ve davranışlarında nasıl olumsuz etkileri olabileceğini vurguluyor. Araştırmada katılımcılar iki gruba ayrıldı. Kadın ve erkek üniversite öğrencilerinden oluşan 100 kişilik her cinsiyetten 50 katılımcı ilk grupta bulunan katılımcıların beyaz bir arka plan önünde portre benzeri fotoğrafları çekildi. 76 üniversite öğrencisi tarafından temsil edilen ikinci gruba, görsel uyaranlara verilen psikolojik tepkilerin araştırılacağı ve rasgele insan, sanat eseri, manzara, hayvan ve çizgi karakter fotoğrafları gösterileceği söylendi. Anne babalar cinsel kimlik sapmalarında nasıl bir yaklaşım göstermelidir? Bu konuda aceleci ve suçlayıcı bir tutumdan uzak durulmalıdır. Daha önce bahsedildiği gibi sıklıkla 3 yaş öncesindeki çocukların daha renkli bayan eşyalarına daha ilgili olması doğaldır. Diğer yönden bu yaş çocuklarının cinsel kimliklerini anlamlandırabilmesi mümkün değildir. Çocuklarda görülen cinsel kimlik ile ilgili sorunlarda yaklaşım bu süreci arttırabilecek faktörlerin ortamdan uzaklaştırması ile başlar. Özellikle ev içerisinde fiziksel veya eylemsel olarak var olmayan ebeveynin bu sürece ortak edilmesi gerekir. Bu mümkün değilse çocuğa model oluşturabilecek farklı bir kişi seçilebilir. Bu süreçte çocuğun mümkün olduğunca kendi cinsiyetinden çocuklarla temasının arttırılması, hemcinslerinin daha belirgin ilgi gösterdiği alanlara yönlendirilmesi önemlidir. Anne ve babaların bu duruma neden olabilecek olası sebeplerin saptanabilmesi için profesyonel yardım alması uygun olacaktır. Bu süreçte uygulanabilecek terapiler çocuğa yetişkin yaşamında daha sağlıklı bir süreç sağlayabilir. Özellikle böyle bir süreç ile karşı karşıya kalan ailelerin en temel kaygısı bu sorunun hormonal değişikliklerden kaynaklanıp kaynaklanamayacağıdır. Bu konuda yapılan çalışmalarda bu sorunu yaşayan çocukların bedensel ve hormonal olarak sıklıkla yaşıtlarından belirgin farklılık göstermediği saptanmıştır. Diğer yönden bu süreç ile ilişkili pek çok farklı faktörden bahsedilebilir. Yapılan çalışmalarda ortaya çıkartılan risk faktörleri aşağıda sıralanmıştır; Ailelerin çocuklarını karşı cins gibi değerlendirerek buna uygun davranışlar geliştirmesi. Örn. Saçına toka takmak, etek giydirmek, kızlara erkek kıyafetleri giydirmek gibi. — Sıklıkla çocuklarda cinsiyete uygun davranışlarda temel bulunduğu ortamda kendi cinsiyetininden birisini model alması ile gelişir. Çocuğun bulunduğu ortamda kendi cinsiyetinde bir model bulunmaması risk faktörü olabilir. Bu süreçte benzer şekilde model alınan kişininde kendi cinsiyetine uygun davranması gerekmektedir. — Bazen ev içerisinde baskın bir model olması cinsel kimlik karmaşasını tetikleyebilir. Bu süreçte çocuk ev içerisinde daha aktif olan ebeveyni model alarak ona benzer davranışlar geliştirebilir. — İlginç bir durum olarak bazı vakalarda aşırı kaygılı çocuklarda anneye aşırı bağlanma ve özdeşim kurma sonucu benzer bir süreç gözlenebilir. Diğer yönden sıklıkla bu çocuklar erkeklerin göreceli olarak daha hareketli oyunlarını oynamaktan uzak durma eğilimi gösterecektir. Bu nedenle çevrelerinde kız arkadaşlarının sayısının artması belirgin olarak bu süreci destekleyebilir. Sıklıkla pek çok çocukta 3 yaşlarında cinsel kimlik anlaşılmaya başlanır. Bu yaşlar öncesinde her ne kadar ben kızım, ben erkeğim gibi ezberden ifadeler kullanılmasına rağmen bu yaşlardan sonrasında çocuklar kendi cinsiyetlerine özel davranışları geliştireceklerdir. Özellikle bu süreç bu davranışların tanımlanabilmesi için önemlidir. 2 yaşları civarında bir çocuğun annesine ait renkli eşyalara daha çok dikkat etmesi zaman zaman annesinin davranışlarını taklit etmesi sıklıkla normal olarak değerlendirilebilir ayrıntılı bilgi için cinsel gelişim ile ilgili makaleden faydalanılabilir. Diğer yönden bu davranışların yaygın olarak görülmesi ayrıntılı bir değerlendirmeyi beraberinde getirmelidir. Her ne kadar pek çok aile tarafından cinsel kimlik ile ilgili sapmalar cinsel kimliğe uygun olmayan davranışlar ile karıştırılabilmesine rağmen bu iki farklı tanımlamanın birbirinden ayrımının yapılabilmesi gerekir. Cinsel kimlik çocuğun kendisini hissettiği cinsiyettir, cinsel davranış ise cinsiyetine uygun olan davranıştır. Diğer bir deyişle bir erkek çocuğu bebekler ile daha fazla zaman geçirmekten hoşlanabilir veya annesinin eşyalarına karşı daha ilgili davranabilir. Ancak bu çocuğun kendisini kız gibi hissettiğini göstermez. Çocuklarda cinsel kimlik kavramını tek boyutlu olarak değerlendirmek yanlış olacaktır. Ailelerin çocuklarının cinsel kimliği ile ilgili yaklaşımları bazen çocuk merkezli olabilirken bazen de tamamen kendileri ile ilgili sosyal kabul süreçleri ön planda olabilmektedir. Cinsel kimlik ile ilişkili yapılan çalışmalarda ortaya konulan aslında kız çocuklarında cinsel kimlik sapmalarının aileler tarafından çok dikkat çekici bir durum olmaması bu sürecin bir yansıması gibidir. Yapılan klinik çalışmalarda sıklığının erkek çocuklarında yaklaşık %3, kız çocuklarda %1 olarak saptanmıştır. Bu farklılıktan ailelerin sıklıkla erkek çocuklarının karşı cinse uygun davranışlarını daha fazla dikkat etmesinin sorumlu olduğu söylenilebilir. Diğer yönden yetişkin dönemi ile ilgili yapılan çalışmalarda cinsel kimlik bozukluğu sıklığının kadınlarda 100 000 de 1, erkeklerde ise 30 000 de 1 olduğunu göstermektedir. Her ne kadar bazı araştırmacılar tarafından bu süreçte net bir toplumsal veriye ulaşılamayacağı ifade edilmesine karşın, çocukluk dönemi ile kıyaslandığında oranın oldukça düşük olduğu aşikardır. Bu nedenle çocukluk döneminde görülen karşı cinse uygun davranışların daha iyi bir seyir gösterdiği söylenilebilir. Prensler prenses, prensesler prens olmak isterse…Son dönemde gerek internet üzerinden sorulan sorular, gerekse takip ettiğim danışanlarımdan aldığım geribildirimler ailelerin son yıllarda çocuklarda cinsel kimlik ile ilgili kaygılarının daha fazla belirginlik kazandığı yönündedir. Bu süreçte toplumsal olarak her geçen gün kadın ve erkek rollerinin birbirine yaklaşması ve ailelerin bu konuda daha fazla bilinçlenmesi rol oynayabilir. Tıbbi olarak çocuklarda cinsel kimlik sapması kavramı, çocuğun kendisini karşı cinsiyette hissetmesi olarak özetlenebilir. Bu konuda yapılan çalışmalarda toplumsal araştırmalar kız çocuklarında erkeksi davranışların daha sık olduğunu göstermesine rağmen hekime başvurularda erkek çocukların çocuk psikiyatrisi uzmanlarından daha fazla yardım almak için aileleri tarafından başvurduğunu göstermektedir. Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Uzmanı Genco Usta Yüz yüze ya da internet ortamında yapılan canlı danışma sürecinde cinsel kimliğini kabul etmiş ve ruhsal sıkıntılar yaşayanların, cinsel kimliğini benimsememiş karmaşa yaşayanların sorunları çözülebilmektedir. Transseksüalitenin biyolojik, genetik, ailesel, sosyal ve kültürel faktörlerin etkileşiminden kaynaklandığı konusunda hemfikirlerdir. Her geçen yıl bunların göreceli katkısını anlamaya biraz daha yaklaşılsa da, çoğu faktör hala bilinmemektedir. Transseksüellerin ortak özellikleri mevcut cinsel organlarından kurtulup diğer cinsiyete geçmek isteğidir. Çocukluk dönemlerinde genellikle diğer cinsiyetin oyunlarını ve giyinme şeklini tercih ederler. Çoğu kendini eskiden beri karşı cinsiyete ait hissetmiştir. Erkek transseksüeller çocukken erkek oyunlarından hoşlanmadıklarını, daha çok kızların oyunlarını tercih ettiklerini, bebeklerle oynamayı ve süslü elbiseler giymeyi sevdiklerini söylerler. Çocuğun kişilik yapısında ve özellikle cinsel kimliğin oluşumunda kendi cinsinden olan ebeveynle özdeşim çok önemlidir. Ve yeterli özdeşim kurulamaması cinsel kimlik sorunlarına neden olabilmektedir. Cinsel kimlik sorunları kişinin istemesi halinde çözülebilecek sorunlardır ve bilinçli bir çabayı gerektirir. Biyolojik nedenlere bağlı olan durumların dışındaki cinsel kimlik sorunlarında psikoterapiyle olumlu sonuçlar alındığı gözlemlenmiştir. Bir veya birkaç defa farklı nedenlerle isteği yada isteği dışında deneyimlenen durumdan sonra bu onun cinsel kimliğiymiş şeklinde ki algılamalar yanlıştır. Cinsel kimlik bazıları için tercih olsa da, bazıları içinde problemdir ve tedavi edilmesi gerekir. Kız ya da erkek çocuğun tekrarlı bir şek ilde karşıt cinsiyette olma isteğini ifade etmesi ya da karşıt cinsiyeti taşıdığı ısrarında bulunması,Oyun arkadaşlarını ve dostlarını ısrarla karşıt cinsten seçmesi,Karşıt cinsin streotipik oyunlarına katılabilmek için güçlü bir istek duyması,Güçlü ve sonu gelmez bir şekilde karşıt cinsiyetin oyunlarını ve rollerini yüklenmesi ya da karşıt cinsin üyesi olduğuna dair bitmek bilmez hayaller kurması,Karşıt cinse ait kıyafetler seçmesi. Cinsel kimlik, kişinin kendini kadın ya da erkek olarak hissetmesidir. Cinsel rol, kişinin toplum tarafından benimsenen ve diğer kişilere gösterdiği kadın ya da erkek davranışlarıdır. Cinsel kimlik gelişimi çocuklukta 3-5 yaş döneminde ebeveynle özdeşime bağlı olarak gelişir. Bu dönemde hemcinsi olan ebeveynle sağlıklı ve destekleyici, sevgiyle kurulan bir ilişki cinsel kimliği netleştirir. Baskıcı, suçlayıcı ve çocuğundan uzak bir ebeveyn tutumu yetersiz özdeşim eksikliğinden cinsel kimlik sorunlarına yol açabilir. Çocukluk ve ergenlik döneminde yaşanan bazı taciz ve istismarlar da cinsel kimlik karmaşasına neden olabilir. Karşı cinsiyette olduğuna dair hissedilen güçlü ve kalıcı istektir. Erkeğin kendini kadın, kadının kendini erkek hissetmesidir. Cinsel kimlik bozukluğunda karşı cinsiyetten biri olarak yaşama isteği vardır ve ameliyat ve hormon tedavisiyle diğer cinsiyetin görünümünü kazanabilirler. Çocukluk ve ergenlik çağında bilinçli nitelik kazanan eşcinsel dürtüler, eğilimler ve belki gelip geçici denemeler çok kişide görülebilir. Ancak bunların çoğunlukla kişilikte yerleşmesine yol açacak denli güçlü kimlik sapmaları değildir. Ergenlik ve delikanlılık sürecinde yavaş yavaş sönerler. Böylece kişi için bu tarz deneyimler sorun olmaz. Böyle durumda eşcinsellik söz konusu değildir. Kendilerini ağır biçimde suçlama eğilimi gösteren bazı kişilerde geçmiş yaşantılar sürekli suçluluk ve utanç duygusuyla bir saplantıya dönüşebilir. Bunlarda sorun cinsel yetersizlik duygusu ve korkusu olabilir. İnsan mutlu, huzurlu olmak, yaşamını daha kaliteli hale getirmek için bir çok mücadeleler verir. Ancak ara sıra kendisini mutsuz, üzüntülü, çaresiz ve umutsuz hisseder. Kişinin geçmişte yaşadığı bir travma, anne-baba tutumları, kişilik yapısından kaynaklanan anlam veremediği döngüleri, sevilen birinin kaybedilmesi, evlilikte veya yakın ilişkilerde yaşanan sorunlar, işyerinde yaşanan stres ve kaygılar, başarısız olma, önemli yaşam değişiklikleri, terk edilme, okulla ilgili sorunlar veya daha basit olduğunu düşündüğü fakat çözüm bulamadığı diğer sorunlarla, karşılaşılan güçlüklerle, zorluklarla baş edememe yoğun üzüntüye neden olabilir. Hayatta bir mücadeledir ve birçok üzücü olaylarla karşılaşılması normaldir. Ancak kişide beklenmedik bir anda ve nedensiz ortaya çıkan mutsuzluğun, çökkünlüğün uzun sürmesi ve yaşamı olumsuz etkilemesi; düşünce, duygu ve davranışları olumsuz etkiler. Yaşanan çaresizlik ruhsal sistemin dağılmasına neden olur, her şey bir anda allak bullak olur. Kişinin hayatının etkin bütün alanları bloke edilmiştir, ne yapması gerektiği konusunda fikri yoktur ve derin bir boşluğa düşmüş gibi hisseder. Bireysel Terapi; kişinin yaşadığı olumsuz duygularla baş edebilmesini sağlaması, kendi iç dünyasındaki çatışmaları çözmesi, kendini keşfetmenin keyfini yaşaması, iç dünyası ile dış dünyasını bütünleştirmesi, dünyaya, olaylara farklı bir açıdan bakmasını sağlayan, kişilik yapısı ve soruna göre farklı psikoterapi teknikleri kullanılarak yapılan bir süreçtir. Zararı olmayan ve bağımlılık yapmayan bir uyuşturucu madde ile bu maddelerin güvenli bir kullanım şekli yoktur. Özellikle beyne etkileyen bu uyuşturucu niteliğindeki maddeler, beyin hücrelerin ölümüne sebep olur. Ölen beyin hücreleri herkes için bağımlı olma riski eşittir. İnsan vücuduna giren her maddeyi hücre tanır ve hafızasına alır. Hücresel öğrenme süreci denen bu durum herkes için korunmanın en etkin yolu, hiç eğitimi, toplumsal konumu, gelir düzeyi vb. etmenler bireyin bağımlılık sürecini yapıcı madde, sadece beden sağlığınızı etkilemez, sosyal hayatın da erozyona uğramasına yol açar. Uyuşturucu maddelerin alınmadığı ya da azaltıldığı hallerde kişide yoksunluk, arzu hissi oluşturan ve maddeye karşı duyulan alma isteğinin kimi zaman fizyolojik belirtilerle de ortaya çıkıp engellenememesine uyuşturucu madde bağımlılığı denir. Pek çok çeşit ve yöntem kullanılan uyuşturucu etki gösteren maddelerin bağımlılığı, kişileri ciddi anlamda fizyolojik ve psikolojik yoksunluklar başta olmak üzere sosyo-ekonomik çöküntüler yaşamasına sebep olur. Deneme amaçlı kullanmak ve doz aşımı yapılmadığında zararlı olmadığını düşünmek gibi yanıltıcı fikirlerle başlayan, sonrasında da kişiyi hayattan koparacak noktaya getiren madde bağımlılığından tam korunmanın en etkin yolu, hiç başlamamaktır. Toplumun her kesiminin madde bağımlılığı konusunda bilgilenmesi ve toplumsal bir sınıf ayrıt etmeksizin herkesin bağımlılık potansiyeline sahip olması gibi en belirleyici unsurları gözden kaçırmamak gerekir. Madde kullanımının insanda geçici de olsa bir iyileştirme oluşturduğu gibi yanlış bir bilgi, kişiyi bir süre sonra geri dönüşü zor bir yola sevk ederek bağımlı hale getirir. Bilinmelidir ki, hiçbir madde kişiye sahip olmadığı ekstra bir enerjiyi yükleyemez. Öte yandan vücudumuzdaki var olan enerjiyi uyuşturucu maddelerle dengesini bozmak, hem beden hem de ruh sağlığımızda ciddi tahribatlara yol açar. Madde bağımlılığı, Bu karanlık dünyanın kapıları kriz dönemiyle birlikte açılır. Kullanılan maddenin cinsine ve miktarına bağlı olarak bu kriz döneminde insan dayanılmaz eklem ağrıları, kramplar gibi anatomik ve fizyolojik rahatsızlıklar geçirir. Algı dengeleri altüst olur ve kişide psikolojik gelişebilecek muhtemel rahatsızlıkların alt yapısını oluşturur. Bağımlı kişilere karşı suçlayıcı, aşağılayıcı tavırlar, bağımlılığın artmasına sebep olur. Duygu durumunu düzeltmek için alınan alkol, olumsuz duygulardan geçici olarak uzaklaştırsa da asla sorunları çözmez ve sorunların daha da boyut değiştirerek büyümesine neden olur. Genelde egosu zayıf kişilerin akılcı çözüm yerine tercih ettikleri sorunlarla mücadele yöntemidir bu. Alkol bağımlılarının değersizlik, yetersizlik duyguları yoğundur ve benlik saygısı düşüktür. Alkol kaygıyı yatıştırır. Daha da önemlisi alkol kişide her şeyi yapabilme gücü ve duyguları oluşturur. Alkolün zararları sayılamayacak kadar çoktur. Fiziksel ve ruhsal tahribatının yanı sıra, kişiyi ekonomik sıkıntıya sokması, ailesiyle ve sevdikleriyle sorunlar yaşamasına neden olması, toplumsal huzuru bozması, suça teşvik etmesi, suç oranlarının artmasına ve trafik kazalarına neden olması, boşanma, terk edilme gibi birçok sosyal sorunlara sebep olur. Alkol alındıktan sonra mantıklı hareket edilemediğinden eğlenceli bir ortamda dahi çok kötü davranış bozuklukları görülebilmektedir. Kavgalar, sataşmalar, şiddet gibi trajik sonuçlar doğurmaktadır. Alkol insanın sağlıklı düşünmesini engeller, zihni uyuşturur. Alkollü insan sağlıklı düşünemez ve hareket edemez. Bu nedenle hem kendisi için hem de çevresi için tehlike oluşturur. Depresyon, paranoya, intihar, hafıza kayıpları ve erken bunama gibi psikolojik sorunlara yol açar. Yaşam kalitesini oldukça düşüren alkol; uyku kalitesini bozulmasına, panik nöbetlerinin oluşumuna, ağrılara ve nefes darlığına neden olur. Konsantrasyon eksikliğine, Karaciğer sirozu, körlük, kalp büyümesi, yüksek tansiyon, kas yıkımı, kan hastalıkları, zatürre, felçler gibi bedensel hastalıklara neden olur. Ayrıca erkeklerde iktidarsızlığa, kadınlarda da adet düzensizliğine neden olmaktadır. Sigara insanda gerek fiziksel gerekse psikolojik bağımlılık yapmaktadır. Temel etkisi haz benzeri bir duygu oluşturmasıdır. Bağımlılığa neden olan faktörler yeterince incelenmezse, nikotin yoksunluğu geçtikten sonra kişi tekrar sigaraya başlayabilir. Bedensel, ruhsal ve davranışsal faktörler birbirleriyle yakın etkileşim halindedir. Örneğin fiziksel bağımlılık ruhsal sıkıntı doğurabilir. Ruhsal sıkıntı ve depresyon nikotin isteğini artırabilir. Davranışsal faktörler, örneğin otobüs beklerken, çay veya kahve içerken sigara içmek gibi, sigara isteğini artırabilir. Çevrede içenlerin çok olması, içmeyi cesaretlendirici ortam, çevreye özenme veya uyum gibi çevresel faktörlerin de sigara içme nedenleri arasında olduğu unutulmamalıdır. Gece uzunca bir süre nikotine maruz kalmayan birey sabah uyandığında düşük bir kan nikotin düzeyine sahiptir. Buna bağlı olarak bir çekilme bulguları oluşur ve güçlü bir sigara içme isteği doğar. Bu nedenle günün ilk sigarası oluşturduğu etkiler nedeniyle günün izleyen saatlerinde içilen sigaralardan farklıdır. Günün ilk sigaraları kalp atım sayısını arttırır, diz refleksinin şiddetini düşürür, duygulanım düzeyini hazza doğru yükseltir. Bağımlıların genellikle en hoşlandıkları sigara günün ilk sigarasıdır. Sigara bağımlılarında sigaranın kesilmesi kişiyi rahatsız eden belirtilerin ortaya çıkmasına neden olur. Genel olarak yoksunluk tablosu veya sigara nikotin çekilmesi olarak tanımlanan bu durum, nikotin alımıyla ya da sigara içimiyle geçer. Sigara veya nikotin çekilmesi belirtileri, sigara içilmesiyle birlikte geçer böylece kişi kendini sıkıntıdan kurtaran bir ödül almış olur. Nikotin çekilmesi içindeyken içilen sigaranın hem sıkıntıdan kurtarıcı hem de keyif verici özelliği vardır. Dolayısıyla hem negatif pekiştirici hem de pozitif pekiştirici olarak işlev görür. Bağımlılık kriterlerine göre planlanan psikolojik tedavide “baş etme becerileri”, öfke kontrolü” , “iletişim becerileri”, aile görüşmesi gevşeme egzersizleri, motivasyona yönelik çalışmalar ve değişik terapi yöntemleri uygulanmaktadır. Bu nöbetler genelde 10-15 dk. sürebilir. Şiddeti değişiklik gösterebilir. Nöbet geçiren kişi ölüm korkusu ve çıldırma düşüncesinden dolayı çevresinden yardım bekler. Hemen doktora gitmek ister. En çokta atak sırasında kalp krizinden korkulur. Panik nöbetleri tekrarladıkça hasta nöbet geçirme korkusu yaşamaya başlar. Kendisini güvende hissedebileceği yerlerde ve kişilerin yanında bulunmak ister. Atağın olma ihtimali olan yerlerden uzak durur, yalnız kalmaktan korkar, bazıları kendini tamamen tehlikeli gördüğü dış dünyadan, kalabalıklardan soyutlar. Davranışlardaki ve düşüncelerdeki bozulmanın nedeni ortaya konulur, kişiye özel sebepler belirlenir, nerelerden kaynaklandığı netleştirilir, kişiye özel bir tedavi planı hazırlanır ve uygulanır. Konuşmada zorluk, seste titreme,Zihinsel karışıklık,Çarpıntı, yüz kızarması yada solması,Terleme, üşüme,Tüylerin diken diken olması,Göğüste sıkışma, soluğunu alamıyormuş boğuluyormuş gibi bir duygu, nefesin sıklaşması,Baş dönmesi, bulantı,Ellerde ayaklarda uyuşma,Sık idrara çıkma,Kan basıncının yükselmesi,Sıcak-soğuk basmaları,Baygınlık duygusu… Panik atağın biyolojik bir nedeni yoktur ve bir çok psikolojik sıkıntılar gibi temelinde dinamik bir nedensellik, travmalar, bastırılmış öfke, endişe, anlaşılmama hisleri, nefret, çaresizlik gibi kişiyi rahatsız eden, ağırlığını taşıyamayacağı bilinç dışına atılmış bir çok duyguların bedensel ifadesidir aslında. Panik nöbetleri olmadığında kişi gayet normal görünür. Ancak nöbet esnasında ileri derecede endişeli ve telaşlıdır. DSM-IV’te panik bozukluğu agorafobili ve agorafobisiz olarak iki kümeye ayırır. AgorafobiliAçık alan korkusu Agorafobi; beklenmedik şekilde ve beklenmedik zamanda ortaya çıkacak bir panik atağın ya da panik benzeri semptomların ortadan kalkması için yardım almanın ve kaçmanın zor olacağı yerlerde bulunmaktan yoğun bir kaygı duyma şeklinde oluşan fobidir. Tek başına ev dışına çıkamama, açık ve kalabalık alanda olamama, duraklarda sıra bekleyememe, köprü üzerinde ya da trafikte olamama gibi örneklendirilebilir. Kalabalık caddeler, kalabalık mağazalar, tüneller, köprüler, asansörler, metrolar, uçaklar… Hasta için son derece kaçınılması gereken uyaranlardır. Evden tek başlarına çıkamazlar. Mutlaka güvenilir yakın birinin eşlik etmesi için ısrarda Yineleyen, beklenmedik panik atakların en az birini 1 ay süreyle başka atakların olacağına dair yoğun bir anksiyete kaygı, kontrolü kaybetmeye yönelik yoğun üzüntü, alışılmış davranışlarda değişiklik izler. Açık alan korkusunun görülmediği tiptir. Panik atak ismiyle anılan panik bozukluk; genellikle genç yaşlarda başlayan, sosyal, ailevi ve iş yaşantısını olumsuz yönde etkileyen bir rahatsızlıktır. Kişinin yaşadığı endişe ve kaygılardan dolayı bedenin ani olarak verdiği tepkidir. Vücudun verdiği ani tepkiden dolayı şiddetli ölüm yada delirme korkusu, her an kötü bir şey olacakmış endişesi, yoğun rahatsızlık yaratır. Belirli nesneler veya durumlardan anormal korkudur. Bunları agorafobi ve sosyal fobilerden ayırt ettiren özellik korkunun özgül durumlar ve nesneler karşısında belirmesidir. Bu özgül durumlar ve nesneler olmadığında hastada rahatsızlık belirtisi yoktur. Bunlardan uzak olduğu sürece hastanın yaşamı etkilenmemektedir. Yalnız fobi nesnesi ya da durumuyla yüz yüze gelince panik derecesinde korku ortaya çıkmaktadır. Hasta bu nesne veya durumların nerede bulunabileceğini daha önceden inceler ve ona göre sakınarak sıkıntıdan kendini korumaya çalışır. Fakat çok sık karşılaşılan nesneler karşı korku yaşamı çok kısıtlayıcı olabilir. Nesne fobileri örümcek, böcek, köpek, sivri uçlu eşya gibi…Durum fobileri kapalı yer, açık yer, asansör, uçak, yüksek yer gibi…İşlev fobileri altına kaçırma, gaz kaçırma, terleme, yüz kızarması gibi… Açık yerlerden korku olarak bilinen agorafobi, yalnız başına kalmaktan, yalnız sokağa çıkmaktan kalabalık yerlere girmekten Örneğin; sinema, tiyatro, tünel, köprü, pasaj, asansör, otobüs vapur, uçak gibi yerlerde duyulan korkulardır. Çoğu agorafobinin temelinde panik nöbetleri bulunmaktadır. Yani hasta panik nöbetleri geçireceği korkusu yüzünden yalnız başına sokağa çıkamamakta kalabalığa girememektedir. Kendisinde sosyal fobi olduğunu düşünen herkesin mutlaka tedavi olması gerekir, çünkü bu rahatsızlık kişinin zekâsıyla eğitim düzeyiyle alakalı olmadığından, kişi rahatsızlığını fark edip bundan dolayı büyük üzüntü duyar, hak ettiğim hayatı yaşayamıyorum duygusu kişiyi mutsuz eder. Bu nedenle sosyal fobik kişilerin büyük kısmında kronik depresyon hali de eklenir, hatta kişiler bu sıkıntıyla baş etmek için alkol ve özgüvenini arttırdığını düşündüğü başka maddelerden medet ummaya başladıklarından, bağımlılık da bu grupta oldukça sık rastladığımız bir yan problemdir. Sosyal fobi genelde gençlik yıllarında özellikle karşı cinse ilginin arttığı dönemlerde ortaya çıkar. Sosyal fobi, insanların gerek iş hayatlarında gerek özel hayatlarında yüksek performans göstermelerini gerektiren günümüz koşullarında, çok önemli bir sağlık sorunu haline gelmektedir. İnsanların bir miktar çekingen olması ve bazı durumlarda utanç duyup yüzlerinin kızarması, ellerinin terlemesi, kalabalıklar karşısında konuşurlarken veya iş hayatında bir sunum yaparken heyecanlanmaları çok olağandır, hatta bunların olmaması gariptir. Ancak bu çekingenlik ve heyecanlanma nereye kadar normaldir? Stres ve gerginlik belirli bir düzeye kadar başarıyı arttırıcı bir faktördür. Kişi iş hayatında gelebileceği noktalara gelemiyorsa, duygularını yakınlık duyduğu kişiye aylarca söyleyemiyorsa, 3 ay sonra yapacağı bir toplantı veya konuşma nedeniyle şimdiden uykusu kaçıyor ve toplantıya çok iyi hazırlanmış olduğu halde elindeki notları dahi heyecandan karıştırıyorsa, bu noktada çekingenlik ve utangaçlık pozitif duygular olmaktan çıkar ve artık soysal fobik davranış biçimi yerleşmiştir denilebilir. Gerçekte korku yaratmayacak bir objeye, aktiviteye veya duruma karşı aşırı korku duyma ve kaçınma davranışında bulunmaya fobi denir. Fobik kişiler belli bir durum, nesne veya aktivite ile karşılaştığında aşırı anksiyete duyar. Kişiler korkularının saçma olduğunun farkındadır, ancak korkularını mantıksal düşünerek engelleyemezler. Bu korkular fobik kişilerin günlük işlevlerinde bozulmaya neden olur. Fobiler toplumda sık görülür. Araştırmalarda toplumda oranında fobik olduğu söylenmekle birlikte tahminen bu değer % 25 dolayındadır. Araştırmalarda fobi sıklığının beklenenden düşük çıkmasının en önemli nedeni bu kişilerin hastalıklarının farkında olmaması ve tedaviye başvuruların az olmasıdır. Kadınlarda erkeklere göre daha sık görülür. Olanlara anlam veremez, yas tutma sürecine yiyemez, uyuyamaz, insanlarla konuşmak ilgi azalmış ve dikkat toplama düzensizleşmiştir ve kaybedilen kişi veya nesne ile ilgili rüyalar kabusla uyandığında yaşadıklarının gerçek veya rüya olup olmadığını kontrol bozulur, iletişim sorunları yaşar. Büyük kayıplardan sonra kişilerde görülen psikolojik tepkilere yas denilmektedir. Kayıp terimi ile anlatılmak istenen yakınların ölümü yanında kişinin bir organını, beslediği hayvanları, malını veya işini kaybetmesi dir. Yas tepkisi kayba uğramış herkeste görülür, ancak kişiden kişiye değişebileceği gibi kültürler arasında da farklılık gösterir. Sevilen birinin, bir yakının veya malın kaybından sonra ilk tepki şok olma duygusudur. Kişi duygularını yitirmiştir ve şaşkındır. Bazen kaybedilen kişiye karşı duyulan hisler o kadar kuvvetli olabilir ki yas tutan, ölenin sesini duyduğunu veya kendisini gördüğünü söyleyebilir. Bunun normal sayılabilmesi için kişinin bu durumun gerçek olmadığını kabul etmesi gerekir. Belirtiler genelde nörolojik hastalıkları taklit eder, nörolojide görülen bütün belirtiler psikolojik nedenlerle de ortaya çıkabilir. Belirtiler genelde şiddetlidir ve hastanın günlük işleri yapmasında sorunlar ortaya çıkarır. Belirtilerin uzun süre devam etmesi hastanın kol ve bacaklarında kaslarda erime ve yapışıklık gibi sorunlar ortaya çıkarabilir. Bayılma, sara benzeri nöbet geçirme genelde kalabalığın olduğu yerlerde bayılma görülür. Hastalar tek başına iken bayılma pek olmaz. Bayılma sırasında kendini yaralama ve bilinç kaybı pek görülmez. Bayılma genelde uzun sürelidir. Hasta çevrede olanları duyduğunu ancak yanıt veremediğini, tüm bedenini felç olmuş gibi hissettiğini belirtir. Hastalar genelde ağlayarak kendine gelir. Kendine gelirken saldırgan davranışlarda bulunma saçını, yüzünü yolma gibi taşkınlık belirtileri herhangi bir yerinde uyuşma veya hiçbir şey hissedememe; genelde kol ve bacakta görülür. Nörolojik muayenende organik bir neden bulunamaz ve uyuşan bölge nörolojik kökenli duyu kayıplarından sıklıkla tek gözün görmemesi, iki gözde körlük, tek gözde tüp şeklinde görme bozukluğu olabilir. Göz muayenesi hastalar kısık sesle konuşabilir. Konuşamamayı açıklayacak organik bir neden herhangi bir yerinin hareketinde azalma veya tamamiyle felç olması kol, bacak veya tüm bedenin felç olması olabilir hasta bedenin herhangi bir yerinde kuvvet azlığından yakınır. Kuvvet azlığı veya kaybı genelde kol ve bacaklardadır. Nörolojik muayenede kuvvet azlığını açıklayacak bir bulguya rastlanmaz. Bazen felç bir koldan diğerine geçip yer herhangi bir yerinde titreme tremor veya istemsiz beden hareketleri görülebilir. Bu hareketlerin nörolojik kökenli hareket bozukluklarından ayrılması bozuklukları hastalar ayakta duramaz ve yürüyemezler, özellikle izlendiklerini anladıklarında belirtilerde artma görülür. Bazen duruş ve yürüyüşün normale döndüğü sonra tekrar bozulduğu görülebilir. Konversiyon bozukluğu, altta yatan organik bir neden bulunmaksızın ortaya çıkan, bayılma, felç olma ve duyu kaybı gibi nörolojik belirtilerdir. Hastalar sorunlarının ruhsal olduğunun farkında değildir ve istemli olarak bu belirtileri kontrol edemezler, yani belirtiler bilinçli olarak ortaya çıkmaz. Konversiyon bozukluğu çok eski çağlardan beri bilinmektedir. Halk dilinde histeri olarak geçer. Bu hastalık kişinin ruhsal sıkıntısının beden diliyle ifade edilmesidir. Uygun incelemelerden sonra bu belirtilere tıbbi bir durumun ya da madde kullanımının yol açmadığı gösterilmelidir. Eğer tıbbi bir durum söz konusu ise bile fiziksel şikayetler ve bunların sonucu olarak ortaya çıkan sosyal ya da mesleki işlev kaybı tıbbi durumun alınan öyküsü, fizik muayene ve laboratuar bulguları ışığında beklenilenden çok fazladır. Belirtilerin istemli olarak taklit edilmemiş olması da gereklidir. Somatizasyon Bozukluğunun tedavisi zordur. Çünkü kişiler yakınmalarının bir tür psikolojik bozukluk olduğunu kabullenmezler. Kişinin semptomları ve yaşadıkları arasında bağlantılar kuruldukça şikayetleri azalır. Kişiye özel bir tedavi programı hazırlanır ve uygulanır. DSM-IV’de somatizasyon bozukluğu tanısının konulabilmesi için dört ayrı sistemin her birindeki şikayetlerin rahatsızlığın değişik dönemlerinde her hangi bir zaman ortaya çıkmış olması gerekmektedir; Dört ağrı semptomu en az dört değişik sistem ya da işlevle ilişkili ağrıların olması baş, karın, sırt, eklem, kol ve bacaklar, göğüs, makat, adet sırasında ağrı, cinsel ilişki sırasında ağrı, idrar yaparken ağrı gibiİki gastrointestinal sistem belirtisi ağrı dışında iki GIS belirtisinin olması gerekir bulantı, şişkinlik, gebelik sırasında olmayan kusma, diyare, değişik yiyeceklere duyarlılıkBir cinsel semptom ağrı dışında en az bir seksüel ya da üreme sistemiyle ilişkili belirtinin olması cinsel duyarsızlık, erektil ya da ejakülasyon bozukluğu, adet düzensizliği, aşırı adet kanaması, gebelik boyunca kusmaBir psödonörolojik belirti ağrıyla kısıtlı olmayan, nörolojik bir durumu telkin eden bir belirtinin olması dengesizlik, felç ya da lokalize güçsüzlük, yutma güçlüğü ya da boğazda düğümlenme hissi, ses kısıklığı, sağırlık, nöbetler, amnezi gibi dissosiyatif belirtiler, bayılma dışında bilinç kaybı. Ruhsal sıkıntı ve gerginlik uygun biçimde ifade yolu bulamadığında kişi bunun için bedenini kullanmakta ve sıkıntısını bedenselleştirmekte’ yani bedeniyle ifade etmektedir. Somatizasyon bozukluğu olan kişilerin bedenlerinde ağrılar, sızılar, uyuşmalar, ateş basmaları, karıncalanmalar, çarpıntılar olur. Bu belirtiler fiziksel muayene ve laboratuar incelemeleri ile açıklanamaz. Şikayetleri ses kısıklığı, ses kaybı, çift görme, kas zayıflığı, idrar güçlüğü gibi gerçek olmayan nörolojik belirtilerdir. Sindirim sistemi yönünden karın ağrısı, bulantı, kusma, ishal ve kabızlık görülebilir. Üreme organları ve boşaltım sistemi açısından idrarını ağrılı yapma, ağrılı adet görme, adet düzensizlikleri olabilir. Cinsel işlevler açısından da ağrılı cinsel birleşme, cinsel istek ve ilgi azlığı, erkeklerde sertleşme ve boşalma sorunları, kadınlarda vajinismus denilen cinsel birleşme korkusu ile ortaya çıkabilir. Somatizasyon bozukluğu otuz yaşından önce başlayan ve tıbbi olarak açıklanamayan bir çok sisteme dair fiziksel semptomların olduğu bir rahatsızlıktır. Kişi geçmişte bir çok doktora gittiyse, hatta gerçekten ciddi bir hastalığı olduğuna inanan bir doktorda karar kıldıysa,Kişi son zamanlarda ciddi bir kayıp ya da stres yaratan bir olay yaşadıysa,Kişi spesifik bir organ ya da sistem kalp ya da sindirim sistemi gibi üzerine aşırı endişeliyse,Kişinin belirtileri ya da endişelendiği bölge değişebiliyorsa,Doktorun görüşleri kişiyi rahatlatmıyor, kişi doktora inanmıyor ya da doktorun bir hata yapmış olduğunu düşünüyorsa,Kişinin hastalık endişesi iş, aile ve sosyal hayatını zedeliyorsa,Kişi anksiyete, gerginlik ve/veya depresyondan yakınıyorsa dikkatli olunması gerekmektedir. Halk arasında hastalık hastalığı, evhamlılık ve pimpiriklik olarak adlandırılan hipokondriyak düşünceler bir çok kişide zaman zaman geçici olarak ortaya çıkabilmekle birlikte, bu düşünceler kişinin hayatını etkiliyorsa, belirgin bir sıkıntı kaynağı oluyorsa, mesleki ve sosyal yaşamını olumsuz etkiliyorsa mutlaka yardım alması olan hastalar doktor doktor dolaşan, bedenlerinde ortaya çıkan hemen her türlü duyumu yanlış yorumlar ve kendilerinde ruhsal bir hastalık olduğunu kabullenmezler. Sağlık ve hastalık ile ilgili konular günlük yaşantılarında önemli yer tutar. Hipokondriyazis kişide hiç bir bedensel hastalık olmamasına karşın her türlü bedensel yakınmasını kendisinde ciddi bir bedensel hastalık bulunduğu şeklinde yorumlamasıdır. Hipokondriyazisli hastalar doktorların verdiği bir çok güvenceye ve yapılan bir çok tetkike karşı kendisinde bir bedensel hastalık bulunduğu düşüncesini bırakamazlar. Dürtü kontrol bozukluğu olan kişiler davranışlarını kendi başlarına kontrol edebileceklerini düşünür ve her sefer “bir daha bunu yapmayacağım” sözünü verirler kendilerine. Oysa bu tutulması kolay bir söz olsaydı biz buna hastalık demezdik. Davranışın her tekrarı kişinin kendini daha da fazla yetersiz hissetmesine neden olur ve zamanla depresyon ya da başka psikiyatrik hastalıklara zemin hazırlar. Patolojik kumarKleptomani çalma hastalığıTrikotillomani saç yolma hastalığıPiromaniAralıklı patlayıcı bozuklukPatolojik cilt yolmaKompulsif takıntılı alışverişKompulsif takıntılı cinsel davranışİnternet bağımlılığıKendine zarar verme davranışıBinge tıkınırcasına yeme bozukluğu Dürtü kontrol bozuklukları, kişide yoğun duygusal zorlanmaya neden olsa da, durumlarını sıklıkla gizlerler. En yakınları dahi ne kadar sıkıntı çektiklerini bilemez. Bir dereceye kadar hastalığın yaşattığı huzursuzluk verici duygulara rağmen gündelik hayatlarını normal bir şekilde sürdürebilirler. Ancak, belli bir noktadan sonra zorluklar yaşanmaya başlayacaktır. Her hafta sonu sabahtan akşama kadar alışveriş yapan kadın tek tatil gününde sosyal ilişkilerine vakit kalmadığı için zamanla yalnız kalmaya başladığını fark edecektir. İş arkadaşının masasından bir şey çaldığı görülen üst düzey yöneticinin iş yerindeki itibarı zedelenecektir. Çoğumuzun, aslında bize zarar verebileceğini düşünmediğimiz davranışlarda bulunmaya karşı yoğun isteği olabilir. Örneğin, tatilimizi geçirdiğimiz otelden anı olarak otel havlularını bavulumuza atabiliriz, ya da “herşey 1 lira” yazılı mağazadan belki de hiç kullanmayacağımız bir sürü ıvır zıvır satın alabiliriz, ya da dostlarımızla bir araya geldiğimizde para karşılığı kağıt oyunları oynayabiliriz. Dürtü kontrol bozukluklarında bu davranışların uç halleri gözlenir. Dürtü kontrol bozukluğu olan kişiler sadece aşırı davranışlarda bulunmakla kalmaz, aynı zamanda belli bir davranışı gerçekleştirme isteklerinin de kontrol edilemez olduğunu hissederler. Kişideki, bu davranışları gerçekleştirme isteği çok yoğun olduğundan zihinlerini bu davranışlarla meşgul olmaktan alıkoyamazlar. Bütün yeme bozukluğu hastalıkları gibi obezite de bireyin ruh sağlığındaki bozulmayla paralel olarak ortaya çıkan ve bireyin biyolojik, psikolojik ve sosyal bütünlüğünü tehdit eden bir rahatsızlıktır. Diyetisyen ve psikolog işbirliğinin şart olduğu bu rahatsızlık için uygulanan psikoterapi yöntemlerinde amaç hastanın yeme tutumlarını etkileyen olumsuz durumların veya etkileşimlerin farkına varması ve yeme davranışı yerine daha uygun baş etme / iletişim yöntemleri edinmesidir. Yapılan çalışmalar bireyin rahatsız olana kadar kısa bir zamanda çeşit, tat farkı gözetmeden aşırı yemek tüketimi tutumunun bireyin yaşadığı stres ya da çözümleyemediği kişilerarası ilişki sorunlarıyla kolaylıkla tetiklendiğini ve rahatlama yerine suçluluk, değersizlik, öfke gibi duygulara yol açtığını göstermektedir. Bu bağlamda psikoterapi bireyin sorunlarını çözme ihtiyacına karşılık verdikçe, dürtüsel biçimde yemek yeme isteği hafifler. Yeme bozukluklarını kişiye özel bir anlamı vardır. Anne çocuk ilişkilerinden, aile içinde öğrenmeye kadar varabilir. Danışanın öyküsü dinlenir, anlamlandırılır ve kişiye özel bir tedavi programı hazırlanır. Semptomların hızlı bir şekilde ortadan kalkması için, hazırlanan program uygulanır. Dönem dönem gelen aşırı yemek yeme, kilo alma ve bir yandan da kilo almayı durdurma çabaları ile devam eden bir bozukluktur. Bu hastalar sürekli aşırı yiyen, ileri derecede şişman olan ve şişman kalan insanlardan farklıdır. Hasta aşırı yeme nöbeti başlayınca bütün çabalarına, korkularına, üzüntüsüne rağmen yeme tutkusunu durduramaz. Kilo almayı önlemek için hasta yediklerini kusar, iştah kesici, idrar söktürücü ilaçlar kullanır. Bu kişiler çoğu zaman fazla kiloluda olmayabilir. Ancak yine de kilo aldığından sürekli şikayet eder. Beden ağırlığı, güzellik, çirkinlik konularıyla aşırı derecede meşgul olabilir. Bu kişiler yaşamın önemli bir bölümünü yemek ve yememek arasında bocalayarak geçirir. Yeme tutkusu öyle ağır basar ki, bir yandan gizlice yer, gider çıkarır, yine yerler. Kimi hastalar için yenilen yiyeceğin önemi yoktur, önemli olan tıkınmak türünden tarif edilebilen bir yeme davranışıdır. Kimi hastalarda yemek yeme tutkusu o denli aşırı olabilir ki bulundukları yerde yiyecek, içecek bulamayacaklarından korkabilirler. Anoreksia Nevroza’nın bulimik türünde de zaman zaman aşırı yeme ve kilo alma nöbetleri olabilir. Fakat temel rahatsızlık yemeği kısma ve kesme doğrultusundadır. Bulimia Nevroza’da da kusmalar, zayıflamak için çeşitli ilaçlar kullanılabilir. Fakat temel patoloji daha çok yemeyi durdurmama şeklindedir. En temel belirti aşırı kilo alma korkusudur. Bu durum kişinin yiyecek konusunda neredeyse fobik olacak noktaya dek varmasına neden olabilir. Şişmanlama korkusunun yanı sıra beden imgesinde de bozulma vardır. Buna bağlı olarak bu kişiler çok zayıf ve ince olsalar bile kendilerini şişman bulabilirler. Vücut ağırlığını kontrol altında tutabilmek için iki yolu kullanırlar Kişilerin bir bölümü yiyecek alımını ileri derecede kısıtlarlar. Zaten aldıkları çok az yiyeceğin de çok az kalorili yiyecekler olmasına dikkat ederler. Bu kişiler buna rağmen ağır egzersizler de yaparlar. Diğer gruptaki kişilerde yiyecek alımının ileri derecede azaldığı açlık dönemleri ile aşırı yeme dönemlerinin birbirini izlediği gözlenir. Bu gruptaki kişiler, aşırı yemeden sonra şişmanlayacakları korkusuyla boğazlarına parmaklarını bastırarak kusarlar. Anoreksiya Nervoza; Genel olarak 12-18 yaşları arasında başlayan ve şişmanlamaya karşı ağır korku yüzünden bilinçli olarak aşırı zayıf kalma çabaları ile belirlenen bir bozukluktur. Toplumda ortaya çıkma sıklığı bilinmemekle birlikte eskiden sanıldığı gibi çok ender rastlanan bir rahatsızlık değildir. Anoreksia Nervoza’lı bireylerin yaklaşık % 95′ i kadındır. Ve bir kişinin kız kardeşinde bu tür bir bozukluk varsa o kişide aynı hastalık riski belirgin oranda artmaktadır. Bireyin yeni yasam koşullarına uyum sağlayabilmesi, yenilik ve değişimi kabullenebilmesi, kendini geliştirip zenginleştirmesi ve esneklik kazanması stresle basa çıkmada önemli etkenlerdir. Düşmanlık duyguları, yargılama, yineleyen bir biçimde kendini suçlama, aşırı duyarlılık kazanma ve gösterme, duyguların çözülerek ayak bağı olması, aşırı mantık kullanmak ve olayları ya çok iyi, ya çok kötü olarak iki uçta değerlendirmek, yeterince büyüyemeyip yetişkin yaşamına geçememek, çocuksu davranışlar, kişiler arası ilişkilerde iletişim ve etkileşim kuramamak ya da çekingen kişilik özellikleri, pasif tutumlar stresle basa çıkmada zorlayıcı ve başarısız olunmasına neden olan unsurlardır. Bireysel bütünlüğü bozan, zorlayan stres, çevresel nedenler, sosyal stres yaratan nedenler ve ruhsal stres vericiler olarak değerlendirilebilir. Stres çevre koşulları, sosyal yaşam, iş dünyası gibi, aile yaşamı gibi bireye dışarıdan gelen tetikleyicilerle başlayabildiği gibi, her bireyin kendi özgün dünyasındaki duygular, duygulanımlar, dürtüler, çatışmalar nedeniyle de oluşabilir. Bu tür nedenlerle bir doktora müracaat eden kişilerin dinamik yapıları, dikkatli ve ayrıntılı bir şekilde incelenerek bireysel terapi veya terapi grupları ile tedavi görürler. Stres organizmanın bedensel ve ruhsal sınırlarının tehdit edilmesinde ve zorlanmasında oluşan bir durumdur. Bir tehditle karşılasan birey, bu tehditle başa çıkamayacağına inanmışsa strese girer. Stres fiziksel olarak bireyde çarpıntı, kas gerilimi, kan basıncının artması olarak belirir. Kişisel etkiler Huzursuzluk, saldırganlık, duyarsızlık, depresyon, yorgunluk, asabiyet, suçluluk ve utanç, sinirlilik, karamsarlık, düşük öz-saygı, yalnızlık, tehdit ve gerginlikDavranışsal etkiler Kaza eğilimi, ilaç alımı, duygusal patlamalar, aşırı yeme veya tat kaybı, aşırı alkol alımı veya sigara içme, heyecanlılık, tahrik edici davranışlar, az konuşma, sinirsel kahkahalar, hareketsiz kalamama, titreme,Bilişsel etkiler Karar verme ve konsantre olmada yetersizlik, sık unutkanlık, eleştiriye aşırı duyarlılık ve psikolojik engeller,Psikofizyolojik etkiler Kan ve idrarda yüksek katekolamin ve kortikostreid bulunması, kan şekerinin yükselmesi, kan basıncı ve kalp atışlarının artması, ağız kuruluğu, terleme, göz bebeğinin genişlemesi, solunum güçlüğü, sıcak ve soğuk nöbetler, boğazda şişlikler, kol ve bacaklarda hissizlik ve karıncalanma,Tıbbi etkiler Astım, adet görememe, göğüs ve sırt ağrıları, koroner kalp hastalıkları, ishal, baş dönmesi ve halsizlik, hazımsızlık, sık idrara çıkma, migren ve baş ağrıları, kabuslar, uykusuzluk, nevroz, psikoz, psikosomatik bozukluklar, şeker hastalığı, ciltte görülen hastalıklar, ülser, cinsel isteksizlik ve güçsüzlük,Organizasyonla ilgili etkiler görev başında bulunmama, düşük endüstriyel ilişkiler ve verimsizlik, yüksek iş kazası ve düşük iş teslim oranları, kötü iş ortamı, işinden memnuniyetsizlik ve nefret ortamı, Halk arasında “Karabasan” olarak bilinen uyku felci, uyandıktan hemen sonra veya seyrek olarak, uykuya dalmadan hemen önce bedenin geçici olarak hareket edememesi felç olması ile karakterize edilen bir durumdur. Uyku felci, kişinin bilincinin tamamen açık olmasına rağmen hareket edememesine sebep olur. Ayrıca bu durum ile birlikte halüsinasyonlar olabilir. Çoğu zaman, uyku felcine uğrayan kişi tarafından bunun bir rüya sebebiyle oluştuğuna inanır. Bu yüzden, insanların hareket etmek istese de hareket edemediği rüya sayısı bu kadar fazladır. Uyku felcinin sebep olduğu halüsinasyonlar bazen durumun normal bir rüya olarak algılanmasına, bazen de oda içerisinde hayali şeyler görülmesine sebep olur. Rüya Sıkıntı Bozukluğu; Uyku sırasında normalde her kişi korkutucu rüyalar görebilir. Ancak normal olan tipinde bu rüyalar kişiyi genelde uyandırmaz ve tekrar etme eğiliminde değildir. Ancak rüya sıkıntı bozukluğun da kişi uyku sırasındaki normal uykusunun yanı sıra korkutucu rüya ve karabasanlar görüp korku içinde uykudan uyanır. Kişi uyandığında bunun bir rüya olduğunu hemen anlar. Bu durum genelde gecenin ileri REM dönemlerinde ortaya çıkar. Kişinin uyumunu bozabilir, tekrarlama eğilimindedir. Uyurgezerlik; İlgi çekici bir hastalıktır. Genellikle uykuya daldıktan hemen sonra görülür. Uykunun ilk üçte birlik döneminde ortaya çıkar. Sıklıkla 10’lu yaşlara kadar görülür. Kişi birden yataktan kalkarak bazı otomatik hareketleri yapar. Bunlar yürüme, giyinme, tuvalete gitme, araba kullanma gibi hareketler olabilir. HipersomniaAşırı Uyuma Bu hastalık aşırı uyuma ve gündüzleri uyuklama olarak ikiye ayrılır. Kelime anlamı çok uyuma olan hipersomnia genellikle diğer psikolojik hastalıklara eşlik eder. Hipersomnia her zaman patolojik olmayabilir. Kişilik özelliklerinin veya ailesel yatkınlığın hipersomniaya yol açtığı kabul edilmektedir. Uyku, insan hayatının üçte birinden fazlasını kaplayan fizyolojik bir gereksinimdir. Uyku bozuklukları, pek çok ruhsal hastalığa eşlik edebildiği gibi, birincil olarak sadece uyku bozukluğu gelişebilir. Ancak uyku sadece zihinsel yaşamın önemli bir parçası değil, aynı zamanda hormonal düzenlemede de önemli rol alan bir süreçtir. Bu nedenlerle uyku bozukluğu nedeni saptanarak derhal tedavi altına alınmalıdır. İnsomnia Uykusuzluk Uykuya dalma güçlüğüdür. Genelde insomnia kendiliğinden düzelme eğiliminde olsa da altta yatan daha ciddi bir psikolojik hastalığın ilk habercilerinden olabilir. Çocukluk döneminde görülen baskılar ve eleştiriler özgüven sorunlarının temelini oluşturur. Sonraki yıllarda da, okul hayatında, arkadaş ilişkilerinde, beden algısıyla ilgili veya iş hayatında yaşanan küçük gibi görünen fakat duygusal olarak ağır travmalara neden olan sebepler kişinin özgüven sorunu yaşamasına neden olur. En önemlisi hayatı boyunca bu durum ilişkilerini ve iş hayatını etkiler. Bir çocuk aile içerisinde eleştirilmişse yada sınıf içerisinde söylediği bir şeyden dolayı gülünç duruma düşmüş ise bir daha toplum içerisinde yada otorite konumundaki insanların yanında kendini ifade edemez, heyecanlanır ve kendini kötü hisseder. Yapamadığı şeylerden dolayı da devamında kendine kızma ve suçluluk gibi duygular ortaya çıkar. Özgüven sorunu yaşayanlar Kendi kendinizi sürekli eleştirirHer şeyin olumsuz tarafını görürHayal kırıklığı ve başarısızlık olma korkusu yaşar, umutsuzdurBazı küçük başarısızlıkları tüm hayatına yayar ve genellerHedefi yoktur yada gerçekleştiremeyeceği kaygısı yüksektirSahip olduklarınıza değil, olmadıklarınıza odaklanırPişmanlık ve çaresizlik duyguları fazladırDiğerlerini kendinden daha üstün görürYeteneklerinizi küçümserEzik bir ruh hali içerisindedir Kaygı Bozukluklarının belirtileri; Eğer aşağıdaki belirtileri kendinizde de görüyorsanız ve bunlardan kurtulamıyorsanız anksiyete kaygı bozukluğu yaşıyor gerginlik, endişeli ve aşırı hassas olma,Anlamsız korkular,Ani ve beklenmedik kalp çarpıntısı nöbetleri,Terleme, mide bulantısı ya da baş dönmesi,Sık sık idrar çıkarma ya da ishal,Nefes darlığı,Titreme ve seğirme,Kas gerilimi, yorgunluk,Baş ağrısı,Uyuma zorluğu,Evham ya da dehşet hissi,En kötüyü öngörme,Alınganlık, huzursuzluk,Sürekli olumsuz arama hali, Aslında korku insanın doğasında var olan ve güvenliğimizi tehdit eden ya da tehdit etmesi muhtemel olan tehlike durumlarına karşı önlem alarak kendimizi korumamız için hayati öneme sahip olan bir duygudur. Kaygı, fiziksel belirtilerin de eşlik ettiği, normal dışı ve nedensiz bir aşırı korku hali diye tanımlanabilir. Kaygı bozukluğu olan kişi kendisini huzursuz hisseder ve kötü bir şey olacakmış endişesi taşır fakat bu durumunu açıklayacak somut bir tehdit veya tehlike gösteremez. Korkular ve kaygılar gündelik yaşamda sıklıkla gösterdiğimiz tepkilerdir. Örneğin evimizde sessiz bir ortamda otururken birden patlamaya benzer bir ses duyduğumuzda irkilmemiz ya da bir iş görüşmesine giderken tedirginlik duymamız olağan tepkilerdir. Kaygı bozukluğuna sahip kişilerde ise bu tepkiler daha yoğundur ve duruma özgü değildir. Bu tepkiler onların yaşamlarını olumsuz yönde etkiler ve birçok durumda hayatlarını güçleştirir. Normal kaygının kişiyi tehlikelere karşı uyarma koruma ve harekete geçirme özellikleri vardır. Aşırı kaygılı durumlarda ise bir kaygı bozukluğundan söz etmek mümkündür. Çeşitleri Panik Bozukluk, fobiler, obsesif-kompulsif bozukluk, travma sonrası stres bozukluğu, yaygın ankiseyete bozukluğu. İletişim kişilerin sözlü ya da sözsüz mesajlarla, birbirlerine duygu, düşünce ilettikleri ve bu iletileri anlamaya, yorumlamaya çalıştıkları bir süreçtir. Verilen herhangi bir mesaj, bu mesajı alan kişi tarafından belli bir biçimde algılanır ve bu algı sonunda olumlu ya da olumsuz bir tepki ortaya çıkar. Eğer iletişimde sözel ve sözel olmayan ipuçları farklı mesajlar veriyorsa ya da anlatılmak istenen net değilse, iletişimde tıkanıklıklar, yanlış anlaşılmalar belirsizlikler olabilir. Örneğin, bir kız “hayır” yanıtını vererek erkekten uzaklaşmışsa ne istediğine dair bir netlik söz konusudur. Ama kız erkeğe biraz yaklaşarak ve tutarsız bir şekilde. “hayır” demişse, cümlesi hayır derken bakışı, beden hareketleriyle evet mesajı yolluyorsa, bu hem kendi için hem de erkek için karmaşık ve çelişki yaratabilecek bir durum olacaktır. Günlük yaşamımızda çevremizdeki insanlarla her zaman istediğimiz iletişimi kuramayabiliyoruz. Bazı durumlarda bizim anlatmak istediklerimizi karşımızdakiler yanlış anlayıp yanlış yorumlarken, bazen de karşımızdaki kişileri biz yanlış anlayabiliyoruz. Böyle durumlarda iletişimin kalitesi bozulduğu gibi, konudan çok kişililerle uğraşmaya başlarız ve savunmaya dönük bir iletişim tarzı ortaya çıkar. İletişim sorunları çözülmez ise; Sorun tüm alanlara yayılır, Duygusal paylaşımlar azalır, Birlikte yapılan aktiviteler azalır, Keyifle geçirilen vakit azalır. Herkesin kendini kötü, umutsuz, çökkün hissettiği zamanlar vardır. Aileden ayrı kalma, bir yakının vefatı, işten ayrılma, iflas gibi durumlarda insanın kendini çaresiz, umutsuz hissetmesi normaldir. Çoğu kişi kısa sürede hissettiği kötü durumdan kurtulup mutlu olmayı başarır. Fakat uzun süre içinde bulunduğu durumdan kurtulamıyor, sıkıntılı, yorgun, umutsuz, huzursuz hissediyorsa depresyondadır demektir. Kişide stres yaratan olaylar depresyona girme olasılığını artırmaktadır. Herkesin yaşamında üzücü ve sıkıntıya sokan olaylar olur. Ancak herkes aynı biçimde tepki veremez. Depresyonun en çok görüldüğü durumlar; Ailesinde depresyon öyküsü çıkarılma, yakın birinin ölümü, sevilen birinin veya bir şeyin yitirilmesi hatta yitirme ve yakın ilişkilerde yaşanan sorunlarda boşanma, ayrılık, terk önemli değişikliklerde, örneğin kaza, hastalık, emeklilik karşılaşılan güçlükler; iş yoğunluğu, fazla mesai, tükenmişlik, mobbing kişilik yapılarında; benlik saygısı düşük, melankolik, kendine değer vermeyen, karamsar, her şeye kolay üzülme ve ilaç uzaklaşma, yalnızlaşma yaşanan örseleyici deneyimler, sorunlu bir aile ortamında yetişme depresyon riskini artırır. İnsanlar ara sıra kendilerini mutsuz, üzüntülü, çaresiz ve umutsuz hissederler. Sevilen birinin kaybedilmesi, evlilikte veya yakın ilişkilerde yaşanan sorunlar, işyerinde yaşanan stres ve kaygılar, başarısız olma, önemli yaşam değişiklikleri, karşılaşılan zorluklarla baş edememe yoğun üzüntüye neden olabilir. Hayatta bir mücadeledir ve birçok üzücü olaylarla karşılaşılması normaldir. Ancak kişide beklenmedik bir anda ve nedensiz ortaya çıkan mutsuzluğun, çökkünlüğün uzun sürmesi ve yaşamı olumsuz etkilemesi depresyon olarak tanımlanır. Düşünce, duygu ve davranışları olumsuz etkiler. Hayatımızın etkin bütün alanlarını bloke eder, çöküntüye uğratır. Bazen aylar, hatta yıllarca sürebilir. Kronik Yorgunluk Sendromu, sürekli veya tekrarlayıcı seyreden, sakatlayıcı, iyi anlaşılamayan ve birçok sistemi tutan bir hastalığı tanımlamak için kullanılır. Tek bir sebebi yoktur. Bu hastalığın viral bir enfeksiyonun tetiklediği beyinin çalışmasındaki düzensizlikler, strese bağlı vücudumuzdaki dengesizlikler ve vücudun savuma sisteminin bozulması sonucu aşırı derecede aktifleşen bağışıklık sistemimizi içine alan bir durum olduğunu kabul etmeliyiz. Kronik yorgunluğun en ayırt edici belirtisi yatak istirahatiyle geçmemesidir. Bağışıklık sistemi enfeksiyonlarla başa çıkamayınca sonuç bitkinlik olmaktadır. Kronik Yorgunluk Sendromu fiziksel, duygusal ve zihinsel bulgu ve belirtileri içerir. Bu sendrom duygusal tükenmişlik, depersonalizasyon ve bireysel beceride azalma nedeniyle; bireysel ya da kurumsal düzeyde, insanın iç dünyası ile ilgili duyguları, amaçları, istekleri ve beklentileri etkileyen psikolojik bir deneyimdir. Bu hastalar sorunlar, baskı hissi, huzursuzluk ve işlev bozukluğu sonucunda işlerinden ve ailelerinden olabilirler. Bu sorundan kurtulmak için öncelikle kendimizi, doğayı ve hayatı sevmek, yorgunluklarımızın, tükenmişliğimizin, mutsuzlukların, hayal kırıklıklarının gelip geçici olduğuna inanmak gerekir. Hastaların psikolojik tedavi görmesi gerekir. Geleceğimizi, başarılarımızı, genellikle mutluluk ve mutsuzluklarımızı sağlıklı alacağımız kararlar belirler. Bugünkü yaşantılarımız, geçmişte aldığımız kararlarımızın bir sonucudur. Uygun zamanda, uygun yerde, uygun davranışlar sergiliyorsak, bu sağlıklı düşündüğümüzü ve doğru kararlar aldığımızı gösterir. Aldığımız bir karar bazen yaşantımızı tümüyle değiştirebilir. Bu nedenle kararlarımız yaşantımızda önemli yer tutarlar. Kısa ve uzun sürede gerçekleşmesini istediğimiz beklentilerimiz de bir karar nedenidir. Karar verdiğimiz anlar geleceğimizin şekillendiği anlardır. Geleceğimizi yaşam koşulları kadar verdiğimiz kararlar da etkiler. İstersek bir şeyleri değiştirmenin mutlaka bir yolu vardır. Geçmişimiz geleceğimiz değildir. Herhangi bir zamanda yeni bir karar alarak yaşamımızı değiştirebiliriz. Hayatta bir mücadeledir ve birçok üzücü olaylarla karşılaşılması normaldir. Ancak kişide beklenmedik bir anda ve nedensiz ortaya çıkan mutsuzluğun, çökkünlüğün uzun sürmesi ve yaşamı olumsuz etkilemesi; düşünce, duygu ve davranışları olumsuz etkiler. Yaşanan çaresizlik ruhsal sistemin dağılmasına neden olur, her şey bir anda allak bullak olur. Kişinin hayatının etkin bütün alanları bloke edilmiştir, ne yapması gerektiği konusunda fikri yoktur ve derin bir boşluğa düşmüş gibi hisseder. Bireysel Terapi; kişinin yaşadığı olumsuz duygularla baş edebilmesini sağlaması, kendi iç dünyasındaki çatışmaları çözmesi, kendini keşfetmenin keyfini yaşaması, iç dünyası ile dış dünyasını bütünleştirmesi, dünyaya, olaylara farklı bir açıdan bakmasını sağlayan, kişilik yapısı ve soruna göre farklı psikoterapi teknikleri kullanılarak yapılan bir süreçtir. İnsan mutlu, huzurlu olmak, yaşamını daha kaliteli hale getirmek için bir çok mücadeleler verir. Ancak ara sıra kendisini mutsuz, üzüntülü, çaresiz ve umutsuz hisseder. Kişinin geçmişte yaşadığı bir travma, anne-baba tutumları, kişilik yapısından kaynaklanan anlam veremediği döngüleri, sevilen birinin kaybedilmesi, evlilikte veya yakın ilişkilerde yaşanan sorunlar, işyerinde yaşanan stres ve kaygılar, başarısız olma, önemli yaşam değişiklikleri, terk edilme, okulla ilgili sorunlar veya daha basit olduğunu düşündüğü fakat çözüm bulamadığı diğer sorunlarla, karşılaşılan güçlüklerle, zorluklarla baş edememe yoğun üzüntüye neden olabilir. Sözsüz iletişim araştırmaları insanların duygularını gizlemekte pek de usta olmadıklarını gösteriyor. Araştırmaların gösterdiği bir başka gerçek de, insanların duyguların anlamını yorumlamakta sandıkları kadar usta olmadıkları. Beden dili yorumları birçok durumda yanlış izlenim yaratabilir. Kişiyi ne kadar iyi tanırsak, o andaki durumunu ne kadar iyi anlayabilirsek, ortamı ve diğer kişileri ne kadar dikkate alırsak, kısaca ilişkiyi ne kadar doğru yorumlarsak, beden dilini o kadar isabetli çözebiliriz. Prof. Dr. Acar Baltaş “Hızlı konuşan satıcıya güvenme.” Ağzı kalabalık kişilere güvenmeyiz. Oysa Ekman ağır konuşanlardan, özellikle uzun bir duraksamayla söze başlayanlardan kuşkulanın diyor. Konuşma arasındaki uzun, kısa ve sık duraklamaların güvenilir olmadığını da söylüyor. “Aaa…”, “mmm…”, “ıııı…” ifadeleri, “ben…”, ”şey..” sözcükleri üzerinde durulmasını öğütlüyor. Böyle durumlarda kişi, “yalancı”, ya yalan söylemek zorunda kalacağını öngörmemiştir, ya hazırlıklı olsa bile beklemediği bir soruyla karşılaşmıştır, yahut da gerginlikten dili dolaşmıştır. “Kızan adam sesini yükseltir.” Tekrar edelim, beden dili duyguları ele verir, ancak hangi belirtinin hangi duyguyla eşleştiğini söylemek zordur. Öfke, sinirlilik, korku, heyecan, panik, hepsi ses tellerinin gerilmesine ve sesin yükselmesine neden olur. Sözsüz iletişim öğesinin hangi duyguya işaret ettiğine karar verebilmek için iletişim içindeki kişiyi ve iletişim ortamını anlamak gerekir. “Ellerini arkada kavuşturmak güç ifadesidir.” Batı kaynaklı hitabet eğitmenleri yıllarca insanlara ellerini arkada kavuşturmalarını öğütlediler. Bu jeste “Prens Charles” duruşu da denir, sanki İngiliz tahtının varisi güçlü bir beden diline iyi bir örnekmiş gibi. Araştırmalar ise, insanların bu jesti güvenilir bulmadığını gösteriyor Ellerini göremediğimiz insanlardan kuşkulanıyoruz. “Yüksek mevkideki kişiler, diğerlerine dokunarak üstünlüklerini ifade ederler.” Çoğunlukla da iktidar sahibi erkeklerin diğerlerinin omzuna, koluna dokunarak güçlerini ifade ettiklerine dair bir inanış vardır. Bu doğru olsa bile, araştırmalar kadınların ve alt sınıftan insanların birbirlerine daha fazla dokunduklarını göstermektedir. “Yalancı adam bakışından belli olur.” Çoğumuza göre, gözlerini kaçıran kişi yalan söylüyordur. Yıllardır yüz ifadeleri üzerinde çalışan Paul Ekman böyle düşünmüyor Gözleri kaçırmak kişinin o anda güçlü bir duygunun etkisi altında olduğunu gösterir, ancak yalan söylediği anlamına gelmez. Beden dilinin ne anlama geldiğini anlayabilmek için yaşanan duyguyu doğru teşhis etmelidir. Dahası Ekman, en inandırıcı bakışlara sahip kişilerin sosyopatlar, dolandırıcılar ve müzmin yalancılar olduğunu söylüyor. “İnsanlar mutlu oldukları zaman gülümser.” Mutluluk gülümseme nedenlerinden biridir, ancak Ekman’a göre, o kadar çok gülümseme çeşidi var ki; “içten” gülümsemeden tutun da “nezaketen” gülümsemeye, “alaycı” gülümsemeden, “suçlu” gülümsemeye, “korkudan” gülümsemeden “muzaffer” gülümsemeye kadar. Nedeni ne olursa olsun, gülümsemenin insanlar üzerinde güçlü bir etkisi var. Araştırmalara göre yargıçlar, sanık suçluysa, gülümsesin gülümsemesin mahkumiyet kararı veriyorlar, ancak gülümseyen sanıklar daha az ceza alıyor. “Biriyle yeni tanıştığınızda ne kadar göz teması kurarsanız o kadar etkili olur.” Bu inançla insanlar iş görüşmelerinde gözlerini görüşmecinin gözünden ayırmazlar. Oysa birkaç saniyeyi geçen göz teması insanları huzursuz eder, bu bakışların altında başka anlamlar aranmasına neden olur. Örneğin araştırmalar, ısrarlı göz temasının karşı cinsin dikkatini çekmeye yönelik olduğunu göstermiştir. Bedenin Dili kitabının yayınlanmasının üzerinden 15 yıl geçti. Kitap bugüne kadar 35 baskı yaptı ve 150 binden fazla kişinin kitaplığında yerini aldı. Başlangıçta sadece “el-kol” oynatmak olarak anlaşılan bedenin dilinin önemi toplum tarafından fark edildi. Ancak kitapta belirli uyarılarla kaleme alınan bazı noktaların “mutlak doğru” olarak kabul edilmesine engel olamadık. Kaynak dergisinin bu sayısı yıllar sonra bu konudaki yanılgılara bir kere daha açıklık getirme imkanı verdi. Ve en önemlisi; kendinizin, ebeveynliğinizin, çocuğunuzun biricik olduğunu unutmayın. Kendinizi geliştirirken, aileniz için en uygun olabilecek yolları arayın, deneyin ve bulun. Her öneri ve yöntem her çocuk için uygun olacak diye bir kaide yoktur. Anne veya baba olmadan önce de bir yaşantınız olduğunu, anne ve baba kimliğiniz dışında da bir birey olduğunuzu her zaman hatırlayın. Eşinize, kendisine zaman ayırması ve kendi için enerji toparlayabilmesi adına fırsat verin ve bunun için özel anlar oluşturun. Ancak, önce kendi varlığının farkında olan ve kendisi için bir şeyler yapabilen insanlar iyi ve faydalı anne baba olabilirler. Kendiniz için de “yeterince iyi” olmayı unutmayın. Yaşadığımız çevre de bizi mükemmel olmaya iten insanlarla doludur. Herkes, kendileri mükemmelmişçesine bize ne yapmamız gerektiğini söyler durur. Çocuğunuzun gelişimi konusunda kendinizi doğru kaynakları kullanarak geliştirmeye çalışmanız yeterince iyi olmanızı sağlayacaktır. Çevrenizde söylenenleri zihin filtrenizden geçirin ve gerçekten faydalı olduğunu düşündüğünüz bildirimleri alın. Geri kalanı zaten filtreye takılacaktır. Çocuklarınızın tutumları karşısında başa çıkamadığınızı düşündüğünüz durumlar her zaman olacaktır. Bunun normal olduğunu bilin ve bu bilgiyi zihninize öğretin. Çünkü yeterince iyi’ olmak, zaman zaman başa çıkamadığımız şeylerle karşılaşabileceğimiz anlamına da gelir. Bunlara açık olun. Marifet, çocuğunuza mükemmel bir yaşam sunmakta değil, olumsuzluklar karşısında mücadeleci ve çözüm odaklı bir birey olabilmeyi öğretmekten geçer. Etrafınıza bir bakın. Sizce mükemmel olan bir şey var mı? İnsanın var olduğu her alanda mutlaka bir hata payı vardır. Hata payının olduğu bu yaşamda, mükemmel oldurmaya çalıştığınız çocuklar sizce hayatta kalabilirler mi? Çocuğunuza karşı hata yapmanız, sizi çocuğunuzun gözünde eksik bir ebeveyn yapmaz. Hatanız karşısında üzgün olduğunuzu belirtmeniz ise çocuk için oldukça faydalıdır. Çocuk bu şekilde, hataya değil hatanın nasıl giderilmeye çalışıldığına odaklanır. Bir diğer yöntem olarak, çocuğunuzla iletişiminizin hasar alacağını düşündüğünüz anlarda olaya mola verin. “Şu an ikimiz de sinirliyiz. Sakinleşince konuşalım” diyerek, sakinleşebileceğiniz bir alana yönelin ve nefes teknikleri uygulayın. Derin nefesi 3 saniyede burnundan çek, 6 saniyede yavaşça ağızdan ver… Çocuğunuza olumsuz duygularıyla tanışması ve duygularını yaşayabilmesi için alan tanıyın. Bırakın olumsuz duygularıyla da başa çıkabilmeyi öğrensinler. Biz onları ağlatmamaya çalıştıkça, zaten içlerinde var olan olumsuz duyguları daha da bastırmaya başlıyorlar. Bazen bu durum kimi çocukta öfke nöbetleri, zarar verme davranışları şeklinde bize geri dönebiliyor. Olumsuz duygularını yansıtmaya, kapsamaya ve dönüştürmeye çalışın. Örneğin yeni bir oyuncak almadığınızda ağlayan çocuğunuza “Paramız yok.”, “Maaşım gelince alacağım.”, “Ağlanacak ne var bunda?”, “Ağlamaya devam edersen bir daha asla oyuncak almam sana!” gibi söylemler yerine şu tutumu deneyebilirsiniz “Sana yeni oyuncak almadığımız için üzgünsün. Burada duygusunu anlıyor ve anladığınızı göstermiş oluyorsunuz. Zaten buna benzer bir oyuncağın var. Burada mevcut durum hakkında bilgi veriyorsunuz. Onunla oynayabilirsin. Başka bir zaman yeni bir oyuncak alabiliriz, şu an değil. Ve almayacağınızı dış bir nedene bağlamadan bu konuda net olduğunuzu gösteriyorsunuz. Diğer önemli adım çocuğunuzu olduğu gibi kabul etmektir. İstiyoruz ki çocuğumuz her şeyi öğrensin, bilsin, hep mutlu olsun, kötülüklerle karşılaşmasın. Ebeveynler bunu yaparken istemsizce çocuklarını özünde olmadığı kişiye dönüştürmeye çalışırken bulabiliyor kendilerini. Her çocuk farklıdır inancıyla çocuğunuzu olduğu gibi kabul etme adımını atmaya çalışın. Çocuğunuzu tanıyın ve ona uyum sağlayın. Onun da mükemmel olmasını değil, yeterince iyi olmasını bekleyin. Son yıllarda, özellikle babaların, annelere göre daha serbest ve rahat tutumda olduklarını belirtebilirim. Buna sebep olarak, eski nesil babaların çoğunlukla aşırı otoriter ve disiplinli olması ve kültürel olarak babaların çocuğuyla vakit geçirmesinin, hatta kucağına almasının ayıp sayıldığı dönemlerin etkileri gibi etmenler sayabilirim. Gördüğünüz üzere, olumlu ya da olumsuz olsun, her şekilde kendi anne ve babalarımızın veya bakım verenlerimizin ebeveynlik tutumlarını referans alarak kendi ebeveynlik tutumlarımızı geliştiriyoruz. Yeterince iyi anne/baba olmanın ilk adımı yeterince iyi bir anne/baba olmanın çocuklarımız için en faydalısı olduğunu bilmemizle başlar. Yetersiz olduğunuzu hissettiğinizde kendi kendinize veya aynadaki görüntünüze şunu hatırlatın “Ben yeterince iyi bir ebeveynim. Çocuğum için en sağlıklısını yapmaya gayret ediyorum. Yetersiz olduğuma dair hislerimi ve düşüncelerimi serbest bırakıyorum.” Anne ve baba olmak, her ne kadar evlenmeden önce dahi zihnimizde tasarlayabileceğimiz kavramlar olsa da bu çoğunlukla gerçeği yansıtmaz. Zira, anne ve baba olduktan sonra artık işin içine kendi anne, babalarımızla olan geçmiş deneyimlerimiz de girmeye başlar. Çünkü anne, baba olmayı, uzun bir yaşam süreci içerisinde kendi anne babalarımızdan öğreniriz. Elbette, her birey bir anne babayla büyüme nasibine erişememiş olsa da o bireyler için bu durum, kendilerine bakım veren kişiler için geçerlidir. “Ben asla annem/babam gibi bir anne/baba olmayacağım” diyenleriniz veya çevrenizde bunu duyduğunuz kişiler olmuştur. Kimi ebeveyn kendi ebeveyninin geçmişteki ilgisizliğinden dolayı kendi çocuğuna karşı aşırı ilgili olma yoluna giderken, kimisi kendi ebeveyninden gördüğü tutumun aynısını kendi çocuğuna uygulama yoluna girer. Birçok ebeveyn de şu sözleri söylerken bulur kendini “Annem-babama çok kızardım ama gittikçe ona benzemeye başladığımı, onlar gibi yaptığımı fark ediyorum.” Sosyal medya annelerinin günden güne artması, doğum yapan her kadının çocuk psikologluğuna soyunması ve işin kötüsü bunu gayri resmi olarak sosyal medya hesaplarından psikolog veya çocuk gelişimci edasıyla yapmaya çalışması, onları takip eden tüm annelerin sanki doğru olan buymuşçasına bu akıma kapılıp gitmesine neden olmaktadır. Belki tek bir kişiyi takip etmenin zararı yokken, bir annenin onlarca bu tip hesapları takip etmesiyle birlikte dört bir yanının “çocuğum için şunu da bunu da yapmalıyım, hepsini denemeliyim” şeklinde uyaranlara sebep olacak paylaşımlara maruz kalmasına neden olabiliyor. Yüzlerce çocukla çalışmalar yapmış biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki; 1, 2 ya da 3 çocuk sahibi olmak sosyal medya kanallarında çocuk psikolojisiyle ilgili bilginlik taslamak için asla ve asla yeterli değildir. Her gördüğünüzü ve duyduğunuzu yapmaya çalışmak yerine, size ve çocuğunuza uygun olan fikirleri denemeye çalışın. Donald Winnicott’ın yeterince iyi anne’ kavramı benim için de, mesleğimi icra etme yolunda büyük ilham kaynağım olmuştur. Winnicott, mükemmel anne olunamayacağını ve çocuğun sağlıklı ruhsal gelişimi için yeterince iyi bir anne olmanın faydalı olduğunu belirtir. Zira, bir çocuk hata yapılabildiğini, mükemmel olmak zorunda olmadığını, hayatında olumsuz durumlara da alan açabileceğini erken çocukluk dönemlerinde mükemmel olmayan ama yeterince iyi olan annesinden öğrenebilir. İşin özeti, mühim olan hata yapmamak değil, yapılan hataları nasıl olumluya dönüştürdüğümüzdür. Öncelikle ebeveynlerin bu gayretini takdir etmek gerekir. Bir çocuk için, çocuklarının bedensel, duygusal ve ruhsal gelişimleri için çaba gösteren ve gayretle birtakım şeyler yapmak için harekete geçen ebeveynlere sahip olmanın güzelliği ve kıymeti pek az şeyle yarışabilir. Çocuk psikolojisi alanında uzmanlaşan ve yüzlerce aileyle görüşme fırsatı bulmuş bir psikolog olarak yıllar içerisinde tecrübe ettiğim bir şey var “Yeterince iyi bir ebeveyn” olabilmenin zorlu bir yolculuk olduğu. Mükemmel ebeveynler olabilmek değil kastım. “Yeterince” iyi anne ya da baba olmanın yeterli olduğunu bilme’ aşamasından söz ediyorum. Zira, sosyal medyada dört bir yanımızı sarmış olan “… anne”, biraz da “… baba” isimli hesapları arasında sıkışmış bir şekilde, mükemmel olmaya çalışan fakat hepsine birden yetişmeye çalıştığı için hedefine ulaşamayan, ulaşamadığı için de kendini bir öncekinden daha da yetersiz hisseden tüm ebeveynlerin, özellikle annelerin varlığının farkındayım. Kln. Psk. Banu Arslan Kabullenme sürecinde karşı tarafın nasıl davrandığından başka davranışı sonrası neyi niçin hissettiğimiz? Davranışın istediğimiz veya ihtiyacımız olan ile örtüşüp örtüşmediği? Bu davranışları ile aslında bize neyi gösterdiği? ile yüzleşiriz. Hayal kırıklığı yaşamak oldukça normaldir çünkü bir duygudur. Ancak bizi güçlü ve dayanıklı yapacak olan hayal kırıklıklarımızla nasıl baş ettiğimizdir. Gerçekleri kendi istediğimiz gibi değil de olduğu gibi kabul ettiğimizde kendi yaşantımız üzerinde daha fazla gücümüz olur ve daha mutlu ve özgüvenli oluruz. Eşinden şiddet gören çoğu kadının “bunu beni sevdiği ya da kıskandığı için yapıyor” şeklinde algıladığı gibi. Ya da “telefonlarıma bakmayarak naz yapıyor” diye düşünür bazılarımız ama ne yapmaya çalıştığı veya sizin nasıl algıladığınız değildir mesele. Mesele ne yaptığı yani ortaya çıkan eylemin ne olduğudur. Ne yazık ki “hayır” ı “evet” algılayanlarla çoğumuz tanışmıştır. “Hayır seninle bir beraberlik düşünmüyorum” ifadesini, “hayır dedi ama sürekli bana bakıyor, hissediyorum beni sevdiğini” diye algılayan yetişkin sayısı da son derece fazladır. En sorun olan, kişiyi veya olayları olduğu gibi görmek yerine olmasını istediğimiz gibi görmeye devam etmektir. Gerçeği ve gerçeğin olmasını istediğimizden farklı olabileceğini kabullenmek cesaret ve özgüven ister. Acıtır çünkü. Kabullenme sürecinde karşı tarafın nasıl davrandığı önemlidir, çünkü o kişinin gerçeğini yansıtır. Ancak sıklıkla “demek istenen” ya da “davranışın altında yatan” üzerinde birçok spekülasyon yaparak gerçeği kabulden kaçarız, ya da olmasını istediğimiz şekilde algılarız. Eğer hayal kırıklıklarını yoğun yaşıyorsak, düşüncelerimizi, tutumlarımızı, davranışlarımızı, ilişkilerimizi, olaylara bakış açımızı etkiliyorsa ve sürekli orada takılıp kalıyorsak, terapi desteği almak doğru bir seçimdir. Terapide beklentiler yeniden gözden geçirilir. Belki ebeveynlerimizle, belki arkadaşlarımız veya akrabalarımızla, belki de eşimizle veya kız/erkek arkadaşımızla yaşadığımız bazı durumları kabule geçme süreci bir kayıp sürecidir de aynı zamanda. “Neden hep hayal kırıklığına uğruyorum?”, “beni fazlasıyla hayal kırıklığına uğrattı” gibi ifadeleri zaman zaman duyarız. Duymasak bile biliriz ki öfke, kızgınlık, kırgınlık, içe kapanma, tepkisellik gibi çeşitli duygu ve davranışların altında yatabilen bir histir hayal kırıklığı. Muhatabımız olan kişide veya ilişkilerimizde karşılanmamış beklentilerimizin olması sonucu ortaya çıkar. Normaldir hayal kırıklıkları yaşamak, ancak bazı durumlarda baş etmek zor olabilir ve/veya zaman gerekebilir. Çocuklarda özgüven gelişimi için babadan korkmamak, sıkıntıları ve sorunları paylaşabiliyor olmak ve uyarı, eleştiri, nasihat içermeden birlikte çözüm önerileri üzerinde sohbetler edebilmek önemlidir. Cezalandıran ve eleştiren bir baba figürü ile büyümek çocukta değersizlik hissiyatının gelişmesine ve baba ile yabancılaşmaya neden olacaktır. Ne kadar olumsuz sonuçları olsa da baba olabilmenin, çok da zor bir şey değildir aslında. Merhametli misin? şefkatli misin? dış dünyaya karşı evladını her koşulda destekleyebiliyor musun? sana verilen emanetin farkında mısın? onu koşulsuz sevip kabul ediyor, onu tanıyor musun? hangi durumlarda evladın onun yanında olmanı ister biliyor musun?, ona nasihat vermek, uyarmak, eleştirmek yerine onunla sohbet edebiliyor musun? Birlikte güzel anılar biriktirebiliyor musun? O zaman iyi bir baba olmuşsun demektir. Bunları yapamayan ya da geç kaldığını düşünen babalar için ise hiç bir vakit geç değildir. Çünkü babanın uzattığı ele hayatın her döneminde hep ihtiyaç vardır. Büyüdükçe o varoluşsal boşluğu yaşayıp yaşamayacağını belirleyen mekanizmadır. Hele kız çocukları bu gücü hissetmeyi, sevgi ve korunma ihtiyaçlarını baba üzerinden gerçekleştirmeye çalıştıklarından, babanın fiziksel anlamda var olup duygusal anlamda olmayışı, ulaşılabilemezliği, onların korunma, sığınma, güvende ve ait hissetme gibi ihtiyaçlarını, ergenlik dönemi itibari ile dışarıdaki erkeklerden giderme ihtiyacına iter. Çünkü içgüdüsel olarak bunu ancak bir erkekten karşılayabileceklerini bilirler. Her ne kadar bu ihtiyaçları dışardan karşılamaya çalışsalar da, bunu yaparken çoğu zaman karşı cinsle sağlıklı bir ilişki kuramaz, insani ilişkilerinde yetersiz kalırlar. Sevdiklerinden abartılı beklentiler içine girip beklentileri karşılanmadığında hayal kırıklıkları ile hayata küserler. Eşlerine güvenmekte zorlanır ya da iletişim problemleri yaşarlar. Çünkü temelde baba ile o sağlıklı ilişki hiç kurulamamıştır. Erkek çocuklar için ise baba cinsel kimlik modelidir de. En önemli ve ilk rol modeli ile etkili iletişim içinde olmak çocuğun bireysel olarak ve arkadaş grubu içinde daha güçlü ve güvenli hissetmesinde, kendini hissettirmesinde etkin olacaktır. Baba güç sembolüdür. Dış hayata uzandığımız köprüdür. Ancak bu köprünün sağlamlığına güvendiğimizde tökezlemez ve varlığımızı hissettiririz. İrade, adalet, karakter özellikleri, dayanıklılık, duygusal ve psikolojik denge, cinsel kimlik, zihinsel gelişim, pozitif sosyal ilişkiler, özgüven, problem çözme becerisi ve akademik başarı gibi faktörler baba aracılığı ile geliştiği için, baba çocuğun emekleme döneminden sonra ayağa kalkıp yürüyebilme becerisi gibidir aslında. Baba, çocuğun durabilme becerisidir. Geleneksel aile yapısında babalar, en önemli vazifelerinin evi geçindirip ailenin ihtiyaçlarını yerine getirmek, evin güvenliğini ve otoriteyi sağlamak olduğunu içselleştirdiler hep. Otoritenin sevgi göstererek olamayacağı düşünüldü çoğu evlerde. Saygı için mesafeli duruşun gerekliliğine inanıldı. Çağan Irmak’ın yazıp yönettiği 2005 yapımı Babam ve Oğlum filmini en çok bu görüşün aksine dair verdiği mesajlar yüzünden sevmiştim. Bir babanın bu kalıpları kırmakta nasıl zorlandığı, seçimleri yüzünden çocuğuna en ağır cezayı verirken yaşadığı kayıp ve kendisi ile yüzleşmesi vurucu mesajlarla öyküleştirilmişti. Filmin en nokta atışı sahnesi ise oğlunu kendi babasına teslim ederken aslın da babasından yıllarca beklediği o kabul görme ve onaylanmayı kendi oğluna vermesini isteyen şu cümleleriydi “Baba ona bir oda ver. Ergenlik dönemine geldiğinde belki çekip gitmek isteyecektir ama döndüğünde sığınabileceği bir odası olduğunu bilsin.” Aslında dış hayatı güvenle keşfedip, o evin dışındaki dünyada edineceğimiz deneyim zenginliği, öğrenme fırsatları, keşfetme ve girişim cesareti için o kabul görmeye ve bir yerlerde güvenli bir yuvamız ve babamız olduğunu bilmeye ne çok ihtiyacımız var. Yaşamın o ilk yıllarında babanın da anne kadar çocuğun temel ihtiyaçlarına karşı duyarlı ve hassas olması, bağlılık ilişkisi kurulmasında, ve bu ilk etkileşimlerin çocuğun gelecekte duygusal gelişimini şekillendirmesinde etkili. Zamanla güvenli ve sürdürülebilir ilişkiler kurması için de oldukça önemli Lamb,2002. Oysa ki bebeklik döneminden gençlik dönemine kadar babanın rolü ve etkisi bu temel ihtiyaçları karşılamanın ötesinde. Bu temel ihtiyaçların ötesine geçerek çocuğun hayatına onunla pozitif ilişkiler kurarak psikolojik anlamda da dahil olmanın, çocuk için ulaşılabilir olmanın çocuğa olan faydaları test edilmiş ve sonuçlarına aşağıda da atıfta bulunacağım pek çok çalışma bulunmaktadır Amato and Rivera, 1999. Kaçınan bağlanma geliştirmiş bebeklerin ebeveynlerinin ihmalkar olduğunu ve ihtiyaç halinde çocuklarının yanında olmadıklarını görürüz. Genellikle kabullenici değil reddedici, eleştirel ebeveynlerdir. Bağlanma ihtiyaçlarını minimize ederler. Çocuklarına ve dışarıya karşı da soğuk ve mesafelidirler. Yakınlık ve duygusallık, duygulara odaklanma olmadığından sonuç ve görev odaklı ebeveynlerdir. Başkalarından yardım almak ya da istemek büyük bir risktir. Çocukları ayrılmaya tepki gösterirler. Tanımadıkları ortamlarda ayrılmaya karşı ilgisiz görünürler, anne ile tekrar bir araya geldiklerinde ona yakın olmak için çaba harcamaz ve anneyi görmezden gelirler. Anne de çocuk ile yakınlık kurmaya çalışsa da bunu sürdürmek için çok az çaba harcar. Çocuk annesini reddedici, ilgisiz ve duyarsız, fiziksel ya da sözel olarak varlık göstermeyen, bedensel yakınlık kurma ihtiyacını geri çeviren olarak algılar. Annelerin, gün içinde çocuklarından ayrılmakla ilgili herhangi bir zorluk yaşamadıkları, ancak güvenli anneler gibi çocuklarını ayrılığa hazırlama eğiliminde olmadıklarını görürüz. Yeniden bir araya geldiklerinde ise fiziksel olarak uzak dururlar. Bebeklik döneminde oluşmaya başlayıp çocukluk döneminde gelişen bağlanma biçimleri genellikle yaşam boyu pek değişmez. Evlilik ve çift ilişkimize nasıl yansıdığı ise oldukça şaşırtıcı ve farkındalık yaratıcıdır. Kaygılı/Kararsız bağlanma geliştirmiş bebeklerin anneleri tutarsız ve son derece tetikte olurlar. Çocuğuna karşı fazla talepkârdır, yardım çağrılarına daha az cevap verirler Ağlama tepkilerine geç yanıt, kucağa aldığı bebeğine daha az şefkat gibi. Anneden ayrılıkları daha az protesto ederler ve ağlayarak karşılarlar. Annelerinin kucağa almasına daha az olumlu tepki, kucaktan yere indirmeye ise daha şiddetli tepki gösterirler. Annelerin yönergelerine genelde öfkeli ve daha az uyumlu yaklaşırlar. Annesi ortamda kendisini bırakıp gittiğinde onun ulaşılabilir olması ile ilgili güvensizliği olduğundan yabancı ortamda anneye yakın olma çabası vardır. Ayrıldığında ise, anne açıkça ulaşılabilir olmadığı için ayrılıklar yoğun bir endişe yaratır. Annesi döndüğünde ise hem anne ile yakın temas kurmak isterler, hem de onu bıraktığı ve istediği anda yanında olmadığı için kızgınlık duyarlar. Bu durum da sakinleştirilmelerini zorlaştırır. Anneler, çocuklarının kendilerinden bağımsız olma girişimlerine müdahale ederler. Çocuğa onay vermeme ve endişe ifadeleri ile daha çok meşgul olmaları çocukların etrafı keşfetme eğilimlerini azalttığı gözlemlenmektedir. Anneler ayrılık sırasında çok kaygılıdır ve çocuklarından ayrılmakta zorluk yaşarlar. Çocuğu da ayrılığa hazırlama da onlara yardımcı olmayan tutum gösterdiklerinden çocuklar ayrılık sırasında fazla kaygı yaşar. Anneler çocuklarına ergenlikte de da aynı davranmaya devam ettiklerinden daha geç ayrılan çocuklardır. Yapılan araştırmalar anne ve bebek arasındaki farklı bağlanma stilleri geliştiğini ve bu bağlanma stillerinin ileride eşler ve çiftler arasında yaşanan birçok problemin de temelini oluşturduğunu göstermektedir. Bu bağlanma stilleri Güvenli, kaygılı/kararsız, kaçınan bağlanma türleri olarak bilinir. Güvenli bağlanma geliştirmiş bebeklerin anneleri fiziksel ve duygusal olarak kolay ulaşılabilirdir, bebeğin ihtiyaçlarına karşı hassas ve hızlı cevap verirler. Çocukların günlük ayrılıklara tepkileri sıkıntılı olabilse de annenin geri dönüşünü olumlu karşılarlar. Annelerinin talimatlarına uyumludurlar. Anneleri ise bebeklerinin yakınlık ihtiyacına ve yardım çağrılarına cevap vermeye daha duyarlıdır. Kendileri de güvenli bağlanmaya sahip anneler çocuklarını ayrılığa daha dikkatli biçimde hazırlar, çocukları ile daha çok ilgilenir ve onlara kavuştuklarında da çocuklarına yakın olmaya özen gösterirler. Çocukların davranışlarını ve duygusal durumlarını daha doğru yorumlamakta ve onlara daha şefkat ve saygı ile yaklaşmaktadırlar. Çocuk ile anne arasındaki güvenli bağlanma duygusal sağlığın bir belirleyicisidir. Çocuğun ilerleyen yaşamında tatmin edici ilişkiler kurma kapasitesine zemin oluşturur. Çocuk ile annesi arasındaki bu bağlanma ilişkisinin başarısız olmasına sebep olan ise annenin çocuk için ulaşılmaz olmasıfiziksel, duygusal ve/veya psikolojik olarak, çocuğun ihtiyaçlarını zamanında karşılayamaması ve duygularını anlayamamasıdır. Bağlanma ilişkisi kurmada başarısız olmanın, ilişki problemleri, kronik hastalıklarla baş etme, okul başarısı gibi çocuğun gelişimini olumsuz etkilediği yönünde birçok araştırma vardır. Ayrıca araştırmalar duygusal yakınlığın beyin gelişimini de etkilediğini göstermektedir. Bağlanma, çocuk ile çocuğa birincil derece bakım veren kişigenellikle anne arasında bebekliğin ilk üç yılında kurulan güçlü ve derin ilişki biçimi sürecidir. Annenin, bebeğinin fizyolojik ihtiyaçlarına zamanında ve istikrarlı bir şekilde cevap vermesiyeme-içme, temel bakım, ağlamalarına cevap verme, ağrılarını anlayabilme, bebek ile yoğun tensel temas kurması, birlikte geçirilen zamanın uzunluğu ve kalitesi ile harekete geçer. Anne ile kurulan yakın bağ çocuğa güven ve korunma duygusu sağlar. Kurulan yakınlık ve bağ, bebek büyüdükçe ve çevresini keşfetmeye başladıkça güvenli bir liman görevi görür ve bu da düşünsel ve sosyal gelişim için önemlidir. Çocuk sadece annesine değil, herkese güven duyabileceği algısını geliştirir ve kurulan bağlanma biçimi çocuğun gelecekteki tüm duygusal ilişkileri için de model olur. Duygularını ve dürtülerini etkili bir şekilde yönetmekte en önemli etken olan duygularını düzenlemeyi de geliştirir. Yetkinlik, öz-değer, bağımlı ve özerk olmak arasında denge duygusunu da içeren bir kimlik oluşumu için temel yaratır. Stres ve travmaya karşı bir savunma geliştirir. Uzman Psikolog ve Aile Danışmanı Bahar Erden Eşitlikçi ve demokratik tutum gösteren ebeveyn, çocuklarına değer verdiklerini onlara hissettirirler. Çocuklarına bu şekilde davranan eşler, kendi aralarında da birbirlerine değer veren, birbirlerine saygı ve sevgi gösteren bir tutum içindedirler. Taraflar, çocuklarına karşı olan davranışlarında da ortak tutum içindedirler. Böyle bir ailede çocuklar, küçük yaştan başlayarak sorumluluk almaya hazır hale getirilirler. Onlara bir iş başarmanın zevki verilir. Başarısızlıkları cezalandırılmak yerine, başarıları ödüllendirilir. Bedeni ceza uygulanmaz. Böyle sağlıklı aile ortamında, çocuğa, kendi başına karar vermesi ve bu kararın sorumluluğunu yüklenmesi öğretilmiştir. Çocuğu olduğu gibi kabul eden, onu destekleyip yüreklendiren aile üyeleri, benlik saygısının tohumlarını eker. Anne baba konuya “Bunu böyle yapmaman gerektiğini biliyordun. Gel şimdi böyle bir sorunla tekrar karşılaştığında, daha iyi nasıl ele alabileceğini birlikte tartışalım.” şeklinde yaklaşır. Bu tür ebeveyn yaklaşımında, anne-baba çocuklarını destekler ama bunun yanında sınırlarını da koymayı ihmal etmez. Ebeveyn ile çocuk arasında sözel iletişim kanalları açıktır. Çocuğuna insan olarak saygı gösterir. Onun gelişimine has,özgün davranışlar göstereceğini bilir ve bu gelişim basamaklarını izler, onlara uygun davranır. Her çocuğun kendine has, biricik ve tek olduğunu kabul eder. Çocuğun aile içinde özgür bir şekilde gelişmesine, yeteneklerini en üst düzeyde açığa çıkarmasına ve kendini gerçekleştirmesine izin verir; bunun için çocuğa yardımlarda bulunur. Çocuğun barınma, beslenme ve korunma gibi temel ihtiyaçlarını karşılamanın yanında ona “ sevgi ” gösterir. Bu sevgi, gerçekten karşılıksızdır. Sevgi, bir yaptırım aracı olarak kullanılmaz. Çocuğa aile içinde eşit haklar tanınmıştır. Fikirlerini açıkça ifade etmesi desteklenir ve bu konuda cesaretlendirilir. Bu anne-baba tutumunda aşırı hoşgörü ve çocuğa düşkünlük vardır. Evde patron çocuktur ve her dediği yapılır. Çocuk, daima diğerlerinin dikkatini çekmek için uğraşır ve kendisine hizmet edilmesini ister. Bu tutumla yetişen çocuklarda doyumsuzluk ve bir iç boşluk vardır. Ev içinde ve dış dünyada zayıf bir sosyal uyum gösterirler. Kuralsızlığa alışan çocuklar, okuldaki kurallarla karşılaşınca okula ve arkadaş çevresine uyum sağlamakta zorlanabilirler. Doyumsuzlukları ileride zararlı alışkanlıklar edin-melerine neden olabilir. Bencil, sorumsuz, kırılgan, her dediğinin anında olmasını isteyen, sabırsız kişiler olabilirler. Sosyal ortama girdiğinde ve her dediğinin olmadığını gördüğünde de hayal kırıklığına uğrarlar. Bu durumda ya kendi içlerine çekilebilir ya da agresif olabilirler. Her istediklerini yaptırmayı alışkanlık haline getirdikleri için de zamanla kural tanımaz hale gelirler. İlerleye hayatlarında arkadaşlık ilişkileri ve çift ilişkileri de dahil olmak üzere doyumsuz olurlar. Anne-baba tutumları arasında en olumsuz olan tutumdur. Bu tutumda anne baba, aşağıda sayılan anne-baba tutumlarını zaman zaman uygular. Anne-babanın davranışları arasında tutarlılık yoktur. Bu tür yaklaşımda çocuk, kendi davranışları konusunda emin olamamaktadır ve davranışını anne babasının durumuna göre ayarlamak zorundadır. Tutumunu anne babasının keyifli ya da öfkeli oluşuna göre ayarlamaktadır. Tutarsız anne-baba tutumuyla yetişen çocuklar nerede ne yapacağını bilemezler. Hangi tepki ile karşılaşacağını bilemedikleri için kaygılıdırlar. Bu durum, kendilerini güvende hissetmelerini engeller. Kendi görüş ve düşüncelerini aktaramazlar. Zamanla çevrelerindeki insanlara güvenmeyen, her şeyden şüphelenen, kararsız ve şüpheci bir kişilik yapısı geliştirebilirler. Başarılı da olsa, bir işi yapmaktan fazlasıyla çekinebilir ama daha sonrasında çok fazla pişman olabilir. Ev içerisinde kendisine izin veren, kısıtlamayan kişinin yanında olarak diğer ebeveyne karşı koalisyon kurup aile sisteminin işlemesinde sorun yaratabilir. Bu tutumu benimseyen aileler, baskıcı bir tutum içerisindedirler. Çocuktan kendilerine itaat etmelerini beklerler. Aile içinde korku hâkimdir ve çocuk korku ile büyür. Bu tutuma sahip olan anne ve babalar, kendisini toplumsal otoritenin temsilcisi durumunda görür ve çocuğunun davranışlarını biçimlendirmeye, denetlemeye ve değerlendirmeye çalışırlar. Her türlü kararı, anne babanın kendisi verdiği için çocuktan, bir erdem olarak kabul ettikleri mutlak itaati beklerler. Bu tutumu benimseyen anne babalarda gözlenen, sabırlı ve duyarlı olma, çocukları dinleme ,onların fikirlerini alma gibi çocuğu kabul edici davranışlar yoktur. Bu şekilde yetiştirilen çocuklar; daha kolay boyun eğen, korkak, otoriteye karşı çekingen, kendinden istenileni fazlasıyla yerine getiren, kendilerinden güçsüzlere karşı saldırgan, otoritenin baskısı altında kaldığında isyankâr davranan ve kural tanımayan bir kişilik geliştirebilir. Koruma, normal bir annelik ve babalık davranışıdır. Ancak, çocuğun özgürlük ve kişisel sınırlarını aşacak şekilde olan koruma, çocuğun benlik gelişimine zarar verir. Anne-babanın aşırı koruması, çocuğa gereğinden fazla kontrol ve özen gösterilmesi anlamına gelir. Bebekleştirme, aşırı korumacı yaklaşımın tipik özelliğidir. Büyümesine izin verilemeyen bu aşırı koruyucu yaklaşımda, çocuğun “toplumsal gelişimi” engellenmiş olur. Bu, çocuğun kendini tanımasını ve yapabileceklerini fark etmesini engelleyen bir anne baba tutumudur. Bu tutumla yetiştirilen çocuklarda bağımlı kişilik vardır. Dış denetim çok fazladır. Çocuk kendi başına karar vermede güçlükler yaşar. Bu tutum çocuğun bireyselleşme çabasını engellemektedir. Devamlı olarak bir yetişkinin koruma ve kollamasını arayan, öz güvenleri zayıf, girişimci olmayan, sorumluluk almaktan çekinen, kendi yapmaları gereken işleri başkalarının yapmasını bekleyen, zayıf-silik kişilikler sergileyen bireyler olabilirler. Dışarıdan bakıldığında, sistemde hiçbir sorun yok iken sorun yaratan ve evde tartışma ortamın oluşmasına sebep olan kişi çocukmuş gibi gözüküyor. Ancak durum tam olarak böyle değil. Aslında, çocuk zamanında siz ebeveynleri tarafından o kadar kısıtlanmış ve baskılanmış ki bu durum onda yetersizlik duygusuyla birlikte bir öfke duygusu oluşturmuş. Çocuğunuz sizin tarafından bu olayda olduğu gibi her zaman suçlu bulunmuş ve hiç desteklenmemiş. Çocuğunuzun fiziki olarak yanınızda olsanız da manevi olarak çocuk kendisini oldukça yalnız hissetmekle birlikte, ailesinden destek görmediğini düşünüyor. Tüm bunlarla birlikte, aile sistemi içerisinde yaşanan sorunların çoğu öfke, bağırma ve şiddet ile çözülüyor. Çocuk, problem çözmek için başka bir yöntem bilmiyor. Onun için okulda bir problem yaşadığında, aslında sizin evde her zaman kullandığınız bir yöntemi kullanıyor sadece. Dışarıdan bakıldığında sistemde sorun yaratan çocukmuş gibi gözükse de, suçun ve sorunun tek bir kişide toplanmadığına; hem ailede hem de çocukta da eşit oranda bir sorumluluk olduğunu açıklayan bu örnekten sonra, örnekteki gibi aile tutumlarının çocuğun benlik oluşumuna ve gelecekteki davranışlarına nasıl etki edebildiğini konuşalım. Her aile, üyelerini koruma, büyüme, gelişme ve üyelerinin bakımını sağlama amacıyla, kendi kendini devam ettiren bir etkileşim biçimi, bir denge kurar ve sürdürür. Bu da aile içinde bir sistem oluşturur. Bu sistem içerisindeki üyeler tek taraflı değil, karşılıklı olarak birbirlerini etkilerler. Sistem içerisinde ortaya çıkan bir sorun, tek bir kişinin değil aile sisteminde bulunan tüm üyelerin problemidir. Daha iyi anlaşılması için şu şekilde bir örnek verelim, Bir akşam vakti, siz eşinizle keyifli bir şekilde kahve içerken yani sistemde hiçbir sorun yok iken ergenlik döneminde olan çocuğunuz eve geliyor. Size hiç selam vermeden yada herhangi bir konuşma olmadan odasına gitmek için merdivenlerden yukarı çıkıyor. Siz eşinizle birlikte bir şeylerin olduğunu fark ediyorsunuz oturduğunuz koltuktan kalkıp yavaşça merdivenler çıkıyorsunuz ve çocuğunuzun odasının önünde kan lekeleri olan gömleğini buluyorsunuz. Çocuğunuzun okul içerisinde bir kavgaya karıştığını hissederek odasına girip ona bağırmaya ve suçlamaya başlıyorsunuz. Eşiniz, size daha olayı bilmeden çocuğa bu kadar bağırmamanız gerektiğini söylerken siz ise eşinizin bu tutumuna sinirlenip ona da bağırmaya başlıyorsunuz. ,Psikolojik Danışman Süha Topçu Anneler bazen çok anlatıp, çok uzun cümleler kurarak çocukların sözcük dağarcığına katkı sağladıklarını düşünüyorlar. Oysa sözcük dağarcığı için birlikte okuduğunuz bir kitap özellikle resimli ise çok yararlı. Çünkü dile getirdiğiniz yeni sözcük ’balina’’ tam karşısında. Büyüklüğü, rengi, nerede yüzdüğü… Bir sürü bilgiyi öğrenmek için gereken bağlantıları kurmak için çocuğunuz çoktan hazır. Bu sırada ’Anne, çok büyük değil mi?’’ dediğini yani iletişime katıldığını var sayalım. Hemen karşılık vererek iki yönlü olmayı sürdürmeliyiz. Bebeklikten başlayarak çocuklarda beyin sadece iki yönlü etkileşim içinde gelişebiliyor. Karşılıklı olmak diğerini beklemek, yüz ifadesi ve beden dili ile ilettiği mesajları da dikkate almak demek. Henüz konuşmaya başlamamış 10 aylık bir bebek uzattığınız oyuncağı alıyor ise karşılıklı olmaya başladınız demektir. Bunun bir halka olduğunu düşünelim. Nereye takıldığını göstermeniz sizin başlattığınız bir iletişim yoludur. Çocuğun alıp yerine takması yani tamamlaması ise karşılıklılığın sürdüğünü gösterir. İşte beyin gelişimi, sözcük kazanmak, dili geliştirmek için gerekli olan tam olarak bu. Büyük makine’ dediğimizde diğeri makinenin ne olduğunu anlamıyorsa ya da anlamadığını fark ediyorsanız siz basit bir şekilde anlatıp nasıl karşılık verdiğine dikkat etmelisiniz. İşte o zaman öğrenme gerçekleşir. Milyarlarca beyin hücresinin trilyonlarca bağlantıyı sağlayabilmesi için iletişim iki yönlü olmalıdır. Televizyon ya da ekran zamanının uzamasının çocuk üzerinde dil gelişimi adına olumsuzluğunu dile getirmemizin en önemli nedeni iki yönlü olmaması. Çocuk uzun cümleleri okul öncesi dönemde bir süre dinlese bile sıkılarak sizin söylediklerinizi dikkate almamaya başlayabilir ya da anlamayabilir. Ancak söylediğinin diğeri tarafından nasıl algılandığını ve ne etki gösterdiğini dikkate alarak diğerinin tepkisine göre karşılıklılığı sürdüren yetişkin; iki yönlü iletişim kurmuş oluyor. Biliyor musunuz konuşmak ile karşılıklı diyalog kurmak aynı şey değil. İletişimde mesajı sunmak ve karşılığını beklemek önemli. Sürekli anlatan, soru soran, hatta sorusuna kendi yanıt veren bir yetişkin ne yazık ki sözcük ve cümleleri çocuğa boşaltan bir çöp kamyonu gibi. Uzm. Ody. Çiğdem Ergül Konuşma gecikmesinde veya yokluğunda tedavi çocuğun aldığı tanıya göre değişkenlik göstermektedir. Bu nedenle çocuğun alanında uzman kişiler tarafından değerlendirilerek doğru tanı ile tedaviye başlanması büyük önem arz eder. Özellikle bazı bozukluklarda erken müdahalenin önemi unutulmamalıdır. Çocuğunuzla doğumdan itibaren her gün konuşun, agulamalarına ve babıldamalarına cevap verin. ● Nesnelerin isimlerini tekrar tekrar söyleyinBu bir elma, bu bir ağaç vb.. Yaş grubuna uygun hikayeler okuyun ve şarkılar söyleyin. ● Onlarla birebir oynayın ve sizi yönlendirmelerine izin verin. ● Konuşmaya zorlamayın, konuşmaması ile ilgili geribildirim almasını önleyin. ● Çocuğunuzu yaşıtları ile bir araya getirin. ● Ekrana bakma süresini tv, telefon, tablet olabildiğince kısıtlayın. Özellikle 3 yaşından önce ekrana maruz kalmasını önleyin. ● Her çocuğun gelişim sürecinin kendine özel olduğunu unutmamanın yanı sıra yaşıtlarına göre gelişiminde farklılık olduğunu sezdiğinizde konunun uzmanlarına başvurun. Çocuklarda geç konuşma nedenleri nelerdir? Öncelikle bebeğin ya da çocuğun ses alımı ve ağız gelişimi ilgili bir problem olup olmadığından emin olunmalıdır. Bu sebeple konuşma gecikmesi bulunan bebek veya çocukların konunun uzmanları tarafından muayene edilmesi ilk adımdır. Yetersiz uyarım, yetersiz beslenme, maruz kalınan ekran süresi ve bakım verende depresyon bebek ve çocuklarda konuşma gecikmesi ya da sınırlı kelime dağarcığına sebep olabilmektedir. Konuşma gecikmesinde en sık rastlanılan olgu özgül dil bozukluğudur. Özgül dil bozukluğu akranlarına göre dil gelişiminde yetersizlik şeklinde tanımlanır. Erkek çocuklarında kız çocuklarına göre 3 kat daha fazla görülür ve genetik geçiş palsi veya otizm spektrum bozukluğu gibi bozukluklarda konuşma gecikmesi/yokluğu görülmektedir. Özellikle otizm spektrum bozukluklarında erken tanının hayati önem taşıması sebebiyle ailelerin konuşma gecikmeleri konusunda dikkatli olması önemlidir. Selektif mutizm çocuğun bazı kişilerle, bazı ortamlarda ya da sadece bazı dillerde konuşması şeklinde kendini gösteren bir patolojidir Evden sadece 1-2 kişiyle konuşma, okulda sadece 1-2 arkadaşıyla ya da öğretmeniyle konuşma gibi. Selektif mutizmde de davranış kalıbının yerleşmemesi adına erken müdahalenin önemi dilli çocuklarda da konuşma ve dilin öğrenilmesinde gecikmeler yaşanabilmektedir. Her çocuğun gelişimi kendine has özellikler taşır. Bazı çocuklar diğerlerine göre gelişim evrelerini daha önce tamamlarken, bazıları gecikmeler yaşayabilir. Çocuklar için normal aralıkta sayılan gelişim evreleri genel popülasyonda o basamağın hangi aralıkta yaşandığına göre belirlenmektedir. Dolayısıyla gelişim basamaklarının erken veya geç tamamlanması bize normdan sapmayı gösterir. Bu sapmalar kimi zaman bir soruna işaret ederken kimi zaman normal kabul edilir. Yapılan detaylı değerlendirme sonrasında uzman bir konuşma terapisti ile çalışarak çocuğunuzun ses hatalarını düzeltmek mümkündür. Konuşma terapisi çocuğun doğru sesi çıkarıp çıkarmadığına dair farkındalığını arttırarak, sesleri üretmenin doğru yolunu öğreterek ve yeni öğrenilen bu becerinin farklı kelimelerde, daha uzun cümlelerde ve gündelik konuşmada doğru kullanılmasını sağlayarak telaffuzu düzeltmeyi ve konuşmanın anlaşılırlığını arttırmayı amaçlar. İlkokula başlama yaşının 66 aya kadar indiği bir zamanda ses hatalarının düzeltilmesinin de erken ele alınması okuma yazmayı sökerken önümüze çıkabilecek zorlukları da büyümeden çözmeye yardımcı olacaktır. Çocuğunuzu sesleri çıkarması ve konuşmasının anlaşılabilirliği uzman bir konuşma terapisti tarafından değerlendirilir. Bu değerlendirme esnasında hem hangi seslerde sorun yaşandığı, bunların yaşa uygun hatalar olup olmadığı ve ne kadar uyarılabilir oldukları değerlendirilir, hem de oral mekanizma muayenesiyle ağız yapısında telaffuzu etkileyecek yapısal veya fonksiyonel bir problem olup olmadığına bakılır. Bu noktada terapistiniz gerekli gördüğü takdirde sizi bir kulak/burun /boğaz hekimine veya işitme değerlendirmesine yönlendirebilir. Çocuk gelişimi sürecinde konuşmayı öğrenirken bazı sesleri yanlış çıkarmaları doğal öğrenme sürecinin bir parçasıdır. Bazı sesler daha erken öğrenilirken bazıları daha geç ortaya çıkar. Pek çok çocuk ilkokul çağına kadar tüm sesleri üretebilir hale gelir. Eğer belli bir ses beklenen yaşta söylenemiyorsa çocuğunuzun genel bir deyişle telaffuz bozukluğu olabilir. Sesleri doğru çıkarmaktaki bu zorluk bir sesi başka bir sesle değiştirmek, hiç söylememek veya farklı söylemek şeklinde olabilir. Küçük çocuklar için resim yerine “yesim” demek veya çok heceli kelimelerin hece sayısını azaltmak normal kabul ettiğimiz bir durumken, aynı hataların yaş ilerledikçe devam etmesi sorun teşkil edecektir. Telaffuz bozukluğu olan pek çok yetişkinin bu sorunu yaşamasının sebebi çocukken tedavi edilmemiş olmasıdır. Bu ses hatalarının sebebi motor becerilere bağlı bir bozukluk, damak dudak yarıkları gibi yapısal bir farklılık, sendromik bir durum, otizm spekturumu gibi gelişimsel bir bozukluk, nörolojik bir durum, sık yaşanan kulak enfeksiyonları veya işitme kaybı olabilir. Bunların yanı sıra pek çok çocukta da bu telaffuz geriliğinin sebebi bilinemeyebilir. Ancak yapılan araştırmalar bir takım risk faktörlerini ortaya koymaktadır. Uz. Konuşma ve Lisan Patoloğu Burcu Ardalı-Gürçay Fonolojik farkındalığı zayıf olan çocuklara terapiyle yardım edilemediği takdirde aşağıda bahsettiğimiz konulara ek olarak, matematik gibi konularda bile anlamaya dayalı görevlerde zorlanmalar yaşanabilmektedir. Bu çocuklar, yazılı sıralı yönergeleri anlamada ve tamamlamada zorlanabilmektedirler. Ayrıca her etkinlikte yaşıtlarına göre daha fazla çaba sarf etmek, görevi tamamlayamamak, anlayamamak ve bir yetişkinin desteğine daima ihtiyaç duymak çocuklarda öz güven problemleri ve performans kaygısı ortaya çıkarabilmektedir. Terapiyle hızlı bir şekilde ses, hece ve uyak farkındalığı artırılarak çocuğun daha hızlı okuması, okuduğunu anlaması ve sonuç olarak akademik hayatta daha öz güvenli olması sağlanır. Okuma öncesi dönemde çocuğunuzla yapacağınız eğlenceli etkinliklerle fonolojik farkındalığı artırabilirsiniz. Çevredeki sesleri, şarkı, hikaye ve konuşma seslerini birlikte dinleme buna güzel bir örnek olacaktır. Ayrıca çocuğunuzla çok erken yaşlarda bile kitap okumak farkındalığı artıracaktır. Özellikle çok uyak içeren kitapları seçmek fonolojik farkındalığa daha çok yardımcı olacaktır. Çocuğunuzla birlikte yılan sesi, kurbağa sesi gibi sesleri taklit etmek hem farkındalığı artıracak hem de sesleri nasıl üretebileceği konusunda çocuğunuza fikir verecektir. Pedagog Dr. Yeşim Keskül Sercan ın “Çocuğumuzun Konuşma Gelişimini İzlerken Nelere Dikkat Etmeliyiz?” yazısını da okumanızı tavsiye ederiz. Fonolojik farkındalığı zayıf olan çocuklar, çoğunlukla heceleme ve yazmada da sorunlar yaşamaktadır. Ayrıca etkinlikleri dağılmadan ve görevi tamamlayabilmek için sonuna kadar gidecek dikkati ve motivasyonu sürdürmede de zorlanmaktadırlar. Okumanın etkilendiği yerde anlamanın etkilenmesi de kaçınılmaz olmaktadır. Sesleri ayırt edemeyen çocuğun onları nasıl üreteceğini bilmemesi da gayet doğaldır, bu yüzden de artikülasyon problemleri ortaya çıkmaktadır. Fonolojik farkındalığın önemi okuma, yazma ve anlama becerilerini etkilediği noktada ortaya çıkmaktadır. Öyle ki fonolojik farkındalık becerisi, bir çocuğun ileriki okuma becerisi için güçlü bir gösterge bile olabilmektedir. Konuşma dilindeki sesleri ayırt edemeyen çocuklar, okumaya geçişte harfleri de öğrenmede ve heceleri bir araya getirmede güçlük yaşayabilmektedir. Ayrıca ses farkındalığı zayıf olan çocuklar, harf ve ses arasındaki ilişkiyi de anlamakta zorlanabilmektedir. Çocukların fonolojik farkındalığı değişiklik gösterir. Günümüzde ise birçok çocuğun fonolojik farkındalığı zayıftır ve araştırmalara göre bu zayıflık, çocukların okuma, yazma ve anlama becerilerini olumsuz yönde etkilemektedir. Ancak şunu söylemek gerekir ki fonolojik farkındalığın zayıf olması zeka veya bilişsel yeterlilikle ilişkili değildir. Aksine birçok zeki çocuğun da okumada zorlanmaya varacak kadar fonolojik farkındalığı zayıf olabilmektedir. Dilin kusursuz yapısı nedeniyle tek tek sesleri duymak çoğu çocuk için zordur. Konuşma sırasında bizler, çaba sarf etmeden ve refleksif olarak sesleri bir araya getirerek sözcükleri bütünüyle üretiriz. Bu kusursuzluk da sesleri konuşma dilinin içine entegre eder ve fark edilmelerini güçleştirir. Fonolojik farkındalık, tam anlamıyla ses farkındalığıdır. Kişinin sözcükleri meydana getiren sesleri duyabilmesi, tanıyabilmesi ve değiştirebilmesi yeteneğidir. Kişinin konuşma dilinde anlamdan uzaklaşarak seslere yoğunlaşabilmesidir, bu yüzden de temel anlamda işitsel dikkat becerisidir. Örneğin; anne’ kelimesini oluşturan /a/, /n/, /n/, /e/ seslerini duyabilmek ve ayrıştırabilmektir. Fonolojik farkındalık; sözcüğü hecelere ayırabilme, sözcük seslerini ayrıştırabilme ve sesleri tekrar birleştirme yeteneklerini içine alır. Uzm. Dil ve Konuşma Terapisti Emine Karaca İşitsel İşlemleme Bozukluğu ile başa çıkmak. Öncelikle İİB’yi kesin olarak ve tam şifa ile düzelten bir yöntemin olmadığını anlamak ve kabul etmek önemlidir. İİB’nin yanı sıra işitme keskinliğinde de bir sorun olup olmaması, eşlik eden başka eğitsel, zihinsel, fiziksel, duygusal sorunların varlığı, okul ve ev ortamının şartları, diğer destek sistemleri de durumu etkileyebilecek değişkenlerdir. Disleksi, DEHB gibi durumlarda olduğu gibi burada da ortadan kaldırılacak bir sorun yoktur, İİB’de, bir takım yöntemlerle onun yarattığı olumsuzlukları en aza indirmek ya da telafi etmek söz konusudur ve bu da ancak eğitimle olasıdır. İİB’nin eğitiminde esas olarak üç alana odaklanılmalıdır 1. Öğrenme ve iletişim çevresinin düzenlenmesi Okul çağı çocukları için daha çok sınıf içi düzenlemeler anlamına gelmektedir. Ortam akustiğini iyileştirici düzenlemeler, sessiz çalışma ortamlarının oluşturulması hatta gerekiyorsa dinlemeye yardımcı elektronik cihazlar kullanılması önerilebilir. Ayrıca çocuk öğretmeni ya da anlatıcıyı rahat görebileceği böylece görsel ipuçlarını değerlendirebileceği bir konumda oturmalıdır. Ortamda dikkat çekici uyaranların azaltılması, öğretmenin ders notlarını önceden dağıtması, öğrencinin görebileceği bir noktadan konuşması, önemli konularda anahtar kelimelerin sık tekrarlanması, anlatılanların anlaşılıp anlaşılmadığının kontrolü gibi tekniklerin kullanımı da İİB’li çocuğa yardımcı olacaktır. 2. Sorunu telafi etmek için üst düzey becerilerin güçlendirilmesi Telafi stratejileri genellikle dinleyiciye kendi kaynaklarını dil, sorun çözme, bellek, dikkat ve diğer bilişsel beceriler güçlendirerek varolan işitsel sorunuyla baş etmeyi öğretme yönündeki önerilerdir. İİB ile ilgili farkındalık yaratmak, etkin iletişimi öğretmek, göz teması kurmaya yönlendirmek, belleği geliştirmek, not alma, hatırlatma, gruplama gibi öğrenmeyi ve daha sonra hatırlamayı kolaylaştırıcı teknikler, konuşanı kaydetmek ve daha sonra tekrar dinlemek gibi yöntemler yararlı olacaktır. 3. İşitsel sorunun kendisinin iyileştirilmesi İİB’nin doğrudan eğitimi, sorunun kendisinin olabildiğince iyileştirilmesini amaçlar. İşitsel süreçleri uyaracak, çalıştıracak ve böylelikle güçlendirecek alıştırmaların yapılması hedeflenir. Özellikle İİB için bu alıştırmaların yoğunlaştığı alanlar sesin yönünü tayin edebilmek, işitsel dikkati yoğunlaştırabilmek, art alan gürültüsünde ve benzer seslerin içinden konuşulanı ayrıştırabilmek, mesajın tamamı duyulamadığında mesajı anlayabilmek, mesaja bir anlam yükleyebilmek ve öğrenilen işitsel bilgiyi gerektiğinde hatırlayabilmek olarak özetlenebilir. İİB konusunda daha çok okumak, dinleme becerilerini geliştirecek etkinlikleri öğrenmek isteyenler için pencere-sey “dil becerileri dizisi” özellikle de “duy işit dinle kavra-işitsel karamayı geliştirme el kitabı” önerilir. Pedagog Dr. Yeşim Kesgül Sercan Beyin gelişimi için en önemli yaşlar ilk 3 yaştır, bu nedenle herhangi bir dil, sosyal ve motor gerilikte, yaşa uygunsuz hareketlilikte mutlaka uzman görüşü alınıp gerekli müdahale yapılmalıdır. Zamanla düzelir diye beklemek, telafisi mümkün olmayan kayıplara neden olabilir. Bu tanılar Google ve forumlardan okunarak veya kitaplara bakılarak tanı kriterlerinin alt alta getirilmesi ile konulmaz. Deneyimli bir uzmanın klinik değerlendirmesi gerekir. Eğer aile ikna olmazsa ikinci bir uzman görüşü alması tavsiye edilir. Kilo ve boy takibi için neredeyse her ay çocuk doktoruna götürdüğünüz çocuklarınızın gelişim değerlendirmesini de yaptırmak, onların olası nörogelişimsel aksaklıklarını yakalayıp erken müdahale şansı vermesi açısından çok kıymetlidir. Lütfen çocuklarınızın gelişimini izleyin ve gerekli müdahaleler için geç kalmayın . DEHB’si olan erken yaştaki çocuklar ise; yaşıtlarına göre çok hareketli olurlar, sürekli koşuşturabilirler, riskli davranışları sıkça yaparlar, oyuncaklarla uzun süre ilgilenmezler, çok sık materyal değiştirler, sizin uyarılarınızı çok dikkate almazlar, bazılarında konuşma gecikmeleri ve bozuklukları olabilir. OSB ve DEHB erken yaşta birbiri ile hem çok sık birlikte seyredebilir, hem de birbirine çok karışır. Hareketlilik ve dikkat sorunları nedeniyle pek çok DEHB’li çocuk çevresindekilerle iletişim kurmada zorlanır, dil becerisi geri kalabilir, dikkat sorunları nedeniyle seslenince bakmayabilir, bu bulgular ile OSB tanısı alabilir. Erken yaşlarda OSB sanılan ve ileri yaşlarda toparlayan bir çok çocuğun tanısı aslında DEHB olabilir. Ayırıcı tanı önemlidir. Çünkü tedavi yaklaşımları farklı olacaktır. OSB tanısı alan çocuklarda öncelikli tedavi, mümkün olduğunca erken özel eğitim ve konuşma terapisine başlanması iken; DEHB’li çocuklarda herhangi bir gelişimsel gerilik yok ise özel eğitim gerekmeyebilir. Çevresel düzenleme, anne baba eğitimi ve gerekiyorsa farmakoterapi uygulanır. OSB’li çocuklarda yıkıcı bir hiperaktivite veya ağır bir dikkat eksikliği yok ise ilaç tedavisine genelde gerek yoktur. Konuşma sorunları ve hiperaktivite ile seyreden, otizm spektrum bozukluğu OSB ve dikkat eksikliği hiperaktivite DEHB bozukluğunun erken yaşlardaki bulguları. Her iki bozukluk da nörogelişimsel bozukluktur. Yani çocuğun nörolojik gelişiminde bir takım aksaklıklar olur. OSB’si olan çocuklarda dil gelişimi geri kalır ve amaca uygun konuşma gecikir, ayrıca sözel olmayan iletişim ile ilgili de zorluklar gözlenir. Şöyle ki; seslenince bakmazlar, konuşmazlar, çevresindeki kişileri çok önemsemezler, genelde kendi halinde oynarlar, kolay huzursuzlanırlar, oyuncaklarla amacına uygun oynamazlar, bazı hareketleri tekrarlı şekilde yaparlar ve özellikle erken yaşlarda çok hareketli olabilirler. Çocukların gelişimsel sürecinde, konuşabilmek çok önemli bir beceridir. Dil ile öğrenme arasında çok yakın ilişki vardır. Çocuk hareketle nesneye ulaşır, inceler, sonra elindekini çevredekilere “bu ne ifadesi ile bakarak” gösterir, onların tanımını duyar ve sonra da duyduğunu tekrar etmeye çalışarak öğrenmesini sürdürür. 12. aya gelmiş tek kelimesi olmayan, 2 yaşa gelmiş henüz konuşması başlamamış bir çocukta, hele de anlamasında gerilik var ise, mutlaka uzman görüşü almak gerekir. “Bu çocuğun babası da geç konuştu” şeklinde bir yaklaşım, çocuğu telafisi zor bir sürece sokar. Çünkü beynimizde nöronal bağlantılar ilk yaşlarda hızlıca çoğalır ve yaklaşık 3 yaş civarında gelişimi tamamlanır Bunun klinik olarak anlamı, 3 yaş sonrasında çocuğa yapılacak müdahalelerle, çocuğun problemini çözme şansımızın çok az olduğudur. Bu nedenle eğer çocukta konuşma gecikmesi varsa, mutlaka bir uzman görüşü alınması ve gerekli ise özel eğitim ile erken yaşlarda desteklenmesi gerekir. Konuşma gecikmesinin bir çok nedeni olabilir. Bunlar arasında öncelikle işitme kayıpları, uyaran eksikliği, zeka geriliği ve otizmin ayırıcı tanısının yapılması gerekir. Çünkü her bir soruna yaklaşım farklıdır. Bazen bu sağlıklı gelişim sürecinde aksaklıklar olabilir. Yürümenin başlaması ve öğrenme arzusu ile hareketlenen çocuğun bu hareketleri, gelişimsel özelliğine göre fazla ise nedeninin araştırılması gerekir. Hareket aşırılığının ölçülmesi, hele de bu yaşlarda elbette zordur. Deneyimli bir anne baba diğer çocuklarına kıyaslayarak fark edebilirler. Yine aile büyükleri ve çevredekiler sıklıkla “bu çocuk çok hareketli” kelimesini kullanıyorlarsa şüphelenmek gerekir. Hareketliliğin bu yaş çocuklarda amacı, merak ile birlikte öğrenmeye hizmet etmesidir. Hareket, çocuğun merak ettiği nesneye ulaşımını sağlar. Ulaştığında durması beklenir. O nesneden alacağını aldığında başka nesneye yönelmek için elbet tekrar hareket edecektir. Ancak, çocuk çevresindeki nesne ve kişilerle, bilgi ve becerisini artıracak kadar ilişkilenemiyor, çabuk materyal değiştiriyor ise yolunda gitmeyen bir şeyler var demektir. Çünkü öğrenebilmek için durup incelemek gerekir. Bir bebeğin 9-12. aydan sonra yatay pozisyondan dikey pozisyona geçmesi olarak yorumlayabileceğimiz yürüme, belki de hayatının en önemli aşamasıdır. Dünya artık keşif edilmeye hazırdır. Duygusal ve fiziksel ihtiyaçlarını karşılayan annesi ile kurduğu güvenli bağlanma ilişki, onun bu keşfinde en önemli dayanağı olacaktır. Beceriksiz hali ile sürekli oraya buraya koşturur ve deneme yanılma yoluyla öğrenmesini sürdürür. Öğreneceği çok şey olması nedeniyle çocukların aceleleri çoktur, ancak henüz yetersiz olan motor becerileri nedeniyle sıkça sakarlık yaşarlar. Bu nedenle 9 ay-3 yaş arası, ebeveynlerin “dur, yapma, aman dikkat, hayır” kelimelerini en sık kullandıkları dönemdir. Bu motor beceri gelişimine ilaveten yaklaşık 9. aydan sonra başlayan alıcı dil gelişimine ve 9-12. aylarda başlayan anlamlı kelime çıkarma şeklinde ifade edici dil gelişimi eşlik eder. 18. aydan sonra 2’li basit cümleler başlar. Sonrasında giderek cümleler artar. Çocuklar yeni kelimeleri söylemeyi öğrenirken bazı hatalar yapar. Hatalar belli bir yaştan sonra devam ettiğinde bir konuşma sesi bozukluğu oluşur. Her bir ses için çocuğun sesi doğru olarak üretmesi için farklı bir yaş aralığı vardır. Konuşma ses bozuklukları sesletim artikülasyon problemleri ve fonolojik süreçleri içerir. Sesletim konuşma sesi nasıl yapılır sorusunun cevabıdır. Bu da dil, çene, dişler, dudaklar, damak ve vokal kıvrımlar yardımı ile gelen hava akımı kullanılarak oluşturulur.. Sesletim bozukluğu sesleri üretmedeki sorunları içerir. Sesletim bozukluğunda sesler; Yer değiştirebilir; kapı yerine tapı Atlanabilir;bak yerine ak gibi.. Sesbilgisel bozukluklar, konuşmada dil kurallarına ait bilgiyi sesbilgisini/fonoloji edinme güçlüğüdür. Çocuk kelimeyi telaffuz eder fakat anlaşılır olmaz. Gelişimsel sesbilgisel bozukluklar, çocuklarda okuma ve yazma güçlükleri görülmesinde neden olabilir. Artikülasyon bozukluğundan hatalar konuşma sesi ile ilişkili iken fonolojik bozuklukta hatalar fonemlerin dile özgü fonksiyonlarını ile ilişkilidir. Artikülasyon bozukluğunda konuşma sesi formunda zorluk çekilirken fonolojik bozuklukta çocuk fonemi düzgün üretebilir fakat gerekli içerikte uygun olarak kullanmaz. Artikülasyon bozukluğunda hatalar daha periferik iken fonolojik bozuklukta hatalar santral kaynaklı olur. Artikülasyon bozukluğunda dilin bileşenlerine değerlendirildiğinde, ekler, sözdizimi, anlam bilgisi gibi alanlarında problem yokken fonolojik bozuklukta problem görülebilir. Hızlı bozuk konuşma konuşmanın anormal bir hızda olması ya da düzensiz olması veya her ikisinin birden görülmesi ile karakterize akıcılık bozukluğudur. 1Hızlı bozuk konuşma birçok dil konuşma terapisti tarafından makineli tüfek’ konuşması olarak Aşırı ölçüde hızlı, düzensiz, sıklıkla konuyla ilgisiz sözcük veya ifadeler kelime tekrarı, bitirilmeyen kelimeler, kelimenin son hecesinin tekrarı hızlı bozuk konuşma da çok tipik olarak karşılaşılan durumlardır. Ayrıca düzgün olmayan tempo, yanlış/eksik sesletme ve söyleyeceğinden emin olamama de eşlik bozuk konuşması olanlar aşağıdaki belirtilerden tek başına birine veya birkaçına sahip olabilir. Başkaları tarafından uyarılmadıkları sürece düzensiz konuşmalarının farkında değildirler ya da sınırlı olarak farkındadırlar. Özensiz el yazısı Düşünceleri organize etmede zorluk Öğrenme güçlüğü İşitsel işlemleme bozukluğu Asperger Sendromu/Otizim Spekturum Bozukluğu KekemelikBir kişi hem kekeleyebilir hem de hızlı bozuk konuşması olabilir Akıcılık bozukluğu; sesler, heceler, kelimeler ve ifadelerdeki tekrarlar, hız ve ritmin anormal bir şekilde karakterize olduğu konuşmanın akışındaki kesilmelerdir. Buna aşırı gerginlik, kaçınma davranışı gibi ikincil davranışlar eşlik edebilir. Akıcılık bozuklukları gelişimsel ve edinilmiş olarak iki başlıkta incelenir. Kekemelik, en yaygın akıcılık bozukluğu olup, birçok formları tekrarlar, uzatma, duraksama, ünlemler ile konuşmanın ritminin veya akışının kesilmeler veya duraklamalar ile bölünmesidir. Ayrıca, fiziksel gerginlik, negatif reaksiyonlar, artan kaçınma ya da genel olarak iletişimden uzaklaşma ikincil davranış olarak ta eşlik edebilir. Kekemelik genellikle çocukluk döneminde başlar ve bazı durumlarda, yaşam boyunca sürer. Çocuk dönemi kekemelik genellikle 2,5 yaşında başlar. Kekeleyen çocukların da %95’i 5 yaşından önce kekelemeye başlar. Çocukluk döneminde görülen kekemeliğin %80’i kendiliğinden ortadan kalkmaktadır. Dolayısıyla ülkemizde çocuk dönemi kekemelik sıklıkla gelişimsel kabul edilmektedir. Çocuğun dil gelişiminde herhangi bir nedenle gecikme olabilir. Bunlardan bazıları işitme kaybı, kulak enfeksiyonu öyküsü, ailede görülmüş dil ve konuşma zorlukları öyküsü, diğer gelişimsel gecikmeler, dile maruz kalmama veya bilinmeyen bir nedeni içerir. Çocuğunuzun ifade edici dilinin geciktiğinden endişe mi duyuyorsunuz? Yukarıda belirtilen kilometre taşlarına ek olarak, şu önemli noktalara da bakın. İfade Edici Dil Becerilerinde Gecikme İçin Önemli Noktalar Sınırlı kelime dağarcığı. İletişim kurarken hayal kırıklığı. Soru sormada zorluk. Soruları cevaplamakta zorluk. İletişim kurma konusundaki ilgisizlik.. İfade Edici Dil Becerileri Gelişimsel Kilometre Taşları6 ay Çoğalmış babıldama ay Gerçek kelimeler üretmeye başlar, iletişimsel niyet ay Yaklaşık 50 kelime ay İki kelimeli kombinasyonlar üretmeye başlar, yaklaşık 300 kelimelik bir kelime dağarcığı vardır, sorular ay 3-5 kelimeli cümleler üretir, olanlardan ay Yaklaşık 1500 kelimelik bir kelime dağarcığı vardır, hikâyeler ay Çoğu yetişkin dil yapısına hâkimdir, 5-7 kelimelik cümleler üretir, 1500-2200 kelimelik bir dağarcığı vardır. Bir ebeveyn olarak, “Çocuğum yeterince konuşuyor mu?” veya “Çocuğumun dili yaşına uygun mu?” diye merak edebilirsiniz. Ebeveynler arasında, çocuklarının performansını kardeşlerinin veya akranlarının performansıyla karşılaştırma yaygındır. Çocuğunuzun dil ve konuşma gelişimini belirleyen birçok faktör olduğunu hatırlamak önemlidir. Her çocuk benzersizdir ve gelişim zaman alabilir. Aşağıda, önemli noktalarla birlikte bazı yaygın ifade edici dil becerilerinde gelişimsel kilometre taşları ve çocuğunuzu destekleyebileceğiniz açıklanmaktadır. Otizm, konuşma gecikmesinin yanı sıra iletişim ve davranış sorunlarıyla karakterize bir hastalıktır. Bu çocuklarda hem konuşulanı anlama hem de ifade edici dil kullanımında ağır düzeyde yetersizlikler vardır. Beyin felci olarak da tanımlanabilen serebral palsi ise doğum travması, enfeksiyon gibi nedenlere bağlı olarak merkezi sinir sisteminde oluşan hasarlanma sonucunda ortaya çıkan nörolojik bir tablo. Bu çocuklarda işitme kusuru, dil kaslarının koordinasyonsuzluğu gibi bir takım nedenlere bağlı olarak konuşma gecikmesi sıklıkla görülür. Çocuğun yaşından beklenir düzeyde kelimesi olmaması ve/veya cümle kuramaması durumunda anne babanın uzmana görünmeleri gerekir. Bu noktada öncelikle çocuk psikiyatristi uzmanına görünmek gerekli. Konuşma gecikmesinin sık nedenlerinden biri de maturasyonel gelişimsel dil gecikmesidir. Konuşma ve dil gelişimini sağlayan merkezi sinir sisteminin olgunlaşmasında yaşıtlarına göre gecikme vardır. Bu durum erkek çocuklarında daha sık görülmekle birlikte çocuğun ailesinde de benzer şekilde geç konuşma öyküsü sıklıkla mevcuttur. Gecikmenin seyri daha iyi olup; en geç okul çağında çocuğun konuşma düzeyi normal seviyeye ulaşır. Öte yandan yoksulluk, yetersiz beslenme gibi fiziksel yoksunlukların yanı sıra evde çocukla az konuşulması, yetersiz dil uyarımı, anne ve-veya baba yokluğu gibi sosyal yoksunluklar da konuşma gecikmesine neden olabilir. Zeka geriliği konuşma gecikmesinin en sık görülen nedenidir. Çocuğun zeka düzeyi azaldıkça konuşma ve dil gelişimi de azalır. Zeka geriliğine bağlı konuşma gecikmesinde hem konuşulanı anlamada hem de ifade etmede sorun vardır. Ancak her konuşma gecikmesi sorunu yaşayan çocuğa zeka geriliği tanısı konulamaz. Konuşma gecikmesi olan bir çocukta zekanın mutlaka değerlendirilmesi gerekir. İşitme kaybı da konuşma gecikmesinde önemli faktörlerden biridir. Hayatın erken dönemlerinde ortaya çıkan işitme sorunları hem anlamayı hem de ifade edici dil gelişimini olumsuz yönde etkiler. Bunun yanı sıra iki dilin konuşulduğu ev ortamlarında da konuşma gecikebilir. Çocuklar on ikinci ve on sekizinci aylarda ilk kelimeleri söylemeye başlar, bu yaştaki bir çocuğun konuşabildiği sözcük dağarcığı yaklaşık 10-50 civarında olması beklenir. Bu dönemde çocuğun söylediklerinin yaklaşık dörtte biri başkaları tarafından anlaşılır düzeyde olur. Bir buçuk iki yaştan sonra çocuğun dil gelişimi ivme kazanır. yaşındaki bir çocuk 400 kelime konuşabilir, iki-üç kelimelik cümleler kurabilir, 2,5-3 yaşındaki çocuklar 3-5 kelimelik cümleler kurabilirken konuştuklarının yüzde 80-90’ı başkaları tarafından anlaşılır. 3-4 yaşında konuşmanın tamamına yakını anlaşılırken, 4-5 yaşlarında 6-8 sözcüklü cümleler kurabilir. Çocuğun konuşmasının normal gelişim basamaklarına göre geri kalması bir hastalık belirtisi olabilir. Tedavi sürecinde çocuğun yakın çevresindeki anne, baba ve kardeşleriyle kurduğu iletişimin doğru yönde yapılandırılmasının yanı sıra gerekli durumlarda konuşma terapisi ve/veya özel eğitim desteğinden faydalanılabilir. Konuşma gecikmesi zeka geriliğinden olabileceği gibi, iki dillilik ya da ilgisizlik gibi birçok nedenden kaynaklanabilir. Konuşma gecikmesi çocuğun yaşıtlarına kıyasla dil gelişiminde yetersizlik olması durumudur. Konuşmanın akıcılığı, içeriği, kelime dağarcığında önemli derecede yetersizlik vardır. Çok yaygın olan konuşma gecikmesi erkek çocuklarda kız çocuklarına kıyasla 3-4 kat daha sık rastlanır. Okuma alışkanlığı yoksa bugünden itibaren edinebilirsiniz. Evet, edinebilirsiniz ve bu gerçekten zor değil. Tam bu akşam. Yarım saat absürt tv. programları izlemek ya da sosyal medyada sörf yapmak yerine ailecek kitap okuma saati yapabilirsiniz. Zor olmayacağını göreceksiniz. Aksine çok keyifli bir hal alacağına ve zamanla alışkanlık yapacağına eminim. Peygamber efendimiz Hz. Muhammed “ilim Çin’de de olsa ona talip olun. Çünkü ilim her Müslümana farzdır.” Demiyor mu? Pekâlâ, okuyan kısmı tenzih ederek soruyorum Peygamberin ümmeti ne kadar ilim peşinde koşuyor ya da okuyor? Ya da İslam’ın ilk emri OKU değil midir? Ancak her ne hikmettir ki, okuma oranımız bu kadar çok düşükken ülkemizde herkes her şeyden çok şey anlıyor! Ki bence bunun nedeni ironik olsa da yine okumayışımızdan kaynaklı. Eski Yunan ünlü ve bilge filozoflarından Sokrates’in şu sözü aklıma geldi birden “Hoc unum scio me nihil scire Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.”Bilge filozof mütevazılık yapmış olsa da felsefe açısından bilginin korkunç derecede sınırsız olduğunu, bildiklerimizin aslında çok sınırlı olduğunu vurgulayıp aslında hiçbir şey bilmediğini söylüyor. Ne büyük erdem ama! Tam tersine gerçek anlamda okumayan, cahil insanların her şeyi bildiğini iddia etmesi.. Ne yaman çelişki değil mi? Aklınıza hemen birileri gelmiştir bile.. Evet, okumak kibrimizi, bencilliğimizi alır, bizi mütevazı yapar. Tıpkı Sokrates gibi. En son okuduğunuz kitap? Diye soracak olursam eğer, hemen cevap verebilir misiniz? Uzun süre düşünmeye başlıyorsanız eğer üzgünüm ama okuma alışkanlığınız ne yazık ki yok demektir. Kitap okumanın vermiş olduğu müthiş hazzı yaşamayanlar için gerçekten üzülüyorum. Kitap okumak bizi başka dünyalara götüren en ucuz ulaşım aracı. Sosyal medyanın, televizyonun bizi uyuşturmasını önleyen bir ağrı kesici! Hayal dünyamızı genişleten bir hazine, Arkadaş, Dost.. Çocuğunuzun, kendisini ve dünyasını daha iyi anlamasını, empati duygusunu içselleştirmesini, olaylara daha geniş perspektifte yaklaşmasını, vicdan duygusunun daha iyi gelişmesini, kendini daha iyi ifade etmesini, telaffuzunun çok iyi olmasını ve kelim dağarcığının zengin olmasını, şiddetten uzak kalmasını özetle “iyi bir insan” olmasını istiyorsanız eğer mutlak anlamda kitap okuma alışkanlığı edindirin. Ancak çocuğa bu alışkanlığı edindirmenin ilk koşulu siz ebeveynlerin okumasıdır. Peki, ama neden şehrimizde ve ülkemizde kitap okuma oranı düşük? Bu sorunun mutlaka ki birçok cevabı ve dinamiği vardır. Ancak genel çerçevede baktığımız zaman bireyin ailesi tarafından yetiştirilme tarzı, ebeveynlerinin okuma kültürüne sahip olup olmadığı olgusu, sosyo-kültürel yapı, eğitim düzeyi, yaşanılan çevre, kitaba atfedilen değer yargıları vs.. gibi nedenleri sıralayabilirim. Bir ebeveyn kitap okumuyorsa eğer, kendi çocuğuna neden kitap okumuyorsun? Deme hakkına sahip değildir. Bir çocuğun küçüklük yaşlarında her zaman rol modeli kendi anne-babasıdır. Çoğu zaman anne babasının davranışlarını taklit etme, peşinden gitme eğilimindedir. Eğer siz evde günde 1 dakika dahi olsa kitap ile ilgilenmiyor aksine telefon ve TV. İle ilgileniyorsanız eğer, çocuğunuzdan kitap okuma alışkanlığını bekleyemezseniz. Türkiye İstatistik Kurumu’nun TÜİK 2016 verilerine göre, Türkiye’de kitap okumaya kişi başına düşen süre yalnızca ama yalnızca 1 dakika! Buna karşın televizyon izlemeye 6 saat, internette ise en az 3 saat harcanıyor. Bu verilere karşın Türkiye’de kitap endüstrisinin gittikçe büyüdüğünü, yüzlerce yayınevinin açıldığını görebiliyoruz. Türkiye, 2 milyar 100 milyon doları aşan hacmiyle dünya sıralamasında 11. En büyük kitap cirosuna sahip ülke. Türkiye Yazarlar Birliği yıllık baskı sayısının 660 milyonu aştığını belirtiyor. Eee hocam hani kitap okunmuyordu diyordunuz? Ama baskı sayısı çok yüksek düzeyde diyebilirsiniz. Ancak bu baskıların %63’lük oranını eğitim kitapları oluşturuyor. Yetişkin edebiyat ve sanat kitaplarının oranı ise sadece %4. Şüphesiz kime sorarsak soralım, kitap okumanın son derece önemli olduğunu, hayati önem taşıdığını, kitap okuma kültürüne sahip bireylerin bir şekilde fark yarattığını ifade edecektir. Ancak ne yazık ki bu realiteye rağmen mikro bağlamda şehrimiz, makro bağlamda ülkemizde okuma oranı son derece düşük! Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’nün UNESCO verilerine göre Türkiye, kitap okuma oranından dünyada 86. Sırada! Evet, seksen altı! Türkiye İstatistik Kurumu’nun TÜİK verilerine göre ise Türkiye’de kitap, ihtiyaç listesinin 235’inci sırasında yer alıyor! Dünyada kitap için kişi başına harcanan para ortalama 1,3 dolarken, Türkiye’de çeyrek dolar. Üzülerek belirtmeliyim ki çok acı bir tablo ile karşı karşıyayız. Merhaba sevgili okur, Bu satırları okuyorsan eğer, muhtemelen bu soruyu sana sormuyorumdur. Belli bir okuma kültürüne sahip olduğunu düşünüyor ve bunun için teşekkür ediyorum. Psikolog Hüseyin Berken Binay Ezcümle; duygular bir bütündür. Ve hepsinin birbirine ihtiyacı vardır. Birbirinden bağımsız düşünülemez. Işığı asıl var eden, anlamlı kılan karanlıktır. Doğal olarak mutluluğa hayat veren de ara ara bizler de oluşan negatif hislerdir. Onlardan kaçmak yerine yüzleşmek ve onlara vereceğimiz tepki ve anlamı değiştirmek gerekiyor. Bu noktada da işin içinden çıkılmaz hissettiğinizde, ihtiyaç hissetmeniz halinde profesyonel ruh sağlığı uzmanlarına başvurmaktan lütfen çekinmeyin. Negatif duygu ve düşünceleri tanımak, onlardan kaçınmamaktaki amaç bu duyguların bize vereceği anlamı ve tepkiyi değiştirmektir. Negatif duygu ve düşünceleri protesto etmek, kaçınmak, sövmek, lanetlemek bizi mutlu etmeyeceği gibi pozitif de düşündürmeyecektir. Olumsuz otomatik düşünceleri tanımak, farkına varıp yönetmek bizi daha mutlu hissettirecektir emin olun. “Bitirilmemiş işler”eninde sonunda kendini tekrar gösterecek ve gün yüzüne çıkacaktır. Tekrar tekrar bu sorunsal döngüyü yaşamamak adına negatif duygulardan kaçmamalı, zamanında hangi duygular gerekiyorsa yaşamalı, sonraki yaşantımıza minimum zararla devam etmeliyiz. Geçenlerde ulusal çapta herkes tarafından bilinen bir gazetede şu korkunç başlığı gördüm “Her olumsuz düşünce bedende bir hastalık yaratır.” Yahu arkadaş böylesi absürt bir bakış açısı olabilir mi? Bu yazı başlığını atan kişinin bilgilerine baktım; yaşam koçu, hayat koçu, bilmem ne koçu… Diye gidiyor. Yani psikoloji üzerine herhangi bir lisansa, yüksek lisansa ya da doktoraya sahip değil! Yanlış yönlendirmeleri de kaçınılmaz. Lütfen itibar etmeyiniz. Bir an önce ruh sağlığı meslek yasasının çıkmasının ne kadar elzem olduğunu bir kez daha bu vesile ile vurgulamak istiyorum. Olumsuz herhangi bir durum yaşadığınız zaman doğal olarak, vücut ve ruh refleksif bir davranış sergileyerek bu doğrultuda reaksiyon verecektir. Üzgün hissedecek, demoralize olacak, mutsuz hissedeceğiz. Ki bu çok doğal. Bunları yaşamalı, realitelerde kaçmamalıyız. Çünkü bu duygulardan kaçmak, üstünü kapatmaya ya da örtmeye çalışmak bir çözüm değil, süspanse aracı olacaktır. Ve sonrasında daha rahatsız edici bir şekilde ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla da o an negatif düşünmemiz, negatif duygular yaşamamız gerekiyorsa mutlaka yaşamalıyız. Bu, sonraki yaşantımız için gerekli ve ruh sağlığımız için elzemdir. Evet, hayata olumlu bir perspektiften bakmak bizi daha dinamik, daha sağlıklı ve daha mutlu kılacaktır. Bu noktada herhangi bir kuşku yok. Kastettiğim durum “pozitif düşünmeyin” algısı asla değildir. Pozitif düşünmenin yolunun, negatif düşünmekten tamamen kaçınmak değil, negatif düşüncelere ait duyguları tanımak ve onlara vereceğimiz tepki ve anlamı nasıl değiştirebileceğimizi öğrenmekten geçebileceğini vurguluyorum. Patolojik durumlar için durum biraz daha farklı olduğunu vurgulamak istiyorum. Bu durumda da profesyonel ruh sağlığı çalışanlarına danışalım lütfen. Zihnimize yerleştirilmeye çalışılan “sürekli olumlu düşün” “pozitif düşünmeliyim” “negatifliğe yer yok” “olumsuz düşünceleri kafadan silme yöntemleri” “olumsuz düşüncelerden kurtulmak” “negatif düşüncelerle başa çıkmanın bilmem kaç yolu” gibi düşünce kalıpları, sanılanın aksine bireyi rahatlatmadığı gibi strese sokuyor! Hatta ileri boyutunda anksiyete bozukluğuna da neden olabilme ihtimalini doğuracaktır. Bu algı ve dayatma son derece yanlış ve hatalı. Mutlu olmanın, iyi hissetmenin temel koşulu pozitif düşünmekten geçmez. Aksine duygularımızı tanımaktan, onları nasıl kontrol edebileceğini bilmekten geçer. Bir bireyin her zaman mutlu olmasının imkânsız olduğunu, kişisel, mesleki ve aile yaşantımızda olumsuz duygu ve düşüncelerin var olabileceğini, bunlara da ihtiyacımızın olduğunu bilmek bizi daha da rahatlatacak ve tüm duygularımızı sevmemize katkı sağlayacaktır. Televizyonlardan, kimi kişisel gelişim-ki bazısı kişisel gerileyiş-kitaplarından, gazetelerden, sosyal medyadan, aile bireylerinden, büyüklerimizden vs. vs. gerek direkt, bazen de subliminal mesajlarla daima pozitif düşünmemiz gerektiği vurgulanmakla kalmayıp, bunun mutlu olmak için zorunluluk olduğuna dikkat çekiliyor! Evet, her zaman pozitif düşünmek zorunda değilsiniz! Ve dolayısıyla da her zaman pozitif duyguları da hissetmek zorunda değilsiniz! Kimi zaman ruhunuzun pozitif duygu ve düşüncelerle yoğrulabilmesi için, negatif duygu ve düşüncelerimizi de tanımak, onlarla da yaşamayı bilmek ve onlardan kaçmamayı da öğrenmek gerekiyor. Nitekim bu şekilde yaşamayı öğrenmek, psikolojimize, ruh sağlığımıza daha iyi gelecektir. Son olarak seyahat konusunda başka bir vurguya parantez açmak istiyorum Seyahat etmeyi, gezmeyi lüks olarak görmeyi bırakmalı ve bu bakış açımızı değiştirmeliyiz. Üzgünüm ama bu bakış toplumun birçok kesiminde var. Gideceğimiz yerler için birikim yapmak, bu istek içerisinde olmak, erken planlamak, en uygun ve uzuz şekilde mal etmenin yolları arama çabası içinde olmak, tüm alternatifleri araştırmak, aracılar kullanmak ekonomik açıdan çok önemli. Sıkça seyahat eden insanlarla konuşun ve nasıl ucuza gezdikleri konusundaki deneyimlerini mutlaka alın. Ucuz seyahat araçları, tren, gemi, otobüs, otostop, bisiklet vs. ve ucuz hatta ücretsiz konaklama yerleri airbnb, couchsurfing, hostel, çadır-kamp vs. ile ekonomik masrafları minimize edebilirsiniz. Yeter ki bu arzu içinde olun. Tabi bir de kontrolsüz bir şekilde gezip dolaşma eğilimi, amaçsız dolaşmaya karşı aşırı arzu içinde olan insanlar var. Bu psikolojik bir hastalıktır ve adı da “ Dromomania”dır. Tedavi edilmesi gerekmektedir. Tam olarak nereye ulaşmak istediklerini anlamıyorlar. Evden neden ayrıldıklarını ve anında düzeltilmiş hayatı yok ettiklerini fark etmiyorlar. Bu insanlar, yerlerini değiştirmek için dürtüsel, müdahaleci, kontrol edilemez bir tutkuyla hareket ediyorlar. Bu insanların dışarı çıkmak için karşı konulamaz bir istekleri vardır. Dünyanın diğer ülkelerine kaçmayı severler ve sürekli gidecekleri ilginç rotalar ararlar. Kimi araştırmalar, bu kuşağın ilgi ve önceliğinin seyahat etmek olduğunu göstermiştir. Gezmek, seyahat etmek, tatile çıkmak en az yemek, içmek kadar vücudumuz ve ruhumuz için gerekli ve asla lüks değildir. Seyahat eden insan sayısı o kadar çok arttı ki, bunu artık bir obsesyon/takıntı haline getiren yüzbinlerce kişi var. Ve bu takıntının da bir adı var Wanderlust Sendromu Seyahat Takıntısı ya da Yolculuk Tutkusu. Wanderlust Sendromu, seyahat etmeyi, gezmeyi, yeni yerler/ülkeler görmeyi, keşfetmeyi obsesyon haline getirmeyi ifade eden bir terimdir. Birçok insanın hissettiği ihtiyaçtan kaynaklanan bir arzudur. Bu kişilerin istediği şey dünyadaki yeni yerleri görmek ve farklı kültürleri keşfetmek. Edebiyat dalında Nobel ödülü olan Şili’li şair/yazar Pablo Neruda yazdıklarımı ne de güzel özetliyor; Yavaş yavaş ölürler, Seyahat etmeyenler, Yavaş yavaş ölürler okumayanlar, Müzik dinlemeyenler, Vicdanlarında hoşgörü bırakmayanlar, Yavaş yavaş ölürler, Alışkanlıklara esir olanlar, Her gün aynı yolları yürüyenler, Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler, Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile girmeyen, Veya bir yabancı ile konuşmayanlar. Seyahat kültürü olan, sıkça gezen insanların prototipini dikkatlice incelediğinizde; çok daha dinamik, yaşam enerjisi ile dolu, gerçekçi, pratik, daha organize, problem çözme becerisi ve otokontrolü yüksek, sağlıklı bir ruh haline ve psikolojiye sahip, geniş bakış açısına sahip, hoşgörülü, empatik, yeniliklere açık, okuma oranı ve sosyal zekâsı yüksek, kültürlü, eğlenceli insanlar olduklarını gözlemlemeniz zor olmayacaktır. Çünkü birçok özelliği onlara “yol” öğretiyor. Her şeyden önce kendinize şu soruyu sormanızı istiyorum. “Ruhumu doyuran temel şey nedir?” Bu soruya vereceğiniz cevap ve peşinden cevabınızın peşinden gitmeniz yaşam kalitenizi arttıracağı gibi sizi doğrudan mutlu ve pozitif hissettirecektir. Ben bu soruyu kendime sorduğumda, direkt “keşfetme arzusu” cevabını almıştım kendimden. Evet, evreni, dünyayı keşfetme arzusu. Tam da verdiğim bu cevaptan ötürü sürekli seyahat halindeyim. Keşfediyorum. Fırsat buldukça gezmeye çalışmıyor, hayatımın bir parçası haline getiriyorum. Bir yeri keşfederken, o an bir sonra ki rotam neresi olmalı? Diye zihnim kurgular oluşturuyor. Vücudum serotonin ve endorfin salgılıyor. Ve bu da çok psikolojik olarak daha iyi hissetmemi sağlıyor. Seyahat ettikçe, keşfettikçe ruhumun yenilendiğini, deşarj olduğumu, enerji depoladığımı fark ettim. Seyahatlerimin hemen hepsinde ruhumu sarmalayan bir his var “Bir yere varmaktan çok, oraya giden yol ve yolda olma hissi heyecanlandırıyor beni.” Belki de aynı his sizde de vardır. Kim bilir? Psikolog Hüseyin Berken Binay Hayattan kaçmak için değil, hayatı kaçırmamak için yola çık. İş hayatının yarattığı stresten, günlük sorunlarımızdan, geleceğe dönük kaygılarımızdan, geçmişe dair pişmanlıklarımızdan, stresörlerden ve depresif ruh halimizden uzak kalmanın, sıyrılmanın en iyi yöntemlerinden biri de seyahate çıkmaktır. Doğa iyileştiricidir. Buna emin olun. İlla yurtdışına çıkmanız gerekmiyor. Sessiz, yeşilin, mavinin dominant olduğu en yakınızdaki yere seyahate çıkın. Ruhunuza en iyi gelen yerin neresi olduğunu ancak keşfederek farkına varabilirsiniz. Evrenin büyüsüne kapılmış gezginler için, seyahat çok iyi bir terapidir. Ki nitekim benim için de öyle. Gezmek, yeni yerler, yeni kültürler görmek, iç içe olmak ruhunuza/bedeninize yapacağınız en iyi terapi yöntemlerinden biridir. Seyahate çıkmadan önce ki merak duygusu, yolda olacak olma hissi, yeni yerler görmeden önceki hazırlık süreci, bilgi depolamak, hazırlık yapmak, plansızlığı planlamak, kum saati misali geri sayıma başlamak, yolculuk saatini beklemek, varış noktasına vardıktan sonraki duygular silsilesinin tarifi benzersiz bir haz. Seyahat etmenin, yeni yerler keşfetmenin, doğada kaybolmanın, farklı kültürlerle tanışmanın, yeni yerler görmenin, hep görmek istediğiniz bir destinasyona varmanın, varılan yerlerin ruhunu hissetmenin, psikolojimize/ruh sağlığımıza ciddi olumlu etkiler sağladığını biliyor muydunuz? Çok güzel… Ben bir fotoğrafta yeni bir dünya oluşturuyorum. Benim çektiğim fotoğrafı üçüncü kişi ve kişiler çekmemişsem görmüyorlar. Çekmişsem o zaman görüyorsunuz. Bu dünyada var olmamdaki sebeplerden birinin bu sistemi kullanan bir adam olarak, insanlığa görülmeyeni göstermek olduğunu düşünüyorum. 60 yıldır fotoğraf çekiyorsunuz. Anlatırken heyecanlanıyorsunuz. Bunca zaman sonra sizi hala nasıl heyecanlandırabiliyor? Evet. Ansel Adams”ın fotoğraflarını kıskanıyorum. Kıskandığınız bir fotoğrafçı var mı? İnsan fotoğrafı bende bir şey ifade etmiyor. Birini çektiğinizde o duygu iki kişi arasındadır. Üçüncü bir kişinin bu duyguyu görmesi bence doğru değil. Fotoğraf üçüncü kişiyi ilgilendirir. Ben bu duygunun paylaşılmaması taraftarıyım. O yüzden portre çekmiyorum. Hedefim buzun içindeki yeşili çekmek. Sonuçta mekânların içinde insanlar yaşıyor. İnsana hizmet eden bütün her şeyin fotoğraflıyorsunuz. Neden portre çekimlerini eleştiriyorsunuz? Birkaç mesajı var. Birincisi, eğer benim fotoğraflarıma birisi bakmak istiyorsa paylaşmak istiyor demektir. İkincisi fotoğraflarımda mutlaka bilimsel bir konuyu aktarmaya çalışıyorum. Estetik mutlaka olması gerekir. Yani fotoğraf estetiğine uygun olan bir mimari yapıyı o fotoğrafta yapmalıyım. Zaten o mimaride bir şey görmüyorsam deklanşöre basmıyorum. Bunun içinde sanat tarihi de olmalı. Her görüntü bilinçaltına bir mesaj yollar. Sizin fotoğraflarınız karşınızdakine nasıl bir mesaj yolluyor? Önemli bir karşılığı var. Biz psikososyobiyolojik organizmayız. İrkilme dediğimiz bir özelliğimiz var. Bu beynimizin içinde oluyor. Bu niteliklerin en büyük özelliği ise görsel kanalla geliyor. Dolayısıyla biz çektiğimiz fotoğrafta üçüncü şahıslara irkilterek söylemek durumundayız. Yani onun dikkatini çekmemiz gerekiyor. Fotoğrafların insan üzerinde bıraktığı tesiri doğrudan anlamayabiliriz. Bize hoş gelen bir şeyin bizdeki psikolojik olarak karşılığı nedir? Elbette. Biri fotoğrafa bakıyorsa içinde psikolojik bir niteliği olmalı. Fotoğrafın gayesi bakana ait bir konudur. Ben bakan için bu fotoğrafı çekiyorum. Kendim için değil. Amaç fotoğrafı üçüncü kişiye göstermek. Göstermenin de bir anlamı olmalı bu da psikolojiden geçiyor. Psikolojisi olmayan bir fotoğrafın hiçbir anlamı yok. Psikoloji mezunusunuz. Görüntülerin insan üzerindeki tesiri büyüktür. Fotoğraflarınızı çekerken psikolojiden faydalanıyor musunuz? Kayaüstü resimleri çok önemli. O resimler bugüne ulaşsın diye yapılmıyor. Bir istek anlatılıyor. Yaptığı resim eğer bir dağ keçisi resmiyse böyle bir dağ keçisi avlanmak istiyorum demeye çalışıyor. Psikoloji bilgime göre, ilkçağ insanı o resimleri yaparken konuya daha çok konsantre oluyor. Avlasın, yesin ve yaşasın. Bu anlamda ben de hep bir konuya bakmayı yeğledim. Dikkatimi çeken şuydu; insan aklı fabrika inşa ediyor. İnsan aklı, doğada olmayan mekanik bir dünya oluşturuyor ve o da yine insanlar için kullanılıyor. Ben sanayi fotoğrafı çekmeye başladığım zaman aklın ön gördüğü yapıyı nasıl çekerim? düşüncesiyle yola çıktım. Elinizde var olan bütün ekipmanlar bir anda değişiyor. Mesela elinizdeki makineler hiçbir anlam ifade etmiyor. Yeni makinelerle çalışıyorsunuz. Türkiye”de endüstri fotoğrafçılığı denilince akla gelen ilk isimsiniz. Bir yandan dağlarda dolaştınız diğer yandan sanayide kullanılan makineleri ve binaları görüntülediniz, yani endüstri fotoğrafçılığına geçiş yaptınız. Bu birbirinden bağımsız görünen iki dal arasında nasıl bir bağ var? Prehistoryada okuma teknikleri var. Bu resimler topraktan geldik toprağa gidiyoruz temasını da simgeler. Taşları nasıl okuyorsunuz? Dağların içindeki ışığı… Prof. Muvaffak Uyanık isimli pedagog prehistoriacı bir hocam bana ”sen dağlarda dolaşıyorsun, resim de yapmayı seviyorsun ama senden en az yirmi bin yıl önce bu dağların üzerine resim yapanlar yaşamış sen onların resimlerini neden çekmiyorsun” dedi. Hikâyem böyle başladı. Çektiğim kaya fotoğraflarının kitabı Avusturya”da basıldı ve dünyada çıktığı yıl altı keşif eser vardı onlardan bir tanesi oldu. Dünya ilk defa Güneydoğu Anadolu bölgesindeki Cilo dağları içinde, Van gölü çevresindeki kaya üstü resimlerinden haberdar oldu. Bu kaya üstü resimleri yaklaşık on binin üzerinde. Bugüne kadar kayaüstü resimleri diye bir şey bilinmiyordu. Neyi arıyordunuz dağlarda? Evet, çoğunlukla dağ resimleri yapardım. Birgün Ankara”daki Elmadağ dağcılık kulübünün düzenlediği geziye katıldım. O sene çok güzel kar yağmıştı. ”Acaba kar resimleri de yapabilir miyim” diye düşünerek gittim. Orada başka bir dünya gördüm. Sonra yine dağcılık kulübüyle dağa çıkmak üzere bir araya geldik. Gezide bana hocalık yapan Dr. Kurt Turnovski isimli Avusturyalı bir jeologla tanıştım. Makinesiyle her şeyin fotoğrafını çekiyordu. Şaşırdım ve neden bu kadar çok fotoğraf çektiğini sordum, o da ”Kayaların da dili vardır” dedi. Birikmiş paramla makine aldım. Hem dağcılığa devam ettim ve hem de orada fotoğraf çekmeye başladım. 7 defa milli oldum. Türkiye”nin pek çok dağına gittim. Psikoloji ve gazetecilik mezunusunuz. İlk gençliğinizde resimler yapıyormuşsunuz. Fotoğrafla ne vakit tanıştınız? Ersin Alok, ülkemizin yetiştirdiği, özellikle prehistorik dönem ve endüstri fotoğrafçılığında, uluslararası kabul görmüş bir fotoğrafçı. Teknik olarak yaptığı buluşlarla ün salan Alok”un, dünyanın önemli fotoğraf arşivleri tarafından da kaydedilmiş 11 milyonu aşkın görsel ve dia çalışması bulunuyor. Dünyanın çeşitli yerlerinde Prehistorik Dönem ve sanat tarihi üzerine gerçekleştirdiği çalışmalarla pek çok eser kazandırmış eski dönem tarih fotoğrafçılarından. V. Paris Bienali”nde ”Absurd” anlatımı içinde Birincilik Ödülü aldı. Fotoğrafların çekilmesinin nedeni, deneyimlere insanları dahil etmeye yardımcı olmaktır. Araştırmacılar; ’Fotoğraflarla anları yakalamak aslında o anlara, özellikle de yakalanmaya değer anlara, dikkatimizi topluyor. Sonuç olarak, fotoğraf çekmek insanların deneyimleriyle daha fazla ilgilenmelerine neden oluyor’’ dedi. Belki de bu yararlar duyarlı fotoğrafçılık’ ile ilgilidir ’Sahip olduğumuz şeyler için şükretmek mutluluğumuzu arttırıyor. Ne yazık ki, günlük hayatımız boyunca acele ettiğimiz şeyleri görmezden geliyoruz. Bununla savaşmanın bir yolu, ne olursa olsun sizin için hatırlatıcı olan fotoğrafları çekmektir.’’ Deneyim boyunca sadece zihinsel resimler çekmek insanların daha fazla eğlenmesine yardımcı olmak için yeterlidir. Bununla birlikte, araştırmacılar, insanlar zaten bir deneyimle meşgul olduklarında, fotoğraf çekmenin faydası olmadığını bulmuşlar. Ayrıca, büyük fotografik ekipmanların taşınması, kişilerin bu tecrübelerden hoşnut olmamasına neden oldu. Fotoğrafçılığın var olduğu bilinmeyen bir psikolojik yararı olduğu ortaya çıktı. Yeni bir çalışma, fotoğraf çekmenin günlük aktivitelerin zevkini arttırdığını bildirdi. Anlık dikkati dağıtmaktan ziyade, fotoğraf çeken insanların, çoğu durumda, deneyimlerinden daha fazla keyif aldığı görünüyor. Çalışmanın araştırmacıları; ’ Bildiğimiz kadarıyla, bu araştırma fotoğraf çekmenin insanların deneyimlerinin keyfini nasıl etkilediğini inceleyen ilk kapsamlı araştırmadır. Biz gösterdik. ’ dedi. Araştırmacılar, çalışmaları için 2000’in üzerinde insanın katıldığı 9 deney gerçekleştirdi. Bazıları laboratuarda, bazıları ise sahada uygulandı. Örneğin; birinde otobüs turundan insanlar alındı. Turdaki insanların yarısına fotoğraf çekmesi ve diğer yarısına ise çekilmemesi önerildi. Fotoğraf çekenler genellikle bu tur deneyimini daha keyifli buldular. Tekrar görüşmek üzere. Yeşilin tonlarının cömertçe sergilendiği bir ormanda, parkta ya da sadece bir sokakta yürüyüş yapın. Sizi çevreleyen dünyanın farkına varın ve güzellikleri görmeye niyetli olun! Enerjinizi ve motivasyonunuzu artıracak aktivitelere katılın, doğayla iç içe olmaya gayret gösterin. Sizi gerçekten mutlu eden ve mutlu etmeyen şeyler arasındaki farkı daha net anlayacaksınız. Kısaca daha minimalist bir yaşam tarzı yolculuğuna başlamak istediğinizde, bu basit adımlar ile kolay bir şekilde bu yaşam biçimine yönlenecek ve özgürlüğünüzün, mutluluğunuzun keyfine varabileceksiniz. Kabullenelim ki çok fazla kıyafete sahibiz! Yaşamımızdaki karmaşanın en yaygın alanlarından biri de dolaplarımız. Giymeyeceğinizi düşündüğünüz, artık fayda sağlamayan kıyafet ve aksesuarlara sıkı sıkıya sarılmanıza gerek yok. Dolabınızı boşaltıp giymediğiniz kıyafetlerinizi bağışla ihtiyacı olanlara verebilir ya da ikinci el sitelerde satabilirsiniz. Gerçekten içinde olmaktan mutlu olduğunuz kıyafetleri tutun ve geri kalanıyla vedalaşın! Maddiyatta aşırıya kaçıp kaçmadığınızı değerlendirin. Minimalist yaşam tarzı, “güzel ya da pahalı eşyaların” tamamen gereksiz ya da kötü bir alışkanlık olduğunu vurgulamamakta. Aslında daha minimalist bir yaşam biçimine geçerken çok fazla “güzel ya da pahalı eşyaya” sahip olup olmamanın gerekliliğini değerlendirmeyi vurgulamakta. Genellikle yer kaplayan, hem fiziksel hem de duygusal çöplük olan eşyalarla yaşıyoruz. Sahip olmak istediğimiz eşyalar gerçekten gerekli mi? Çoğumuz en son moda kıyafet, araba ya da elektronik eşyalarla sahip olmak isteyen takıntılı toplumlarda yaşıyoruz. İhtiyacınız olabileceğini varsaydığınız her küçük şeyin sahibi olmaksızın hayatı deneyimlemeye çalışın, ihtiyacınız olduğunu düşündüğünüz şeyleri aslında sadece istediğinizin farkına varın. Eşyalarınız statü sembolü olarak değil fayda sağlama aracı olarak hayatınızda yer edinmeli. Bazı eşyalarınızın, nasıl fark edildiğinize veya başkaları tarafından nasıl algılandığınıza olan önemine daha az vurgu yapmalısınız. Bazen eşyalar yaşam kalitenize ya da mutluluğunuza fayda sağlamaz. Çoğu zaman kullanmadığınız veya anlam ifade etmeyen giysilerin, elektronik ürünlerin ve diğer eşyaların yığılması gerekli bir alanı işgal edebilir. Kullanmadığınız eşyaların temizlenmesi nefes almanıza yardımcı olur. Yanlış anlaşılmaması gereken nokta; aslında maddi bir varlığa sahip olmamızda herhangi bir sorun yok. Günümüzün sorunu onlara yüklediğimiz anlamda. Minimalist hareketin arkasındaki amaç, geçici heveslere sahip olmadan hayatı gereksiz olana nazaran bizim için neyin anlamlı olduğunu bilerek yaşamaktır. Aile kurmak, iyi bir kariyer yapmak, güzel bir ev ya da son model bir araba almak gibi kararlar hayatınızda gerçekten önemli bir yere sahipse, o zaman bu hedeflerinizi gerçekleştirin! İşin özü; hedeflerinizi daha bilinçli bir yaklaşım ile yapmanız. Bir gün daha az eşya ile yaşamaya karar verirseniz, minimalist bir yaşama göz kırpmaya başlayabilirsiniz. Elbette minimalist yaşam tarzı sadece daha az eşya ile yaşamak değil, özgürlüğümüzü bulmaya yardımcı bir araç aslında. Korkularımızdan, endişelerimizden, suçluluk duygularımızdan, depresif halimizden ve tüketim kültürü alışkanlıklarımızdan kurtulma özgürlüğü. Kısaca gerçek bir özgürlük ve mutlu bir yaşam! Anlamlı yaşamak denge anlamı taşır. Yaşam eksi ve artıların bir arada uyum içinde var olduğu bir döngüye sahiptir. Bu döngü içinde göstermiş olduğunuz irade sizin sınırlarınızı fark etmeniz ve bu zıtlıklar içinde dengeli bir yaşam oluşturmanız, anlamlı bir yaşamın temel unsurları niteliğindedir. Öyleyse bir yerden başlamak gerek geç olmadan. Varoluşsal bir iç görü kazanmak ve hayatınıza yeni bir pencereden devam etmek, sizi sizi yapacak ve daha güçlü bir ben olmanıza yardımcı olacaktır. Yaşamda bir anlam elde etmek, bizi güçlü kılar ve zorluklar karşısında dirençli olmamıza yardımcı olur. Bu nedenle Frankl’ın dediği gibi birçok psikolojik rahatsızlığın kökeninde anlam eksikliğinden bahsedebiliriz. Örneğin, hepimizin sıklıkla karşılaştığı depresif olma durumu anlam yoksunluğa verilebilecek güzel bir örnektir. Var olmak, yaşamı ve kendimizi değerli görmekle başlar. Değerli bir varlık olarak inanın bir amacının olması, kendisini bu amaca adamasına ve daha anlamlı bir yaşam sürmesine olanak tanır. Bu iradi bir eylemdir. Bu bilinçlilik hali kişinin yaşamında anlam ve amaç bulmak için göstermiş olduğu bir iradedir. Günümüz dünyası kaybetmiş olduğu bir anlam ile karşı karşıya gelmiştir. Yaşamın hızı, oluşturduğumuz yapılar, yaşam biçimlerimiz, teknoloji ve daha sayılabilecek birçok şey mutluluk kavramını her geçen gün hayatımızdan uzaklaştırmakta ve bizleri bir arayışın içine sokmakladır. Bunlar sadece yaşamın bir yönünü teşkil etmekte ve biten salgınlar ile başlayan savaşlar veya açlık ile baş gösteren insanlık kareleri diğer bir yön olarak karşımıza dikilmekte. Bütün bunlara rağmen bazı insanlar daha güçlü ve bunların üstesinden daha sağlıklı bir şekilde gelebilmektedir. Onları güçlü kılan ne? Daha anlamlı bir yaşama sahip olmaları mı? Öyleyse yaşamı değerli kılan ve amaçlı hale getiren nedir? Cevabı aranacak daha birçok soru bizleri yaşamın anlam kavramı ile karşı karıya getirmekte ve içinde bulunduğumuz varoluşsal boşluğu hatırlatmaktadır. Sonuç olarak, Paul Wong’un deyimiyle psikolojik sağlamlık umut, inanç ve sevgi ile beslenir ve büyür. Sahip olabileceğiniz tüm cesaret ve bilgelikle zor zamanlarda anlamlı bir yaşam sürebilmek, sizi daha mutlu ve hayatın anlamlı bir parçası kılacaktır. Bununla birlikte yaşamınızda daha önce benzer zorluklarla karşılaşıp karşılaşmadığınızı düşünün ve karşılaştıysanız bunlarla başa çıkarken neler yaptığınızı hatırlamaya çalışın. Sizi güçlü kılan neydi ve nasıl kendinizi toparlayabilmiştiniz? Böylece başa çıkarken zorluklarla ne tür kaynaklardan yararlandığınız konusunda fikir sahibi olabilirsiniz. Ayrıca teknolojiden uzaklaşarak biraz kendimizi dinlemek ve düşünme olanağı yakalamakta yararlı olacaktır. Bu süreçte insanlar kaçınılmaz olarak daha fazla kendilerini teknolojik yaşama verebilmekte ve kendini anlama noktasında daha az kişisel zaman ayırabilmektedir. Kendinize ayırmış olduğunuz bu zaman diliminde, olumsuz düşüncelerinize odaklanıyorsanız onları tanımlamaya çalışın ve ne tür olumsuz düşünceler üzerinde odaklandığınızı gözden geçirin. Bu şekilde bu düşüncelerinizi anlama ve daha olumlu yaşantılarla yeniden düzenleme olanağı yakalayabilirsiniz. Bu basit birkaç uygulamayı yapmak kendinizi daha iyi hissetmenize yardımcı olacak ve bu sürecin üstesinden daha sağlıklı bir şekilde gelmenizi kolaylaştıracaktır. Öncelikle her günün sonunda veya haftada bir gün o gün veya hafta boyunca yaşadığınız duyguları gözden geçirmeniz yararlı olabilir. Neler sizi daha mutlu etti veya daha olumlu hissettirdi? Bununla birlikte olumsuz duygularınızı keşfedin ve değerlendirin, onları tanımlamaya çalışın. Bu olumsuz duyguları veya doyum sağlamadığınız alanlarınızı azaltmak için neler yapabileceğinizi bir gözden geçirin ve buna yönelik planlamalar yapın. İnsan doğası gereği zorluklar karşısında birtakım korkular geliştirebilir. Korkularımız varsa onları konuşmak onların üstesinden nasıl geleceğimize katkı sağlayabilir. Bu amaçla yazma aktiviteleri yapılabilir. Belirleyeceğiniz duygu ve düşüncelerinizle ilişkili bir durum hakkında 20 dakikalık bir yazı yazma yararlı olacaktır. Bu ve benzeri uygulamalar sizin bu süreçte yaşadığınız duygusal deneyimlerinizi tanımlamanıza ve fark etmenize katkı sağlayacaktır. Son yaşanılan salgında olduğu gibi yaşam beklenmedik streslerle karşımıza çıkabilmektedir. Bu nedenle insanlar karşılaşmış olduğu bu stresi yönetebilmek, bu zorluklarla başa çıkabilmek ve kabul edilebilir bir yaşam kalitesini sürdürebilmek için esnekliğe ihtiyaç duyar. Diğer bir ifadeyle kişinin psikolojik sağlamlık düzeyi onun yaşamış olduğu stresle baş etmesinde ve sonrasında tekrar normal yaşamına dönebilmesinde etkili bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Öyleyse bu yapının desteklenmesi hem bireyin bu zorluklarla baş etmesini kolaylaştıracak hem de stres sonrasında onun stres öncesi işlevlerine geri dönmesine olanak tanıyacaktır. Sağlamlık esnek olma becerisidir. Ne kadar esnek olduğunuz yaşadığınız stresle nasıl başa çıktığınızı belirler ve bu durum sonrasında normal yaşamınıza uyum sürecinizi etkiler. Günümüz dünyasında insanlık, savaş, küresel ısınma, afet, evsizlik gibi birçok sorun ile karşı karşıyadır. Özellikle son zamanlarda dünyada olduğu gibi ülkemizde de Koronavirüs hastalığı COVID-19 nedeniyle geçirdiğimiz zor günler yeniden zorluklar karşısında dayanıklı veya sağlam kalabilmeyi odak nokta haline getirmiştir. Yaşanılan bu zorluklar sadece bireyin yaşam kalitesini düşürmekle kalmayıp aynı zamanda beraberinde bir takım ruhsal sorunları da getirebilmektedir. Öyleyse nedir bizi güçlü kılan ve bu zor dönemlerde daha esnek bir geçişi sağlayan? Özellikle son yıllarda bu soruya psikolojik sağlamlık resilience kavramı ile cevap aranmaya çalışılmıştır. İnsan bir sıkıntı veya kötü bir şey yaşadığında, bunu sıklıkla zihninde canlandırır ve bu bireyin o durumun etkisinden kurtulmasını engelleyen veya geciktiren bir durumdur. Bu nedenle içinde bulunduğunuz durumda duygu ve düşüncelerinize odaklanmanız onları keşfetmenize ve tanımlamanıza yardımcı olacaktır. Özellikle bu günlerde psikolojik sağlamlığımızı desteklemeye yönelik yapacağımız bir takım basit uygulamalar bize önemli sonuçlar ile geri dönecektir. Dr. Gökmen Arslan Zor zamanlarda sıklıkla kendimize, savaş mültecilerini veya kanserli bir arkadaş gibi daha zor durumda olan diğer insanları hatırlatırız. Bu doğru olsa da, şahsen kendi başınızdan geçen ve üstesinden geldiğiniz güçlükleri hatırlayarak daha büyük bir dayanıklılık artışı sağlayabilirsiniz. Geçmişe dönüp “ben nelerin üstesinden gelmedim ki, bununla da baş edebileceğimi biliyorum” demek, size her zaman daha çok yardımcı olur. Araştırmalar, krizle baş etmelerine yardımcı olmak için güçlü arkadaş ve aile destek ağlarına sahip olan insanların psikolojik olarak daha dayanıklı olduğunu göstermektedir. Fakat sizin için anlamlı olan bir şeye veya birilerine destek vererek daha büyük bir dayanıklılık artışı elde edebilirsiniz. Araştırmalar, dünyaya ve kendimize bakış açımızı şekillendiren kişisel hikayemizi yeniden şekillendirmenin yarar sağlayabileceğini gösteriyor. Yazılı anlatım çalışmalarında, üniversite öğrencileri üniversite mücadelelerini büyüme fırsatı olarak yeniden yapılandırmayı öğrendiler; sonrasında öğrenciler daha iyi dereceler elde ettiler ve okuldan ayrılma ihtimalleri azaldı. Harvard Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, stresi performansı artırmanın bir yolu olarak gören kişilerin testlerde daha iyi sonuç aldığını ve stresle, stresi görmezden gelenlere göre daha iyi baş ettiklerini buldu. Başımıza gelen terslikler için kendimizi sorumlu tutma ve neyi farklı yapmalıydık diye tekrar tekrar düşünme eğilimindeyiz. Zor bir durumdayken sanki hiç bitmeyecekmiş gibi gelebilir. Psikolojik dayanaklılığınızı güçlendirmek için, bir hata yapmış olsanız bile, soruna büyük olasılıkla birden çok faktörün de katkıda bulunmuş olabileceğini ve atmanız gereken sonraki adımlara odaklanmanız gerektiğini kendinize hatırlatın. İyimserlik kısmen genetik olarak aktarılmış, kısmen de öğrenilmiştir. İyimserlik, korkunç bir durumun gerçeğini görmezden gelmek anlamına gelmez. Örneğin bir iş kaybı sonrasında birçok kişi yenilgiye uğramış hissedebilir ve “Bunun üstesinde asla gelemeyeceğim” diye düşünebilir. İyimser biri ise, meydan okumayı daha umutlu bir şekilde kabul eder ve “Bu zor olacak, ancak bu durum hedeflerimi gözden geçirme ve beni gerçekten mutlu eden bir iş bulmak için de büyük bir şans olabilir.” diye düşünebilir. Önemsiz gibi görünse de olumlu düşünmek ve olumlu insanlarla birlikte olmak gerçekten pozitif kalmamıza yardımcı oluyor. İyi haber; orta yaşın niteliklerinden bazıları – daha iyi duygu düzenleme, yaşam deneyimlerinden kazanılan bakış açıları ve gelecek nesiller için taşınan endişeler- orta yaştaki insanlara, gençlere nazaran dayanıklılık geliştirmek açısından daha fazla avantaj sağlayabilir. Stres ve psikolojik dayanıklılık üzerine çalışan bilim insanları, dayanıklılığı her zaman güçlendirilebilen duygusal bir kas olarak düşünmenin önemli olduğunu söylüyor. Büyük veya küçük çaplı bir krizle karşılaşmadan önce dayanıklılığı geliştirmek yararlı olsa da, duygusal iyileşmenizi hızlandırmak için de kriz sırasında ve sonrasında atabileceğiniz bazı adımlar var. Dayanıklılık, sağlıklı bir çocukluk gelişimi için gerekli bir beceriyken, araştırmalar, yetişkinlerin de orta yaş döneminde en çok ihtiyaç duyduğu şeylerden biri olan dayanaklılığı artırmak için adımlar atabileceğini göstermektedir. Orta yaş, boşanma, ebeveynin ölümü, kariyerdeki duraksama ve emeklilik endişeleri gibi her türlü stres faktörünü yaratabilir, ancak çoğumuz bu zorluklarla baş etmek için ihtiyaç duyduğumuz dayanıklılık becerilerini geliştirmiyoruz. 50 yaş bir kadının hayatındaki önemli eşiklerden biri. Bu eşiği aştıktan sonra kadınların hem kendilerini anlamaları hem de başkaları tarafından anlaşılmaları için yeni bir iletişim modeli belirlemek gerekiyor. Bu soruların yanıtları, işte bu iletişim modelinin ana çizgilerini belirliyor. Konuşarak, araştırmalar yaparak, görünür ve çağdaş kültürel kodlar belirleyerek orta yaşlarına gelen kadınların içinde bulundukları zorlu dönemi aşmalarını sağlamak mümkün. Tüm bu araştırma sonuçları, orta yaş aralığındaki kadınların içinde bulundukları karmaşık ruh halinin daha yakından incelenmesi gerekliliğini ortaya koyuyor. Ancak 30’lu ve 40’lı yaşlardaki kadınlar üzerine yapılan araştırmalara kıyasla 50 yaşını aşmış kadınlar üzerine yapılan araştırmaların sayısı oldukça kısıtlı. 50’li yaşlar ve sonrası kadınlar için hormon dengesinin değiştiği, bedende önemli değişimlerin görüldüğü, çocukların evden ayrıldığı, eşlerin vefat ettiği, iş fırsatlarının azaldığı, sağlık sorunlarının daha sık görüldüğü, anne-babanın vefatlarının sıkça yaşandığı, arkadaş kayıplarının görüldüğü bir dönem olarak kendini gösteriyor. 50 yaşından sonra yaşanan tüm bu değişim nedeniyle kadınların değerleri değişiyor. Kendilerini daha farklı hissetmeye ve daha farklı şeylere önem vermeye başlıyor. En güvendiği hedefler, belirsiz olmaya başlıyor. Yeni istekler ortaya çıkıyor. Hayattaki kırılma noktalarını tamir etmek, bu kırgınlıkların üstesinden gelip devam etme motivasyonu yakalamak zorlaşıyor. Jung’un bu sözü aslında çok önemli bir noktaya temas ediyor. Birçoğumuz yıllar geçtikçe yaşadığımız zorluklar karşısında şaşırıyoruz, ne yapacağımızı bilemiyoruz. Özellikle 50 yaşını geçen kadınlar, hayatta karşılarına çıkan zorluklar yüzünden çok zorlanabiliyor. Bedensel değişiklikler, hayata dair büyük dönüşümler, değerlerle ilgili değişimler yüzünden birçok kadın yönünü bilemediği bir kültürün içinde buluyor kendini. Sonuçta ne oluyor? Orta yaşlarına gelen kadınlar kendilerini belirsiz, kaybolmuş, dışlanmış ve hatta görünmez hissediyor. Birçok kadın benzer duyguları yaşıyor. 50 yaşını geçen kadınların çoğu aniden kendilerinin artık enerjik, cezbedici, erotik görünmediklerini düşünüyor. Canlı ve verimli liderler olarak görülmedikleri duygusuna kapılıyor. Mesele sadece bununla da bitmiyor. Amerikan Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi’nin yaptığı araştırmaya göre yaşları 40 ile 59 arasında olan kadınlar, herhangi bir cins ve herhangi bir yaş aralığıyla kıyaslandığında depresyon oranının en yüksek görüldüğü grup olarak tanımlanıyor. Dahası, Amerikan Sağlık İstatistikleri Merkezi’ne göre 45-64 yaş arasındaki orta yaşlı kadınlarda intihar oranı 1999’dan beri yüzde 63 artmış. İsviçreli psikiyatr ve analitik psikolojinin kurucularından Carl Jung, 1933 yılında şöyle demişti “Hayatımızın ikinci yarısına, hiç hazırlıksız başlıyoruz. Oysa hayatımızın öğleden sonra vakitlerini, sabah programına göre yaşayamayız. Hayatımızın sabahında güzel olan şeyler, akşamında pek güzel olmayabilir, sabahında doğru olan öğleden sonra yalan olabilir.” Yaşanan sorunlardan bir kısmı kadınların bu dönemi algılamasıyla ilgilidir. Bu dönemde üreme çağının sona ermesinin getirdiği bir takım sonuçlar vardır. Ancak bu neden, kültürel ve sosyolojik olduğundan daha fazla abartılır. Bu dönem sanki hayatın ve cinsel yaşamın sona ermesi gibi algılanabilir. Bu algıyı yaşayan kadınlarda sık olarak depresyon olmak üzere anksiyete bozuklukları, sinirlilik, kronik stres, uykusuzluk olarak tezahür edebilir. Bu sorunların menopoz döneminde değişen hormonlarla da bağlantısı olduğu iddia edilir. Fakat bu tam olarak kanıtlanmış bir bilgi değildir. Menopoz döneminde çeşitli stresler de devreye girer. O dönem, çocukların büyüdüğü, evden ayrıldığı, bağımsızlaştığı, evin boşaldığı bir dönemdir. Bu nedenle menopoza girince yalnızlık duygusunu yaşayabilir. Bu dönemde kardiyovasküler hastalıklar gibi bedensel rahatsızlıklar da görülebilir. Cinsel sorunlar olabilir. Menopozun ilerleyen döneminde eş kayıpları meydana gelebilir. Yalnızlık duygusuna bunlar da eklenir. Menopoz döneminde kalp damar hastalığı riski çok hızlı artar ve bu dönemden geçen kadınlarda kalp hastalıkları oranı neredeyse erkeklerle eşitlenir. Kadınlarda menopoz sonrası kalpten ölüm oranı da erkeklerden daha yüksektir. Çünkü kalp hastalıkları daha kötü seyreder, vücut metabolik değişiklikleri iyi yönetemez ve hastalığın tanısının konulması, tedaviyi geciktirebilir. Menopoz; kadın için gebelik, emzirme ve ergenlik dönemleri gibi bir dönemdir. Bu dönemde kesinlikle yalnızlık ve kenara itilmişlik psikolojisine girmemeleri gerekir. Bu dönemde eşler bazen anlayış gösterebilir, bazen de sorunları anlamayabilirler. O nedenle bilgilendirmeleri önemlidir. Kadının geçmişi ve yaşadıkları depresyon riskini belirler. Bu dönem bir nevi geçmişle hesaplaşma’dır. Kişi yaşamına bakıp kendini değerlendirir. Bu değerlendirme toplumlara ve kültürlere göre farklılık gösterir. Örneğin Türk kadını kendinden çok ailesini düşünür. Bu yaşta çocukları evden ayrılmış, eşiyle belli bir süredir birlikte olup çalışıyorsa çalışmayı bırakmıştır. Bütün yatırımlarını eşine ve çocuklarına yaptığı için mutsuz olabilir. O nedenle psikologlar kadınlara sadece aileleri için değil, kendileri için de bir şeyler yapmalarını önerir. Fizyolojik olarak pek çok sonuç doğuran menopozun psikolojik etkileri de büyüktür. Pek çok kadın bu dönemde depresyon, sinirlilik ve yalnızlık hissedebilir. Son adet kanaması olarak bilinen menopoz östrojen eksikliğinin yaşandığı bir dönemdir. Bu eksiklik psikolojik bozulmaya direkt yol açmaz ancak ateş basmaları, uyuşmalar, gece ve gündüz terlemeleri, şişkinlikler, baş dönmesi, denge bozuklukları, çarpıntı gibi birçok otonom sinir sistemi yolu ile ifade edilen şikayetlere yol açar. Bunları yaşayan kadında, duygusal zayıflama, iç sıkıntıları, karamsarlık, isteksizlik ve birçok konuda memnuniyetsizlik hali baş gösterebilir. Her kadında ruhsal sorunlar görülmez. Bu durum kişilik, özgüven, meşguliyetler, çalışma durumu ile direkt ilişkilidir. Özgüveni olan, geçirdiği dönem özelliklerini tanıyan, işi, mesleği ve gerçek meşguliyetleri olan kadınlarda ruhsal sorunlar minimum düzeydedir. Halk arasında kısırlık olarak da bilinen infertilite, bazen kadın bazen de erkekten kaynaklı olabilmektedir. Doğurganlığı olumsuz etkileyen çok sayıda faktör sıralamak mümkündür. Çiftler bu süreçte çocuk sahibi olmakta zorlandıkları yetmiyormuş gibi, bir de bozulmaya başlayan cinsel yaşamlarıyla yüzleşmek zorunda kalırlar. Çiftler korunmasız bir şekilde cinsel ilişki yaşamaya başladıkları bu süreçte, yumurtlama dönemlerini takip etmek zorunda kalıyorlar. Hatta cinsel ilişkiye girecekleri günlerin, saatlerin bir takvimi önceden belirleniyor. Bu da cinselliğin doğal yönünü bozup, çiftler arasında daha mekanik bir işmiş gibi yapılmasına neden oluyor. Cinselliğin mecburi olarak uzaması ve sıklıkla tekrar edilmek zorunda kalınması, tatsız bir hal alabilmektedir. Çiftleri hem yoran hem de cinsellikten bir haz alamamalarına sebep olan bu durum, bir de boşa harcanmış bir çaba olarak da karşılarına çıkabilmektedir. Yumurta toplama günlerinde gerçekleşen planlı cinsel birleşmelerde dakikalar bile oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Bazen bu süreçte kanamalar ya da düşük durumları meydana gelebilmektedir. Cinsellik bir evliliğin en önemli saç ayaklarından bir cinsellik infertilite tedavisinden nasıl etkileniyor? Mutlu ve sağlıklı bir cinsel yaşam, evliliğin huzur içinde devam etmesini sağladığı gibi, çiftlerin birbirine olan güven, sadakat ve sevgisini de pekiştiren bir öğedir. Elbette en önemli taraflarından bir tanesi de üreme fonksiyonunu sağlayan temel öğedir. Çiftlerden birinde oluşan cinsel bir sorun, psikolojik bir sorun ya da fiziki bir problem, hem çocuk sahibi olmanın önüne geçiyor, hem de cinsel hayatın olağan ritmini kötü yönde etkiliyor. Çift ilk evrede çocuk yapamayacağını kabul etmek istemez. Kısırlık konusu sürekli akıllarına gelir fakat bireyler bu durumdan evreyi ikinci evre olan inkar evresi takip eder. Bu evrede sürekli gebelik konusunu deneyen çiftler hayal kırıklığı yaşarlar. Fakat hala kısırlık konusuna inanmazlar ve denemeye devam evre kaygı evresidir. Kaygı evresinde artık kısırlık konusu konuşulmaya başlanmıştır. Kısır olan eş diğer eşin gözünde yetersiz gözükmekten ve onu kaybetmekten korkar. Hatta terkedilme konusu ortaya çıkabilir. Duygu eksikliğine ve suçluluk duygusuna evre Öfke’ dir. Çift bu olaya mantıklı bir çözüm aramaya başlar. Çift geçmişteki hatalarını düşünür. Bu birine suç atmaya çalışmaktır. Bu durumda eşler kendilerini ve ya eşlerini suçlayabilirler. Bu evrede boşanma gündeme gelebilir. Hatta ev içerisinde büyük kavgalara sebep olabilir. Evliliğin yıkılma süreci bu evrede gündeme evre kontrol kaybı evresidir. Çiftlerin cinsel yaşamlarını didik didik eden bu evrede pahalı ve karmaşık tetkikler uygulanır. Çift bu evrede özel yaşamlarının ihlal edildiğine dair düşüncelere evrede birçok duygu hissedilir. Özellikle eşlerde yabancılaşma ve yalnızlık duygusu baş gösterir. Bu evrede çocuk yapan arkadaşlarını gördükçe onlardan daha da uzaklaşır. Depresyona girilebilir. Çift sadece dış dünyadan değil birbirlerinden de evre umutsuzluk evresidir. Bu evrede çift çocuklarının asla olmayacağını düşünür. Artık koca bir umutsuzluk gösterirler. Kendilerini farklı ve kusurlu hissederler. Ciddi bir kriz olan bu durum çiftlerin ruh sağlığı ve evlilik ilişkisi üzerinde olumsuz yönde etkiler yaratmaktadır. Çiftler bu durumu yaşarken hem bireysel gelişimleriyle baş etmeye çalışırken hem de bu durumla karşılaşmak zorunda kalıyorlar. İkisini birlikte yürütmek işleri gerçekten de zor bir duruma sokuyor. Bu sebeple evlilikte mutluluk ve sevgi zedelenmeye başlıyor. Kesinlikle bu süreçlerde profesyonel tedaviler almalısınız. Bu krizde evreler şu şekilde gelişir Bu hastalık üreme çağındaki bir çiftin bir yılın sonunda üremeyi gerçekleştirememe durumudur. Toplumda yüksek derece oranla rastlanan bu durum fiziksel ve zihinsel sorunlara yol açabilir. Bir çift için İnfertilite tam bir kriz durumudur. Bu durum için profesyonel müdahale gerekir. Bu hastalığa müdahale için yapılacak en uygun ortam ise Tüp Bebek Tedavi Merkezleri’dir. Çiftlerde ortaya çıkan İnfertilite’nin doğal sonucu olan psikolojik sorunlar bu hastalığın tanısı ve tedavisi konusunda güçlü komplikasyonlar ortaya çıkmasına neden oluyor. Yapılan önemli araştırmalar sonucunda psikolojik sebeplerden dolayı gebelik önemli ölçülerde azalıyor. Bu azalmaların tek sebebi olarak ise psikoloji gösteriliyor Doktorlar çevrelerine sakin ol, rahatlayın gibi önerileriTedavinin maddi yönüHastane kontrolleriİşyerlerinden izin alma güçlükleriÇevrenin baskısıÇevrede çocuğa verilen anlamÇevrenin olumsuz yorumlarıÇevrenin çifte daha fazla ilgili olmasıTedavi için gittiği yerin evinden uzak olmasıTedavinin sonucunun belirsiz olmasıÇiftlerin birbirleriyle yaşadığı problemlerÇiftlerin birbirlerini suçlamasıTedavi aldığı yere olan güvensizlik ve doktora olan başlarken bu etkenler stres oluşturur. Çiftler için stres bu dönemlerde oldukça olumsuz bir durumdur. Bu nedenle çiftler stresten kurtulmak için ya uzmana danışmalıdırlar ya da çevreyle çok da ilgilenmemelidir. Çiftlerin bu sorunda birbirlerini anlamaları ve birbirlerine destek olmalıdırlar. Psikoloji hem tedavi hem de bu hastalığı yenmek amacıyla oldukça önemli faktörler arasında yer alır. İnfertilite, çiftin korunma yöntemlerini uygulamamasına rağmen çocuk sahibi olamamalarıdır. Türkiye’de yaklaşık olarak %15 oranında interfiliteye sahip çift vardır. Bu çiftler ne kadar çocuk sahibi olmak isteseler de bu mümkün olmuyor. Bu nedenle çocuk sahibi olmak için çiftler uzman doktorlara danışıyorlar. Bu çiftlerde sıkça şu tetkikler görülür Şok olma İnanmama doktorun hata yapmasını söylemeleri, eşlere senin yüzünden’ demeleri Suçluluk Depresyon Kabul etme.. Listelenen psikolojik tetkikler infertiliteye sahip çiftlerde görülür. Özellikle eşleri oldukça sinirlendiren senin yüzünden olmuyor’ sözleri bireyleri oldukça üzer. Hatta bu laf ayrılığa bile sebep olabilir. Çünkü eşlerin birbirlerine suç atması, çiftin birbirlerinden soğumasına sebep olur. Bu sebepten dolayı çiftler, infertilite tedavisi görürken psikolojik durumlar oldukça etkili durumlardır. Çünkü çiftler bu psikolojik durumları çözmezlerse sonuç kötü olabilir. Çiftlerin infertiliteyi kabullendikten sonraki ilk aşaması genelde tedaviye başlamaları olmaktadır. Fakat bu aşamalardan sonra çiftte psikolojik sorunlar olabilir. Psikolojik sorunların nedeni bu tedavide genelde stres yüzünden olmaktadır. Eşle ilişki en önemli faktörler arasında yer alır. Öncelikle eşle cinsel ilişkiden önce normal yaşamdaki ilişki çok önemlidir. Eşle iletişim çok önemlidir. İletişimsizlik eşle ilişkiyi bitirebilir. Bu durum genelde çiftler birbirini yalnız hissetmelerinden kaynaklanır. Diğer konu ise cinsel yaşamdır. Eşle cinsel yaşam normal ilişki kadar önemlidir. İnfertilite olan eşini suçlamamalıdır. Özellikle “Senin yüzünden çocuğumuz olmuyor” denmemelidir. Bu konuda eşine sonuna kadar destek olmalı ve İnfertilite olan eşiyle tedavi yöntemlerine başvurmalıdırlar. Bu tedavi kesin başarıyla sonuçlanmasa da sürekli deneyebilirler. Stres fonksiyonu bu seviyelerde oldukça olumsuz yönde etkiler göstermeye başlar. Çift stres faktörlerini gördüklerinde bu konuda da uzman tarafından destek almalıdırlar. Başarısızlık sonucunda oluşan stres faktörleri, ilişkiyi bitirecek türden olabilir. Bu yüzden kesinlikle destek almalıdırlar. İnfertilite’ye sahip çiftler tetkikler sonucunda belirli bir cevap alamayabilirler. Bu konuda oldukça belirsiz düşüncülere kapılabilirler. Tedavinin belirli bir oranda başarıya ulaşma sonucundan dolayı çiftler tedaviye yüzde yüz oranında güven duymamaktadırlar. Hatta bu konuda ciddi derecede başarısızlık düşüncelerine kapılabilirler. Bunun sonucunda tedavi başarısız olunca yeni bir tedaviye başlamayı tercih etmezler. Fakat bu konu yanlıştır sürekli devam etmeleri gerekir. İnfertilite tanısı alan çift bu konuda olumsuzluğa kapılır. Bir daha çocuklarının olmayacağını düşünür. Bu konuyu çevresine açamaz ve tedavi almak başta aklına gelmez. Sonsuza kadar kısır infertilite kalacağını düşünür. Çevresinde çocukları olan insanlara karşı öfke duyarlar. İnfertilite çiftlere “Ne zaman çocuk yapacaksınız?” sorusunu aldıklarında oldukça fazla sinirlenirler. Hatta etraflarına karşı öfke duyarlar. Bu belirgin özellikler çiftlerin kendilerine zarar vermelerine kadar gidebilir. Özellikle çiftlerin birbirlerine “senin yüzünden çocuğumuz olmuyor” demeleri ilişkiyi bitiren ve birbirlerinden soğumalarına neden olan sözlerden en önemlisidir. Birbirlerine suç atan çiftler bir süre sonra evliliğini bitirebilir. Bu konuda uzman bir doktordan yardım almaları gerekir. Uzm. Psk. Atiye Kaytazoğlu İnfertilite’ye sahip çiftler genelde psikolojik şekilde kötü etkilenirler. Özellikle infertiliteye sahip çiftler tedavi görürken büyük bir stres altına girerler. Sonucun negatif olması ise çiftleri bitiren önemli olaylardan biri olabilir. Stres çiftlere yanlış şeyler yaptırabilir. Stresin çiftlerde gösterdiği belirgin özelliklerden bazıları şunlardır İlgi kaybı, yalnızlıkHayal kuramamak, umutsuzlukOlumsuz düşünce, karamsarlıkİsteksizlik, keyif alamamakUyku düzeninde bozulmalarYüksek düzeyde kaygıDikkat toplama güçlüğüAlkol ve ilaç kullanımı Tekrarlayan düşüklere yol açan fiziksel bir faktör yoksa bu durum çiftte yetersizlik duygusunu ön plana çıkarıyor. Girişimlerinde başarısız olan çiftlerin evliliklerinde, tam bir aile olamama ! düşüncesiyle sorunlar meydana geliyor. İletişim alanı sürekli bebek sahibi olma konusuyla daralan çiftler aile içi problemler yaşıyorlar ve bu da boşanmaların artmasına yol açıyor. Eşinle ilişkinizi gözden geçir. Eğer yaşadıklarınız karşısında aranızdaki ilişkinin seyri bu yönde ilerliyorsa durumu karşılıklı olarak gözden geçirin. Hatta başa çıkması zor olan bu duruma karşın uzman desteği almanız en sağlıklı çözüm olabilir. Acıların önünde sonunda hafifleyecek, biliyorsun. O zamana kadar da en iyi ilacın sabır, bilgi ve destek. Partnerinden, ailenden ve arkadaşlarından destek almayı ihmal etme. Hissettiğin acıyı kimse dindiremez belki ama seni sevenlerden güç alabilirsin. Bazen çiftler düşükten sonra hemen yeniden çocuk yapmaya kalkışabiliyorlar. Ancak bu durum zannedilenin aksine, yaşanan acıyı unutturmuyor. Üstelik bu gebeliğin de risksiz olacağının bir garantisi yok. Düşük tecrübesinin vermiş olduğu kaygı ve korku, hamilelik sırasında gerginlikler yaşanmasına yol açabiliyor. Dolayısıyla düşükten sonra hamilelik için acele etmemelisin. Kaybettiğin bebeğinle ilgili duygularınla yüzleşmeli, yasını tamamlamalısın. Eşinle ilişkin zarar gördüyse aranızdaki gerginlikleri ve sorunları çözmelisiniz. Yeni hamileliğine bedenen sağlıklı, zihnen de mutlu ve huzurlu hissettiğin anda hazır sayılırsın. Zaman zaman eşinle birlikte bunun neden sizin başınıza geldiğini sorgulayabilirsiniz. “Neden ben?” ya da “Neden biz?” sorusu sizi hiçbir sonuca ulaştırmaz. Ancak fizyolojik olarak düşüğe yol açan nedenleri öğrenmek ve olayın tıbbi boyutunu kavramak kaybınızı kabullenmenize yardımcı olabilir. Özellikle de iki düşük söz konusu ise bu konu üzerine mutlaka araştırılma yapılması gerek. Yüzünü hiç görmediğin, kucağına almadığın hatta belki adının ne olacağını bile düşünmediğin bebeğinin yasını tutmakta zorlanabilirsin. Ancak ölümü ne kadar somut hale getirirsen baş etmen de o kadar kolay olur. Bir cenaze ya da defin töreni düzenleyerek bebeğinle vedalaşabilir, kendini daha iyi hissedebilirsin. Ölen kişiden kalan bir fotoğraf ya da eşyayı, şimdi ve ileride yaşatabileceğin somut bir anı olması için saklayabilirsin. Uzmanlar bunun insana iyi geldiğini söylüyorlar. Kaybını kabullenmek için daha fazla zamana ihtiyacın varsa yakınlarından, bebeğin için hazırladığın odanın boşaltılmamasını isteyebilirsin. Yas tutmak, kaybını kabullenmenin ve toparlanmanın en önemli adımlarından biri. Duygularını kelimelere dökmekten çekinme. Acını içinde yaşamak için kendini baskılama, duygularını serbest bırak gitsin. Yas tutma sürecini yaşaman gerek. Çeşitli nedenlerle hamilelikleri sırasında kayıp yaşamış özellikle de birden fazla kaybı olan ve senin gibi düşük yapmış kadınlarla duygularını paylaşmak kendini daha az yalnız ve daha umutlu hissetmene yardımcı olabilir. Düşük yapan kadının günlük rutinine dönmesi zaman alır. Psikolojinin düzelmesi, vücudun düzelmesinden çok daha uzun sürebilir. Bir süre hayatın normal akışında devam etmesini kabullenemeyebilirsin. Ancak hayatı daha katlanabilir hale getirmek ve acını hafifletmek için yapabileceğin şeyler de var. Düşük yapmış olman senin hatan değil. Yaşadığın bu kaybın verdiği yükü, suçluluk duygusuyla ağırlaştırma. Aksine, bu süreçte ne kadar güçlü davrandığına ve bir bebek sahibi olmaya ne kadar kararlı olduğuna odaklan. Kendini hep güçlü hissetmediğin günlerin elbette olacak ancak mümkün olduğunca olumsuz ve suçlayıcı düşüncelerden uzak durmaya çalış. Kimler düşükten daha çok etkilenir? Bebekle geçirilen vakit ve bağ ne kadar fazla olursa kayıp algısı o kadar fazla olduğu için hamileliğinin ikinci trimester’inde düşük yapanlar,Yaşı ilerlemiş olan ya da tekrar hamilelik şansı düşük olanlar,Tüp bebek ya da aşılama gibi yöntemlerle uzun uğraşlar sonucunda hamile kalanlar,Sağlık problemi nedeniyle yeniden hamile kalmasına izin verilmeyen kadınlar,Depresyon geçirenler ya da birtakım farklı ruhsal problemleri olanlar,Eşiyle ilişkisinde problem uzmanlar, daha önce çocuk sahibi olmamış bir kadın ilk gebelikte düşük yapınca travmasının daha büyük olduğunu söylüyorlar. Çocuk sahibi olup da düşük yapan kadının psikolojisi daha az tahribata uğruyor. Depresyon ve kaygı bozuklukları,Panik atak,Travma sonrası stres bozukluğu,Kronik stres ve gerginlik,Baş, sırt ve boyun ağrıları,Mide sorunları,İştah kesilmesi veya aşırı yeme,Uykusuzluk,Ağır halsizlik,Deri döküntüleri,Geçmiş travmaların tetiklenmesi,Geleceğe dair umutsuzluk,Yeniden çocuk sahibi olma konusunda endişe,Tahammülsüzlük,Eş ile ilişkilerde bozulma. Hamilelik bir kadının hayatındaki en özel ve mutluluk verici süreçlerden biri. Ancak ne yazık ki bazen çeşitli nedenlerle düşükle sonuçlanabiliyor. Bu noktada düşük yapan kadının psikolojisi durumdan nasıl etkileniyor? Düşük yapan kadın bununla nasıl mücadele edebilir? Bir anne adayı olarak bu durum büyük bir üzüntü, suçluluk ve öfke gibi karmaşık duygulara kapılmana yol açabilir. Bir anda gelecekle ilgili umutsuzluğa kapılabilirsin, olduğun yerde donup kalabilirsin bile. Düşükten sonra bazı anne adayları ilk aşamada şok yaşayabiliyorlar. Düşük sonrası direkt olarak acısını yaşayamayan anne adaylarında durumun etkisi aylar sonra bile ortaya çıkabiliyor. Dolayısıyla düşük yapan kadının hissettiklerini standart bir kalıba sokmak zor. Ancak iç dünyasına yönelerek sorgulamalara giren kadınların düşük yaptıktan sonra depresyona girme eğilimi yüksek oluyor. Özetle, yaşadığın şey her ne kadar üzüntü verici bir durum olsa da duygularını serbest bırakmalı ve kendine bir çıkış yolu bulmaya çalışmalısın. Özellikle işyerinde başarılı olan çalışkan ve güvenilir insanların tehdit altında olduğu yadsınamaz. Yani işine önem veren, işini severek yapan bir çalışansanız, mobbinge uğrama ihtimaliniz yüksek! Peki mobbinge uğradığımızı nasıl anlarız? Öncelikle, psikolojik olarak nasıl hissettiğiniz önemli. Her gün mutlu ve motivasyonu yüksek bir şekilde geldiğiniz işyerinize yürürken ayaklarınız artık geri geri mi gidiyor? İşinize duyduğunuz istek ve enerjinizi azalmış mı hissediyorsunuz? Öyleyse iş arkadaşlarınızın, yöneticinizin size olan davranışlarını gözden geçirme vakti. Sizi psikolojik olarak baskılanmış ya da isteksiz hissettiriyorlarsa bunun üzerine durup düşünmek gerekir. Size uygunsuz lakaplar takıyorlarsa, hakkınızda dedikodu çıkartıp olmayan şeyleri olmuş gibi yansıtıyorlarsa gidişat ciddi olabilir. İşlerinizin manipüle edilmesi, size gereksiz eleştirilerde bulunulması, sözlü taciz, uygunsuz şakalar gibi olumsuz durumlar yaşıyorsanız psikolojik bir şiddetin ortasındasınız. Hepimiz çalışma ortamımızda huzurlu olmak isteriz. Verimi ve üretkenliği ciddi manada etkileyen bu durumun aksi yaşandığında, performansımızda ciddi bir düşüş meydana gelir. İşyerimizde motive olmamızı engelleyen, huzurumuzu kaçıran bazı durumlar söz konusu olabilir. Mobbing eğitimi ile bu konuda farkındalık yakalayarak, çeşitli önlemler almak mümkün. Mobbing, diğer adıyla psikolojik şiddet, işyerimizde bazı insanlar tarafından yaşadığımız psikolojik baskı ve yıldırmalar olarak bilinir. Kendine güveni olmayan, hiyerarşiyi kötü şekilde kullanan, kendini fazlasıyla ispatlama çabasında olan, art niyetli kişilerin sıkça başvurduğu bir yöntemdir. Mobbing; mevcut gücün ya da pozisyonun kötüye kullanılarak; sistematik olarak psikolojik şiddet, baskı, kuşatma, taciz, aşağılama, tehdit gibi şekillerde tecelli eden duygusal bir saldırı olarak nitelerindirilebilir. Kişinin saygısız ve zararlı bir davranışın hedefi olmasıyla başlayıp; işverenin ima ve alay ile karşısındakinin toplumsal itibarını düşürmeyi de içeren saldırgan bir ortam yaratarak onu işten çıkmaya zorlamasıdır. Yaş, cinsiyet, ırk ayrımı olmaksızın kişiyi iş yaşamından dışlamak amacı ile kasıtlı olarak yapılır. Mobbing uygulayan kişiye “tacizci”, mobbing’e maruz kalan kişiye ise “mağdur” denir. Psikolojik şiddet, baskı, kuşatma, taciz, rahatsız etme veya sıkıntı vermektir. Türk Dil Kurumu, mobbing kavramının karşılığı olarak “Bezdiri” kelimesini belirlemiş ve bezdiriyi “İş yerlerinde, okullarda vb. topluluklar içinde belirli bir kişiyi hedef alıp, çalışmalarını sistemli bir biçimde engelleyip huzursuz olmasına yol açarak yıldırma, dışlama, gözden düşürme” olarak tanımlamıştır. İşyerlerinde bir veya birden fazla kişi tarafından diğer kişi ya da kişilere yönelik gerçekleştirilen, belirli bir süre sistematik biçimde devam eden, yıldırma, pasifize etme veya işten uzaklaştırmayı amaçlayan; mağdur ya da mağdurların kişilik değerlerine, mesleki durumlarına,sosyal ilişkilerine veya sağlıklarına zarar veren; kötü niyetli, kasıtlı, olumsuz tutum ve davranışlar bütünüdür şeklinde 2014 yılında Çalışma Ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ÇSGB tarafından yayınlanan “İşyerlerinde Psikolojik Taciz Mobing Bilgilendirme Rehberinde bu tanım verilmiştir. İngilizce’de mobbing şeklinde kullanımı olan kavram Türkçe’ye “psikolojik taciz” şeklinde çevrilmiştir. Psikolojik taciz çalışma hayatının başından beri varola gelmiş bir durumdur denebilir. Dünyada bütün kültürlerde ve ülkelerde, yaş, cinsiyet, kıdem, hiyerarşik konum ayrımı olmadan çalışanların karşılaşması muhtemel bir işyeri sorunu olan işyerlerinde psikolojik taciz mobbing, iş ahlakına aykırı sistematik yürütülen bir işyeri sorunudur. Öte yandan yapılan çalışmalar azınlık olmanın da psikolojik tacize maruz kalma olasılığını artırdığını göstermiştir. Cinsiyet farkına dair yapılan çalışmalarda da net bir kanıya varmak güç görünüyor. Bazı bulgular kadın olmak bazı bulgular da erkek olmak aleyhine tespit edilmiştir. İş kolu elbette bu durum üzerinde etkili görünmektedir. Türkiye Psikiyatri Derneği; mobbing’in uygulama biçimi, süresi ve şiddeti ile bağlantılı olarak birçok ruhsal bozukluk ortaya çıkabilmektedir. Sıkıntı, öfke, karamsarlık, uyku sorunları, depresif belirtiler, anksiyete belirtileri, davranış sorunları görülebilir. Depresyon, anksiyete ve davranış sorunlarının birlikte bulunabildiği uyum bozuklukları, yaygın anksiyete ve panik bozukluğu gibi kendini bedensel belirtilerle ifade eden somatoform bozukluklar ortaya çıkmasında ve seyrinde ruhsal etkenlerin rol oynadığı psikosomatik hastalıklar görülebilir. Bunun yanında bir tür kendini iyileştirme çabası olarak, alkol, madde ya da ilaç kullanımı olabilir. Madde kullanım bozuklukları gelişebilir. Bireyin fizik bütünlüğünü tehdit eden, onu çaresiz bırakan, dehşet duygusu yaratan yaşantılara bağlı gelişen “Travma Sonrası Stres Bozukluğu” ortaya çıkabilecek en ciddi ruhsal bozukluklardan biridir. İnsan eliyle bilerek oluşturulan işkence, tecavüz, savaş travması gibi sonucu ortaya çıkanlarda süreğenleşme, işlevselliği bozma, yeti yitimi yaratma niteliği çok daha yüksektir. “Mobbing” da insan eliyle bilerek oluşturulan bir travma olarak TSSB için dikkat çekici, çağdaş bir travma biçimi olarak dikkati çekmektedir. Psikolojik taciz literatüre yeni giren bir kavram olduğu için Türkçe’de karşılığı konusunda tam bir karşılığı bulunmamakta, bir terminoloji sorunu yaşanmaktadır. Psikolojik taciz üzerine araştırma yapanlar, Türkçe’de psikolojik taciz olgusunu bir tek sözcükle ifade etmek yerine aşağıdaki belli başlı karşılıkları Zorbalık Bullying2- İş ya da işgören tacizi Work or employee abuse3- Kötü Muamele Mistreatmment 4- Duygusal Taciz Emotional Abuse5- Kurban Etme Victimization6- Gözdağı verme Intimidation7- Sözlü Taciz Verbal Abuse8- Yatay Şiddet Horizontal Vaiolence kullanılmaktadır. Mobbing çalışan bireyi yaptığı işten sistematik bir şekilde sürekli yapılan baskı ve zorbalık gibi yöntemlerle uzaklaştırmak olarak tanımlanabilir. Mobbing çok kapsamlı olarak karşımıza çıkmaktadır. Mobbing’in olan sebepleri ve sonuçları çalışana etkileri çok fazladır. Mobbing bireyin psikolojisi ve beden sağlığını oldukça olumsuz yönde etkilemektedir. Mobbing bireyleri din, dil, ırk, kültür, cinsiyet ayrımından dolayı bireyler toplum içinde ayrıştırılabilir. Mobbing iş hayatında bireyleri ötekileştirmektedir. Mobbing’e uğrayan birey şiddete açık hale gelir. Mobbing’in ortaya çıkardığı şiddet ve bu şiddetten kaynaklı olarak bireyin hukuksal mücadelesi başlar ve bu mücadelen dolayı hukuk alanına, bireyin işsiz kalmasından kaynaklı maddi ve manevi sıkıntılar yaşamasına neden olmaktadır. Bireyin işsiz kalması sadece bireyi değil bakmakla yükümlü olduğu ailesini de etki etmektedir. Leymann 1996 da mobbing’i beş aşamadan oluşan süreç olduğundan bahsetmektedir. Bunlar; iletişime yönelik saldırılar, sosyal ilişkilere saldırılar, sosyal konuma saldırılar, mesleki ve özel yaşamın niteliğine yönelik saldırılar, sağlığa yönelik saldırılar. İletişime Yönelik Saldırılar; Bireyin çevresiyle olan iletişimini engellemeye, sınırlamak için olan davranışlar, sözünün hakkı tanınmaması, azarlanması, karar verilmesine izin verilmemesi, sözel saldırı ve tehdit alması. Sosyal ilişkilere yönelik saldırılar; Örgüt içinde yalnızlaştırmak, yok saymak ve odasının örgütten uzak yerde tutularak izole etmek. Kişisel imajına yönelik saldırılar; Mobbing’e uğrayan birey hakkında örgüt içinde ve dışında dedikodu yapılarak söylentiler yayılması, olan özrüyle dalga geçmek, dış görünüşüyle, etnik kökeniyle, yürüyüşüyle alaycı espriler yapılması lakap takılması. Mesleki kariyerine yönelik saldırılar; Mobbing mağduru kişin yetkiliği dışında iş ve görev verilmesi kapasitesin ya çok üstünde ya da çok altında görevlerde çalıştırılmasıdır. Sağlığına yönelik saldırılar; Mağdura kapasitesinin üstünde tehlikeli ağır ve zor işler yaptırılması. Mobbingin çalışma yaşamında ilk kez, 1984’te İsveçli endüstri psikoloğu Heinz Leymann tarafından tanımlanmıştır. Leyman’ın çalışanlar arasında benzer tipte uzun dönemli düşmanca vesaldırgan davranışların varlığına dair yaptığı saptamalar sonucunda, bu kavramı kullandığı görülmektedir. Bu çalışma bir ilktir ve tüm dünyada Leyman’dan sonra kullanılmaya hayatında işyerindeki verimliliği etkileyen, çalışanın hem ruh hem de fiziksel sağlığını bozan bu durum karşısında ülkeler çalışanı koruyan kanunlar yapmışlardır. İngiltere’de yapılan bir araştırma sonucuna göre çalışanların %53’ü mobbinge maruz kalmış ve %78’i de bu olaylara tanıklık etmiştir. İsveç’te yapılan istatistiksel bir araştırmanın bulgularına göre ise bir yıl içinde gerçekleşen intiharların %10-%15’inin nedeni mobbingdir. İsveç ve Almanya’da yüz binlerce mobbing mağdurunun erken emekli oldukları veya psikiyatri kliniklerinde yatarak tedavi edildikleri kayıtlarda yer almaktadır. İtalya’da 1 milyondan fazla çalışanın mobbing kurbanı olduğu bildirilmektedir. Çalışmalar beyaz yakalı çalışanların daha sık psikolojik tacize maruz kaldıklarını göstermiştir. Beyaz yakaların işlerinin daha karmaşık daha fazla işlem gerektirmesiyle açıklanmıştır. Mağdurun psikolojik özellikleri üzerine de çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Bazı özelliklerin maruz kalmaya yatkınlığı artırdığından bahsedilmektedir. Çekingen, içe kapanık, farklı, dikkat çeken, daha başarılı ve grupla çatışan kişilerin maruz kalma riskinin daha fazla olduğundan da bahsedilmektedir. Öte yandan kişilik özellikleri ile psikolojik tacize açık olmayı ilişkilendirmenin uygun olmadığı düşünülmektedir. Hiçbir gerekçe mobbingi mazur gösteremez. İşyerlerinde bir veya birden fazla kişi tarafından diğer kişi ya da kişilere yönelik gerçekleştirilen, belirli bir süre sistematik biçimde devam eden, yıldırma, pasifize etme veya işten uzaklaştırmayı amaçlayan; mağdur ya da mağdurların kişilik değerlerine, mesleki durumlarına, sosyal ilişkilerine veya sağlıklarına zarar veren; kötü niyetli, kasıtlı, olumsuz tutum ve davranışlar bütünüdür şeklinde 2014 yılında Çalışma Ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ÇSGB tarafından yayınlanan “İşyerlerinde Psikolojik Taciz Mobing Bilgilendirme Rehberinde bu tanım verilmiştir. İngilizce’de mobbing şeklinde kullanımı olan kavram Türkçe’ye “psikolojik taciz” şeklinde çevrilmiştir. Psikolojik taciz çalışma hayatının başından beri varola gelmiş bir durumdur denebilir. Dünyada bütün kültürlerde ve ülkelerde, yaş, cinsiyet, kıdem, hiyerarşik konum ayrımı olmadan çalışanların karşılaşması muhtemel bir işyeri sorunu olan işyerlerinde psikolojik taciz mobbing, iş ahlakına aykırı sistematik yürütülen bir işyeri sorunudur. Öte yandan yapılan çalışmalar azınlık olmanın da psikolojik tacize maruz kalma olasılığını artırdığını göstermiştir. Cinsiyet farkına dair yapılan çalışmalarda da net bir kanıya varmak güç görünüyor. Bazı bulgular kadın olmak bazı bulgular da erkek olmak aleyhine tespit edilmiştir. İş kolu elbette bu durum üzerinde etkili görünmektedir. İş yeri koşullarının strese ve insan sağlığı üzerinde olumsuz etkilere sebep olduğu bilinmektedir. Çalışma şartlarından kaynaklanan psikolojik rahatsızlıklardan Psikolojik Hastalıklar psychological disorders bazıları uyku bozukluğu, ruhsal motivasyonda düşüş ve çalışma isteğinde azalmadır. Stresin kişi üzerindeki etkileri strese sebep olan faktörler ve kişinin fiziksel ve psikolojik özellikleri ile de ilgilidir. Çalışma şartlarının büyük bölümünün stres, psikolojik ve fiziksel rahatsızlıklarla ilişkisi olduğu bilinmektedir. Bunlar iş çizelgesi, iş yüklemesi, işin kontrolü, işin içeriği, görevi ve sosyal ilişkileri de içermektedir. Stres, kişinin duygu, düşünce ve davranışlarıyla birlikte, fizyolojik işlevlerinde de bazı değişikliklere yol açabilir. Bu değişiklikler çoğunlukla bazı işlevsel bozukluklara ve rahatsızlık hissine yol açsa ve yaşam kalitesini bozsa bile çoğunlukla geri dönüşlüdür. Ancak bazı işçilerde ve bazı koşullar altında psikolojik ve sosyal sorunlara ve bedensel sağlığın bozulmasına yol açabilir. Stres ile sağlık arasında ilişkinin sonuçları genel olarak iki ana başlık altında özetlenebilir psikolojik ve toplumsal etkiler ve fizyolojik ve fiziksel etkiler. İş stresi kalp dolaşım sistemi hastalıklarının oluşumunu da destekler. Bu etki, strese bağlı hormonal değişikliklerle adrenalin, noradrenalin ve kortizol veya stresle birlikte artış gösteren sigara ve içki içme, aşırı ve kötü beslenme gibi sağlıksız davranışlar sonucunda ortaya çıkmaktadır. İş stresi, dış etkiyle artırılmış olan işçinin kalp hızının ve kan basıncının, işini kendi kararıyla artıran kişiden daha fazla arttığını göstermiştir. Süreç tasarımında yapılan yanlışlıklarla çalışanların maruz kaldığı ağır bir işte hızlı çalışma gereği özellikle süre uzadıkça stres oluşturur. İş yükü ve ağır işte çalışma nicel ve nitel yük tanımlarına karşılık gelir. Nicel yük yapılacak toplam iş miktarını, nitel yük ise işin güçlüğünü tanımlar. Bu iki boyut birbirinden bağımsızdır. Aynı işte biri az diğeri çok olabilir. Tekrarlayıcı montaj çalışması bu tür bir iştir. İş yükü iş hızına göre değerlendirilmelidir. İş hızı işin tamamlanma hızı ve hızlılık gereğinin doğası ve denetlenebilirliğidir öz denetimli ya da sistem veya makine denetimli. İş hızının sağlıkla ilişkisi bir sınıra kadar denetimle ilgilidir. Sistem veya makine denetimli hızlarda hızlanma fiziksel ve psikolojik sağlık için tehlikelidir. Başarımın elektronik olarak denetlendiği bilgisayar destekli sistemler de aynı etkiyi yapar. Zaman darlığı hem kişisel bir özellik hem de işin gereği olarak ortaya çıkabilir. Çalışma saatleri konusunda iki başlık öne çıkar vardiyalı çalışma ve uzun çalışma süreleri olmak üzere iki başlık öne çıkar. Vardiyalı çalışma, özellikle de gece çalışması sirkadyen ritmi ve uyku düzenini bozarak sağlığı etkiler. Gece çalışması uyku bozuklukları, sindirim sistemi bozuklukları ve genel yorgunluk hâliyle ilişkilendirilir. Pek çok sağlık sorunu ile uzun çalışma süresi arasında ilişki vardır. İş stresi üç yaklaşım temelinde tanımlanır Mühendislik yaklaşımı; stresi, kişinin çevresinin kişiye yüklenen yük ya da istem düzeyi veya zararlı veya tehdit edici unsur cinsinden tanımlanan uyarıcı özelliği olarak ele alır. İş stresi ise iş çevresinin bir özelliği olarak ve genellikle de çevrenin nesnel olarak ölçülebilen bir boyutu olarak ele alınır. Stres kişide olan değil, kişiye olandır. Bunun yanında, bu yöntemlerin sosyal olarak da hayatımıza etkileri olabilir. İlişkilerde karşı tarafla samimi bir şekilde, gerçek duygularımızı yansıtarak daha etkili bir ilişki kurarız. Ancak baskılama yönteminde ister istemez daha sahte davranabiliriz bu yüzden de sosyal ilişkilerde veya romantik ilişkilerde sorunların ortaya çıkmasına neden olabilir. Genel olarak baktığımızda, yeniden değerlendirme yöntemini kullanan insanlar olumlu duyguları daha çok hissediyor ve bu durumda hayatında daha fazla tatmin duygusu deneyimliyor. Peki her durumda, yeniden değerlendirme yöntemini kullanabilir miyiz? Ne yazık ki, hayır. Örneğin bir iş arkadaşınız size takım içinde bağırıyor ve durum bir anda gelişti. Böyle bir durumda yeniden değerlendirme yapmamız için yeterli zamanımız olmayabilir ve ister istemez baskılamak zorunda kalabiliriz. Ancak yapabildiğimiz zamanlarda, hem kendimizin farkında olarak hem de bu iki yöntemin bize etkilerini düşünerek yeniden değerlendirmeyi daha fazla tercih edebiliriz. Böylelikle hissettiğimiz olumlu duyguları artırır, olumsuz duyguların verdiği zararlardan kaçınır ve daha sağlam ilişkiler kurabiliriz. Yeniden değerlendirme yöntemini ise duyguyu deneyimlemeden önce yapabiliriz. Yani, duyguyu ortaya çıkaran durumu tekrardan düşünür ve yapılandırırız. Böylece duygusal etkiyi düşürebiliriz. Aynı örnek üzerinden düşünürsek, bu iş görüşmesini tekrardan değerlendirebiliriz. Bu görüşmeye yüklediğimiz anlamlar içinde seçim yapabiliriz. Bir anlamı, sadece bir iş görüşmesi insanlar hayatında birçok kez giriyor olabilirken; diğer bir anlamı ise, hayatının veya kendi kimliğinin buna bağlı olduğu olabilir. İlk anlamı seçersek duygularımızı buna göre hissederiz ve yaşayacağımız olumsuz duygulardan kaçınabiliriz. Araştırmalara göre yeniden değerlendirme yönteminin baskılama yöntemine göre daha etkili olduğu bulunmuştur. Baskılama yönteminde duygunun ortaya çıkarabileceği davranışları azaltabiliriz ama duygunun deneyimlenmesini azaltamayız. Ancak yeniden değerlendirme yönteminde davranışlarla birlikte deneyimlenen duygular azalabilir. Baskılama yönteminde duyguyu hissederken kendimizi denetlemek ve düzenlemek için çaba sarf ederiz. Bu çaba için kendi kaynaklarımızı oldukça yoğun bir şekilde kullanırız. Bu da bilişsel olarak zararlara yol açabilir hatta hafızada olumsuz sonuçlara doğurabillir. Bunun yanında fizyolojik tepkilerimiz artabilir. Ancak yeniden değerlendirme yönteminde duygu henüz oluşmadan düşünüldüğü için olumsuz duyguların vereceği zararlar en aza indirilir. Hayatımızda deneyimlediğimiz bazı anlar duygularımızın ortaya çıkmasına neden olur. Bunlar bazen istenen duygular iken bazen de istenmeyen duygularımız olabilirler. Peki bu ortaya çıkan duygularımızı azaltmak, artırmak ya da devam ettirmek mümkün müdür? Bu duygu düzenlemelerini nasıl yapabiliriz? Baskılama yönteminde zaten ortaya çıkmış olan duygumuzdan sonra kendimizi düzenlemeye çalışırız. Genellikle bu yöntemde duygunun ortaya çıkarabileceği davranışsal belirtileri baskılamaya çalışırız. Örneğin, bir iş görüşmesindeyiz ve yoğun bir şekilde korku hissediyoruz. Burada hissettiğimiz duyguyu işi kaybetmek istemediğimiz için dışarı yansıtmamamız gerekiyor. Duygumuzu baskılamaya çabalıyoruz. İnsanlar genellikle kendi düşünceleri hakkında yanılgıya düşerler. Onları yanlış algılarlar ya da adlandırırlar. Ve tabi ki diğer insanların duygularını da; özellikle de ön yargıları yüzünden algıları değiştiğinde. Boşanma durumlarında ortaya çıkan karmaşık hisleri düşünün Uzmanlara göre erkek eşlerin tepkileri genellikle öfke ağırlıklı oluyor, bu da kendine güveni ve baskın konumda olmayı sağlıyor. Terapötik amaç, erkeklerin üzüntü, incinme, korku gibi hislerden olumsuz etkilenmelerine yardımcı olmayı amaçlıyor. Sonuç olarak, insanlar duygusal durumların doğru kaynağının farkında olduklarında, yanlış anlamalar genellikle kayboluyor. Nörolog Damasio, hislerimizin duygusal cevaplar tarafından tetiklenmiş bedensel deneyimler olduğunu yazıyor. Duygularımız da bazı farkındalık unsurlarını beraberinde getiriyor. Diğer bir deyişle, sadece düşünceyle ya da akılla ilgili değiller ve bilincimizde kayıtlı oluyorlar. Eğer bir duygumuzu basit bir bedensel his olarak düşünürsek, hiçbir belirgin rolü kalmayacaktır. Örneğin; kaşıntı ya da baş ağrısı hissine katlanabiliriz. Hissettiğimiz şeyler, resmin yalnızca küçük bir parçasıdır. Tipik duygular aslında geçicidir; bir gelip bir giderler. Sokrates’in de dediği gibi en sıcak aşkın en soğuk sonu vardır. Tipik bir duygusal tepki, birkaç dakika süren hızlı bir artış gösterir ve nispeten daha yavaş bir şekilde düşer. Örneğin; öfke genellikle birkaç dakikadan fazla sürerken nadiren saatlerce sürer. Ancak insanlar, kısa süreli olan duygusal tepkileri yanlış tahmin etmeye meyillidir. Ergenlik dönemindeki yüksek intihar riskinin sebeplerinden biri de acı çektikleri zaman, bu hissin geçici olduğunu bilecek hayat tecrübesine sahip olmamalarıdır. Bir süre sonra, değişiklikler normal ve dengeli bir pozisyona geçecektir. Duygu ve akıl, birbiriyle çarpışan kavramlar değildir; fakat birbirini etkileyen ve aralarında ilişki olan tamamlayıcı süreçlerdir. Kanıtlar gösteriyor ki duygu, akıl yürütme mekanizmasının bir parçasıdır; bu sebeple eksik olması karar verme aşamasını olumsuz etkilemektedir. İnsanlar doğru kararlar verebilmek adına, sezgi ve duygularına bir dereceye kadar güvenirler. Duygusal reaksiyonlar, geçmişte tecrübe ettiğimiz bir durum ya da olayın kritik bir özetini yapmamızı sağlarlar, bu da karar verme sürecini daha verimli yapan içgüdüsel’ duyguyu ortaya çıkartır. Ne yapılması gerektiğini bilmek her zaman yeterli değildir; bunu hissetmek de gereklidir. Duygularımızın çoğu, çoğu zaman tamamen kontrolümüz dışında değildir. Seçilmiş ve zamanla uygulanmış kalıplardır. Bazı kişiler bunu fark etmiştir; örneğin öfke, insanları korkutmak için etkili bir yoldur, bu yüzden de en ufak bir tahrikte bile öfkelerini bastırmaya çalışmazlar. Bazıları ise sempati kazanmak için mutsuzluğu kullanır; çünkü insanların kendilerini kötü hissetmesi geri çekilmelerini ve sorumluluk almalarını sağlar. Benzer şekilde aşk da yönümüzü bilerek çevirdiğimiz, gönüllü bir artış sürecidir. Dilimizin, içsel deneyimlerimizi anlatmak için gelişmediği bir gerçek. Ama bu duyguların tarifsiz olduğu anlamına gelmiyor. Duygular yargılarımız olduğu için tanımlanabilir ya da detaylı bir şekilde analiz edilebilir. Aileler ve öğretmenler, çocuklara sık sık kendi kelimelerini kullanmalarını’ söyler; araştırmalara göre de öfke ve korkuyu tarif etmek, kendinizi kontrol etmeniz açısından faydalıdır. Hislerinizi kelimelere dökmek, beyninizin kontrol sistemini çalıştırır ve duygusal tepkiler vermenizi azaltır. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki yüzümüzdeki ifadeler duygularımızı açık bir şekilde ortaya koyuyor.. En azından göstermek istediğimiz şeyi karşı tarafa yansıtıyor. Gururlu bir yüz ifadesi kararlılık sağlıyor ve bir problemi çözerken daha çok uğraşılması için motive ediyor. Eğer omuzlarımızı sarkıtmış bir şekilde oturup yavaş ve alçak sesle konuşuyorsak üzgün hissediyoruz. Duygular, yargılarımızın farklı şekilleridir. Bir kişinin duygusal deneyimi, tipik olarak bir olayın kendisinden çok o olaya yaptığı öznel değerlendirmeden kaynaklanır; hatta değerlendirmelerimiz doğru olmasa bile. Farklı bireyler, aynı olayı farklı şekillerde yorumlayabilir Örneğin; ölümden sonra duyulan hüzün, o kişinin önemli olduğu yargısını ortaya koyar. Bir şakanın komik olması içinse bir kişi tarafından o şekilde algılanması gerekir. Hiçbir değerlendirme olmadığında, hiçbir duygu da olmaz. Değerlendirme yapmak, kazadan hemen önce son kaydedilen verilerin olduğu uçak kara kutusunu bulmaya benzer. Birinin yorumuna ”psikolojik otopsi ” yapmadığımızda karanlıkta kalırız. Bilişsel terapi de duygusal acının bozuk irrasyonel düşünceden ortaya çıktığı fikrine dayanmaktadır. Kişiler kendilerini başkalarından uzaklaştırmak, ikili ilişkilerden kaçmak gibi sebeplerden dolayı yalnızlık duygusunun içine girebilirler. Düşük performans halinde kişiler kendilerini bir grubun parçası olarak hissetmez ve yalnız kalma isteğinde artış olur. Bu olumsuz duygu kişideki performansın daha fazla aşağıya düşmesine neden olur. Utanç Bu duygu kişinin performansını sergilerken küçük düştüğünü hissetmesi şeklinde yaşanır. Yaşamın içinde bu duygunun beslenmesini sağlayan başka etkileşimlerin olması halinde, bu duygunun etkisi daha fazla artmaktadır. Korku Kişiler içinde bulundukları durumda kontrolü olmadığına inandığı zaman ya da kontrolünü kısmen kaybettikleri anda davranışlarının nasıl sonuçlanacağından emin olmadığı dönemlerde yaşanan bir duygudur. Kaygı Konular hakkında belirsizlik olduğunda, sonucun bilinmediği zamanlarda, beklentilerin ve baskının fazla olduğu dönemlerde, becerilerin eksik olmasının hissedilmesi ya da tehdit algısının fazla olması halinde yaşanan olumsuz bir duygudur. Öfke Bu kişilerde sözlü veya davranışsal olarak yaşanan bir duygudur. Korku, yetersizlik, aşağılanma gibi bazı duyguların ifade edilmemesi halinde ya da bunların fark edilememesi durumunda ortaya çıkarak, performansın olumsuz olarak etkilenmesine neden olan bir duygudur. Hayal kırıklığı Kişilerin performansını ortaya koyamadığı dönemlerde oluşan bir duygudur. Performansın düşmesi düşüncelerin etkilenmesine sebep olacağından, özgüveninde etkilendiği bir tehdit haline gelecektir. Üzüntü Kişilerde performans beklentisinin sağlanamadığı zamanlarda ortaya çıkan bir duygudur. Kişinin kendisinden ve performansından şüphe duyması halinde, düşük performans sergilemesi ve özgüvenin azalması durumunu oluşturacağından, bu duygu motivasyon eksikliğine sebep olacaktır. Kişilerin yüksek performans gösterdikleri dönemde yaşadıkları en temel duygu durumlarından biri neşeli olmaktır. Kişiler bu durumlarda kendilerini memnun olarak tanımlarlar. Yaptığı her şeyden keyif aldıkları için mutluluk kendiliğinden sağlanır. Bunları sergilediğiniz zaman olan olumlu küçük başarıları fark etmek, yaşamdan keyif almaya katkı sağlayacaktır. Takdir edildiğini hissetmek, insanın temel ihtiyaçlarından biridir. Başkaları tarafından onaylandığını, takdir edildiğini hisseden kişiler yaşamlarının her alanında daha fazla performans sergileyerek, daha fazla başarılı olurlar. Bu duygu olumlu duyguları ve enerji düzeylerini tetikleyerek, performansta yükselme sağlar. Kişilerin bedensel ve zihinsel olarak kendilerini rahatlamış olarak hissetmesi, performanslarına olumlu olarak katkı yapan etkenler arasındadır. Rahatlama duygusu hissedilen stresi azaltan, zihinsel ve fiziksel becerileri ortaya koymaya yarayan bir etkendir. Aynı zamanda performansı olumsuz olarak etkileyen kaygı, korku ve baskı üçlemesinin bir panzehiridir. Kişilerin hedeflerine ulaşabileceğine inanmasıyla beraber kendine güvenme ve kendini güvende hissetme hali performansı olumlu etkileyen faktörlerdir. Kişilerin özgüveni diğer duygulara göre performansı etkileyen ve başarıyı sağlayan en iyi duygulardan biridir. Kendinin güvende hissedilmesi kişinin becerilerini ortaya çıkaran bir duygudur. Özgüvenin geliştirilmesi yıllarca süren güvensizlik hissinin yaşandığı zamanlarda en etkili terapi olarak görülür. İnsanlar duyguları hissedebilmek için, biyolojik olarak yeterli bir donanıma sahiptir. Ancak insanların kültürel ve sosyal çevresi genetik olarak duyguların yaşanma potansiyelini şekillendirmektedir. Duyguların nasıl yaşanacağını, hangi davranışları etkin hale getireceğini, bir duyguya hangi duygunun eşlik edeceğine, duygunun ne kadarının ifade edilebileceğine sosyal ve kültürel çevre şekil vermektedir. Ancak bunlar bile tek başına duyguların belirleyicisi değildir. Farklı biyolojik düzeneklerin işlemesiyle duygular yaşanır. İlk başta beyinde oluşmasına rağmen, biyolojik düzeneklerle vücudu etkilemektedir. Örneğin kişi heyecanlandığı zaman sempatik sinir sisteminin etkisiyle beraber kalp daha hızlı çalışmaya başlar. Duygular beyinde başlayan, farkına varılan ve sinir sistemi aracılığıyla bedene yansımaları olan şeylerdir. Bir insanın yaşadığı duygunun karşıdaki kişinin farkına varması, anlaması ve duyguyu hissetmesi halinde onunda davranışlarını etkileyen bir unsurdur. İnsanların yaşamlarında yaşadıkları duygular bulunmaktadır. Bunlar her şeyden önce farkında olunan ve hissedilen yaşantıdır. Bazı durumlarda adı konmasa bile insanın yaşadığı ve farkında olduğu bir şeydir. Bunlar olumlu ya da olumsuz duygular olabilir. Duyguların olumlu olması halinde kişilerde daha yüksek performans izlenirken, olumsuz olan duygularda performansın düştüğü görülür. İnsanların ortak özelliği olarak kabul edilecek olan olumsuzu bulma daha kolay olmaktadır. Yaşamlarında iyi bir performans sergileyen kişiler her zaman olumlu duyguları tanımlayabilir. Yaşamında kötü bir performansı olan kişiler ise, olumsuz duyguları daha kolay tanımlar. Duygular kişinin yaşamına yön veren özelliktedir. Olumlu olduklarında yaşama olumlu özellikler katar, olumsuz olduklarında ise yaşamın her alanında kendilerini gösterebilirler. İnsanlar bu duyguların özelliklerine göre bunları hangi koşullarda yaşadıklarını değerlendirmeli ve yaşamlarına bir yön vermelidir. Oyun çocuğun, psikomotor, sosyal ve duygusal gelişimini etkilediği gibi aynı zamanda zihinsel gelişimini de etkilemektedir. Çünkü oyun, çocuğa çevresini araştırma, objeleri tanıma ve problem çözme imkânı sağlamaktadır. Çocuk bu yolla büyüklük, şekil, renk, boyut, ağırlık, hacim, ölçme, sayma, zaman, mekân, uzaklık, uzay gibi pek çok kavramı ve eşleştirme, sınıflandırma, sıralama, analiz, sentez ve problem çözme gibi birçok zihinsel işlemleri de öğrenebilir. Çocuk oyunlarının birçoğu dilin kullanımını gerektirir ve çocukların dil gelişimlerini destekleyici niteliktedir. Oyun sırasında çocuk hem kendisini ifade etmek hem de karşısındakini anlamak zorundadır. Özellikle sembolik oyunların dil gelişimdeki rolü çok büyüktür. Sonuç olarak; oyun, çocuğun boş zamanlarını doldurma aracı olarak görülmemelidir. Bazı yetiş-kinlerin oyunu bu şekilde düşündükleri görülür. Oysa oyun gerçek ve önemli bir eğitim aracıdır. Oyun çocuğun hayal gücünü, yaratıcılığını geliştirir, insan ilişkilerini, yardımlaşma etkileşimini arttırır. Çocuğa güçlükle öğretilen pek çok kural, oyun sırasında daha kolay öğretilebilir. Kısacası oyun, kişinin kendi-sini anlatabildiği en kolay yoldur ve eğitimin bir parçasıdır. Çocuk oyunda üstlendiği ana-baba, kız-erkek çocuk gibi rollerle cinsel kimliğini kazanabilir. Çocuk oyun yoluyla, aile içindeki rolleri üstlenerek ve yaşayarak görevleri, sorumlulukları, davranış biçimlerini ve kişiliklerini öğrenebilir kendine uygun gördüklerini tekrarlayarak, pekiştirebilir. Oyun, çocuğun kendine güven, kendini denetleme, çabuk karar verme, işbirliği yapma, doğruluk ve disiplin gibi kişisel ve toplumsal alışkanlıklar kazanmasında en etkili bir yöntemdir. Çocuk oyunda çeşitli meslek gruplarının rolleri üstlenerek, o rolün gerekli kurallarını öğrenebilir. Çocuklar oyun oynarken, diğer insanlarla iletişim kurmayı, gözlem, işbirliği yapmayı ve yardımlaşma duygularını geliştirebilir. Çocuklar oyun yoluyla, teşekkür etme, günaydın, iyi geceler gibi sözel olan veya sırasını bekleme, konuşan birisini dinleme, trafik kurallarına uyma, telefonla konuşma gibi sözel olmayan sosyal kuralları öğrenirler. Freud ve Walder gibi Psikoanalitik kuramcılar oyun kavramını çocuğun endişesini hafifletici bir yol olarak göstermişler ve oyunu gerçeğin baskısından, geriliminden ve çatışmalarından kurtulma ve aynı zamanda da, haz verici aktiviteleri tekrarlama ve yasaklanan güdüleri ifade edebilme olarak tanımlamışlardır. Çocuk oyun yoluyla, gerçek yaşamda kendisini rahatsız eden durumları veya diğer kişilerle paylaşamadığı olumsuz duyguları ifade edebilir ve bu olayları sembolik olarak oyununa yansıtabilir. Hetherington ve arkadaşlarının 1979 boşanmış ve normal ailelerden gelen çocuklar üzerinde yaptıkları çalışmada; boşanmış ailelerden gelen çocukların, özellikle boşanmayı takip eden birinci yılda oyunlarında yıkıcı ve agresive davranışlar gösterdiklerini bulmuşlardır. Bu çalışma bize, çocuğun ailede yaşanan olumsuz olaylardan etkilendiğini ve bunu farklı şekillerde oyununa yansıttığını ve oyunun çocuk için bir boşalım yolu olduğunu göstermektedir. Çocuklar oyun yoluyla sadece etkilendiği olayları sergilemekle kalmayıp, aynı zamanda da anlatamadığı kaygılarını dile getirir ve olayı somutlaştırarak kendi istediği bir çözüm yolunu bulmaya çalışırlar. Bu şekilde de kaygılarından kurtulabilirler. Ayrıca çocuk oyun sırasında mutluluk, sevinç, acıma, korku, kaygı, dostluk, düşmanlık, kin, nefret, sevgi, sevmek, sevilmek, güven duyma, bağımlılık, bağımsızlık, ayrılık ölüm gibi birçok duygusal tepkiyi de öğrenebilir. Buna ilaveten oyunda, anne,baba, abla, kardeş, öğretmen, doktor gibi roller üstlenerek insanlar arası duygusal ilişkileri ve tepkileri de öğrenebilir. Çocuk oyun yoluyla duygusal tepkilerini kontrol etmeyi ve denetim altına almayı da öğrenebilir. Ayrıca sosyal oyunlar yoluyla sorumluluklar alabilir, kurallara uyar ve dolayısıyla da kendine güveni artabilir. Büyüme, çocuğun boy uzunluğu ve vücut ağırlığı yönünden ölçülebilen artışı, gelişme ise; büyüyen bir organizmanın dokularının yapısında ve biyokimyasal bileşiminde oluşan değişiklikler sonucu olgunlaşması ve biyolojik fonksiyonlarının farklılaşması şeklinde tanımlanabilir. Gelişme kavramı düzenli, uyumlu ve sürekli bir ilerlemeyi kapsamaktadır. Oyun sırasında çocuğun bazı hareketleri sürekli olarak tekrarlaması onun doğal olarak kas gelişimini hızlandıracaktır. Örneğin; bisiklete binme, hayvan yürüyüş taklitleri, tırmanma ve ip atlama gibi oyunların sürekli olarak tekrarlanması çocuğun kas gelişimini hızlandırır ve güçlendirir. Ayrıca koşma, atlama, sıçrama, tırmanma, sürünme gibi fizik güç gerektiren oyunlar da çocuğun solunum, dolaşım, sindirim ve boşaltım gibi sistemlerinin düzenli çalışmasını sağlamaktadır. Bu sayede de oksijen alımı artmakta, kan dolaşımı ve dokulara besin taşınması hızlanmaktadır. Bu tür hareketli oyunlar, ayrıca çocuğun çevresini tanımasına ve keşfetmesine de fırsat sağlamaktadır. Psiko-motor gelişim, fiziksel büyüme ve gelişme ile birlikte, beyin, omurilik gelişimi sonucunda organizmanın isteme bağlı olarak hareketlilik kazanmasıdır. Çocukların yürüme, koşma, atlama, tırmanma, kayma, inme, çıkma, fırlatma, yakalama, sıçrama, zıplama, sürükleme, sallanma gibi eylemlerle sürekli hareket halinde olmaları, onların büyük kas motor gelişimini desteklemekte ve etkilemektedir. Buna karşın, çocukların el ve parmak kaslarının gelişimi olan küçük kasların gelişimi ise daha çok yaşamın birinci yılından sonra hızlanmakta olup, tutma, koparma, kesme, bağlama, çözme, düğmeleme, yoğurma, delme, boyama, dikme, örme ve geçirme gibi etkinliklerin tekrarlanması oranında artmakta ve sonucunda da günlük yaşamda kullanılan birçok becerinin kazanılmasını sağlamaktadır. Bu beceriler ise el-göz koordinasyonunu gerektirmektedir. The Journal Pediatrics’de2009 yayınlanan makaleye göre çocuklardan ders arasında oyun oynamaya fırsatı olanların ders sırasında daha uygun davranışlarda bulundukları ortaya konmuştur. 8-9 yaş gurubunda yapılan bu araştırma, gün içinde 15 dakikadan daha fazla araya sahip çocukların akademik çalışmalar sırasında daha verimli oldukları belirlenmiştir. Ancak çalışmaya katılan 10,000 çocuktan %30 u dışındakilerin oyun oynamak için gün içinde 15 dakikadan az vakitleri olduğu görülmüştür. Early Childhood Education Journal 2007 yılında yayınladığı araştırmada, okul öncesi çocukların serbest oyun ve yetişkin yönlendirmeli oyunlar sayesinde başkalarını duygu ve düşüncelerini fark edebilme becerilerinde etkili olduğu ortaya konmuştur. Oyunun çocuğun kendi duygu ve düşüncelerini düzenlemede yardımcı olduğu ve bu becerilerin ileri yaşlarda da çok gerekli beceriler olduğu belirlenmiştir. Oyun bu anlamda kendiliğinden ortaya çıkan, hem bu dünyaya ait, hem de insanın düşlemlerine ait bir etkileşim alanıdır. Oyunun oyun olabilmesi için altın kelime, biz uzmanların “nitelikli zaman” dediklerinin tam tanımı, sahiciliğidir. Kendini oyuna kaptırmadır. Anın içinde oluş, oyuna kendini veriş ve sahiciliktir. Anne babalar “nitelikli zaman” geçirip geçirmediklerini, kendilerine “Bu bana zevk veriyor mu? Gerçekten hoşuma gidiyor mu?” sorularını sorarak anlayabilirler. Bütün bunların yanında çocukların fiziksel, psikomotor, duygusal, sosyal ve zihin/dil gelişim alanlarına da olumlu katkılar sağlamaktadır. Çocuk aktivitelerinin vazgeçilmezi olan oyunu, biz yetişkinler, kimi zaman sadece çocukları bir tür avutma yöntemi olarak gördüğümüzden, kimi zaman da oyun araçlarını sadece etrafımızı çevreleyen kutu kutu, renk renk, kurması da toplaması da o değerli dakikalarımızı alan ıvır zıvırdan ibaret gördüğümüzden pek de sevemeyiz. Oysa çocuklar için oyun, sadece çocuğun bir gelişim ihtiyacı değil, bir erişkinin de kendisi, geçmişi, büyükleri, deneyimleri ile ilişki kurabildiği, anıların ve dolayısıyla kendi olma serüveninin başında bulunan çocukluğu ile bağlantıya geçebildiği bir dünyadır. Bu nedenle, kimimiz için kaçınılası bir yönü vardır; çocukluğun geride bırakılması dayatması, oyunla birlikte aklımıza gelen acı-tatlı anılar, kimi zaman da bir oyuna dalarsam, oradan çıkamam düşüncesi oyun oynamaya kendimizi bırakmamızı engelleyebilirler. Çocukların spontanite ve eyleme geçme gibi iki kıymetli becerisinden bahsettik. Bu becerilerin geliştirilmesi için bizlere yetişkinler olarak düşen şey onları engellememek ve onlarla birlikte hissetme, birlikte yapma halinde bulunmaktır. Özellikle annelere düşen rol büyüktür çünkü bebek ile anne arasında olan birlikte hissetme hali daha anne karnında iken başlar ve çocukluk dönemi boyunca sürdürülmesi gerekir. Kaybolan spontaniteyi yeniden kazanmanın veya bu beceriyi geliştirmenin bir diğer yolu da psikodrama grup psikoterapisi ile gerçekleşir. Bu terapi tekniğinde son derece spontan bir ortam oluşturulur ve kişi grup içerisinde terapistin de yardımıyla sağaltılır. Sosyometri yolu ile seçimler ve ilişkiler yeniden gözden geçirilir, kişinin geçmişte yaşadığı sorunlar canlandırma tekniğiyle yeniden ele alınır ve kişinin yaşadığı durumlara en uygun, en sağlıklı tepkiyi vermesi hedeflenir. Psikodrama, yetişkinler için olduğu kadar çocuklar için de son derece etkili bir yöntemdir. Çocukların sağlıklı olandan yetişkinlerden daha yakın olduğu, onların değişime ve sağaltıma daha açık olduğu unutulmamalıdır. Psikolog Şahika Uslu Oyun terapisi, oyun çağındaki çocukların sorunlarının tedavisinde en etkili yöntemlerden biridir çünkü çocuk hayatında olup biten her şeyi oyun yoluyla gösterir. Terapist çocuğun üzüldüklerini, sevindiklerini onu zorlayan tüm meseleleri çocuğun oyunundan ve eylemlerinden okur. Çocuğun eylemleri çocukla ilgili çok şey anlatır, seçtiği oyuncaktan çizdiği aile resmine kadar her şey anlamlıdır. Bu onların zorluklarla başa çıkmalarındaki en kuvvetli beceridir. Bir çocuğun zorluklar yaşaması için büyük bir travma yaşaması şart değil, çocukluk zaten örseleyicidir. Yetişkinlerin hayatlarını sürdürürken kullandıkları günlük yaşam becerilerinin çoğu çocukluk döneminde henüz kazanılmamıştır. 4 yaşında bir çocuk düşünün ayakkabısını bağlayamaz, düğmesini kapatamaz, ablası kadar güzel resim çizemez, çorbasını dökmeden içemez. Gün içerisinde sürekli bir başkasının yardımına ihtiyaç duyar ve bu çocuk için zorlayıcı olabilir. Ama yetişkinlerin çocuklarla yarışamayacağı bir konu vardır oyun oynamak! Çünkü oyun oynamak içerisinde spontanlık becerisini ve bol bol eylemi barındırır. Oyun bir çocuk için açlık, susuzluk gibi giderilmesi gereken bir ihtiyaçtır, oyun oynamak da eylem açlığını giderir. Çocuk için eylem açlığını gidermek ve bu açlığı giderirken engellenmemek son derece önemlidir. Çocuk bu şekilde kendini gerçekleştirme yolunda sağlıklı olarak ilerleyebilecektir. Bu sürecin gerçekleşmesi onun spontanitesi yardımıyla hızlı ve kolaydır. Her eylemi yetişkin tarafından engellenen bir çocuk başka çözümler arayacak ve daha sağlıksız olan tutumlar geliştirmeye başlayacaktır. Pasif direnişler, öfkenin artması ve zarar verici davranışlar, asosyal davranışlar ve antisosyal tutumlar korku ve kaygının gelişmesine bağlı olarak, çekinik tutumlar oluşmasına zemin hazırlayacaktır. Çocuklar, çoğu zaman bu problemlere rağmen gelişimlerini sürdürürler ve birer yetişkin olarak beraberlerinde taşıdıkları problemler ile hayata atılırlar. Ancak bu durum onların çeşitli biçimlerde tökezlemelerine, kendilerine ve çevrelerine problemler oluşturmalarına sebep olacaktır Altınay, 2015. Bir çocuğun sahip olduğu en değerli becerilerden birisi de eyleme geçmektir. İnsanoğlu doğduğu andan itibaren tüm ihtiyaçlarını giderebilmek için eyleme geçer. Yeni doğan bir bebeğin hayatta kalabilmesi için emme refleksini kullanması gerekir, yani açlık ihtiyacını giderirken eyleme geçer ve bu beceriyle dünyaya gelmiştir. Büyüdükçe çeşitli motor becerileri de gelişmeye devam eder ve artık yürümeye başladıktan sonra eyleme geçmek onun için daha kolaydır. Bebek konuşma yaşına gelir ancak dil ve konuşma becerisini bir yetişkin kadar etkin kullanabilmesi yıllarını alacaktır. Duygularını ve düşüncelerini etkili bir şekilde ifade edememek bir yetişkini nasıl sıkıntıya düşürüyorsa bir çocuğu da o şekilde sıkıntıya düşürür. Ancak onların baş etme mekanizmaları yetişkinlerinkinden daha farklıdır eyleme dökerler. Arkadaşına küsmüş bir çocuk düşünün, dudağını büzer, sırtını döner, kollarını birbirine bağlar. Çünkü sözel becerileri kısıtlıdır ve duygularını bir şekilde iletmeye ihtiyacı vardır, durum hemen beden diline ve hareketlerine yansır. Çocukların spontanitesi çok kıymetlidir ve bunu geliştirmemiz için bize sonsuz olanak sunarlar, biz ise onu yok ederiz. Sürekli olarak annesinin yönergelerini dinleyen bir çocuk, yeni bir durumla karşılaştığı zaman ne yapacağı konusunda sorunlar yaşayabilir. Herkesten farklı davranışlar gösteren bir çocuk anormal olmakla suçlanabilir. Çocuklar spontan davranışlarından rahatsız olan yetişkinler ve toplumsal normlar sebebiyle bu yönlerini baskılayıp zamanla bu becerilerini kaybederler. Spontaniteyi engelleyen her şey ruh sağlığına ve gelişime vurulan bir darbe olarak değerlendirilmelidir. Spontanite, karşılaşılan bir duruma en uygun tepkiyi verebilmek demektir. Bazen bu, kişiliğin özgürce ifade edilmesinde ortaya çıkan bir olgudur. İnsanoğlu dünyaya geldiğinde bu beceriyi de beraberinde getirir. Çocuklar son derece spontan canlılar iken yetişkinliğe doğru ilerledikçe toplumsal ve kültürel olarak belirlenen davranış kalıplarına uyma telaşı içerisinde spontanlıktan uzaklaşırlar. Bu, yetişkinlerin gereksinim duydukları duruma uygun tepki verebilme’ becerisini kaybetmelerine ve ruhsal sıkıntılarla başlayıp bedensel rahatsızlıklara giden sürecin başlamasına sebep olmaktadır. Örneğin stresli bir durumla karşılaşıp sağlıklı tepkiler veremeyen ve dolayısıyla stresle baş edemeyen birisini düşünün, bu kişi; sırt ağrısı, mide ağrısı, boyun ağrısı gibi çeşitli somatik rahatsızlıklar gösterebilir. Peki, neden hastalanmak pahasına gereksinim duyduğumuz spontaniteden uzaklaşırız? Çünkü spontanite farklı durumlara farklı ve yeni tepkiler vermeyi gerektirir, bunun için risk alabilmek gerekir. Oysa insan güvenli olan, daha önce denenmiş, tecrübe edilmiş ve diğer yetişkinler tarafından öğretilmiş olan davranışlara sığınır. Anne ve babalara kısa öneriler Tüm ilişkilerde temel nokta güvendir, ergen anne babasına güven duyduğu sürece sorunlarına onları da ortak eder. İletişimin çocukluk yıllarından bu yana zayıf oluşu, ergenin bu dönemde anne babasıyla zıtlaşmasına, kutuplaşmasına neden olabilir. Her doğum süreci sancılı geçer. Ergenlik dönemi de çocukların erişkin dünyasına doğdukları bir süreç. Bu süreci sağlıklı geçirmenin anahtarı ise anlayış. Ergenin duygu karmaşasının sebebinin size karşı olmadığını, dönemin bir özelliği olduğunu kabul edip, daha ılımlı yaklaştığınızda çocuğunuzun da sakinleştiğini göreceksiniz. Birey olma mücadelesi veren ergenin düşüncelerine saygı göstermek, hayata, insana, değerlere ve topluma ilişkin kendi görüşlerini ortaya koyması için desteklemek önemlidir. Ergen iletişimde anlaşıldığını görmek ister. Bu sayede hem seçimlerinde kendini özgür hissedebilir, hem de seçimleri hakkında eleştirilmeyeceğinden emin bir şekilde anne babasına danışabilir. Anne babadan aldığı emniyet ve güven hisleriyle güçlenen ergen sağlıklı bir okul ve akran ortamından aldığı destekle birey olarak toplumun gelişimine katkı sağlayacak ve hedefleri doğrultusuna kendini gerçekleştirecektir. Ergenler sözle ifade edemediklerini bedenle ifade eder. Burada aile tutumu çok önemlidir. Protesto eder görünseler de ailenin sağladığı güvene denetim, güven, yönlendirilme çok değer verirler. Ergenlerin anne babanın rolünü tanımlaması çok önemlidir. “Güveniyor, saygı duyuyor, önemsiyor ve ihtiyaç duyduğum her an yanımda” şeklinde bir ebeveyn tutumunu içselleştirmesi sağlıklı kimlik gelişimi için çok önemlidir. Güçlü ve dayanıklı olmaya ilişkin üstünlük, baskınlık, otorite, güç, metanet, özerklik, koruyup kollama şeklinde sıralanabilecek maskülen idealler erkek ergenlerde depresyon ve intihar riskini azaltmaktadır. Aile bağları iyi ise bu idealler bir parça isyankarlıktan doğmuş sağlam bir karakter ortaya koyabilir. Burada önemli olan maskülen rolün ölçülü ve sınırlı dışavurumunun başarılmış olmasıdır. Genel olarak ergenlik sürecine bakıldığında yaşlara göre görünümler şu şekilde özetlenebilir; 13-14 yaş hırçınlık ve isyan dönemi, 15 yaş bağımsızlık dönemi “giderim kimse karışamaz” 16 yaş dürtünün sağlıklı yönlendirilmesi dönemi, içten gelen cinsel ve saldırgan dürtülerle baş etme, oradan oraya devinme. 17 yaş daha sakin, karşı cinsle daha oturmuş ilişkiler, sınav uğraşları ve meslek seçiminin gündemde olduğu dönem. Bu dönemde değişen hormonal denge ve kimlik bocalamasının tetiklediği stres dikkat ve konsantrasyon sorunlarına ve beraberinde okul başarısının düşmesine yol açabilir. Ergenin gündemi nasıl göründüğü, karşı cinsle ilişki ve arkadaşlarıyla vakit geçirme konularıyla meşgulken akademik meseleler geri plana itilebilir. Bu durumların yaşanması bir noktaya kadar normaldir ve işlevsel aile ve okul tutumlarıyla rayına oturtulabilir. Ancak ergen sosyal ilişkilerinde kriz oluşturacak şekilde sürekli sorun yaşıyorsa, odasına kapanmış hiç çıkmıyor, kendine ait bir içe çekilme dünyasında yaşıyorsa, aileyle iletişimi büyük ölçüde azalmışsa, akademik başarıda dramatik bir düşüş var ise ve en önemlisi kendine zarar verme eğilimi gözlenmiş ve ölüm içerikli uğraşlar içindeyse mutlaka uzman yardımı alınmalıdır. Bu yaş çocuğu kendini tam olarak anlatamadığı için dürtüsel, impulsif davranışlar gösterebilir, hiç ölmeyeceğini düşünür ve tehdit için, sesini duyurabilmek için bu tür davranışlara girebilir. bağırıp çağırma, kapıları çarpma ve öfkeyi etraftaki nesnelere yansıtma davranışları bir ölçüye kadar normal kabul edilse bile, sıklığı ve şiddeti arttığında mutlaka uzman desteği alınmalıdır. Bu dönemde boş vakitlerin nasıl geçirildiği çok önemlidir, düzenli ve sürekliliği olan spor ve sanat faaliyetleri ergenliğin yıkıcı etkilerinden koruyabilir, hedef birlikteliği olan, güvenli ve sınırları belli zaman ve mekan paylaşımları ergenin ihtiyacı olan sağlıklı akran ortamını sunarak enerjinin doğru kanalize edilmesine yardımcı olur. Çocuğun arkadaş seçimleri bu dönemin bir diğer konusudur. Çocuklukta içselleştirilen değerler referans alınarak seçimler yapılır. Aşırı baskı varsa merak uyanır, zayıf bir karakter yapılanması varsa, ebeveyn boşlukları fazlaysa bu durum erken dönem sağlıksız ilişkilere yol açabilir. Arkadaş seçimleri ailenin takibi altında olmalı ancak aile ne çok katı ne de çok gevşek olmayan, sınırların net konulduğu bir tutum içerisinde olmalıdır. Henüz muhakeme yetisi tam oturmadığı için her zaman yanında değil ancak her ihtiyaç duyduğunda ergenin yanında konumlanmalıdır. “Seçimlerine saygı duyuyorum, haklı olduğun noktalar var ve kendini böyle ifade etmen hoşuma gidiyor ancak birlikte tekrar değerlendirelim istersen” şeklinde çocuğun duygu ve düşüncelerini önemseyerek, arka planda ona doğruyu gösterecek şekilde durmalıdır. Bunun anlamı ise “Özgürlüğünü onaylıyorum ancak kontrollü bir şekilde kullanmalısın” mesajıdır. Arkadaş çevresi ailenin onay vermediği bir yapıda ise, katı ve direktif içerikli yaklaşımlar çocuğu aileden iyice uzaklaştırabilir. Ebeveyn ve çocuk arasında güç mücadelesine giren bir iletişim tarzından kaçınmak gerekir. “Senin yerinde olsaydım şöyle davranırdım ama senin kararın” şeklindeki empatik ve duyguyu önemseyen yaklaşımlar ergenin kendi kararını yeniden gözden geçirmesini ve daha ılımlı yaklaşmasını sağlayabilir. Öncelikle bu dönemi normal bir gelişim evresi olarak görmek ve yanlış tutumlara yol açabilecek aşırı anlam yüklemelerden kaçınmak gerekir. Bu dönemde ergeni sürekli yanlış davranma eğiliminde olarak görmek önemli bir sorundur. Hızlı büyümeyle panikleyen çocuk her şeyden önce karşısında sakin ve kucaklayıcı bir aile görme ihtiyacındandır. Bu noktada ailenin dönemle ilgili bilgi sahibi olması çok önemlidir. Çocuğun kimlik bocalamalarına karşı aile ters davranırsa çocuk daha da agresifleşir. Aile sakin olmalı ve yatışma sürecini beklemeden tepki vermemelidir. Bu dönem hakkında çocuğun bilgilendirilmesi son derece önemlidir, bu bilgilendirmeyi kimin yapacağı ise tamamen ailedeki ilişkiler ve roller çerçevesinde belirlenir ve aileden aileye değişebilir. Ayırım çok önemli değildir, çocuk kimi kendine daha yakın hissediyorsa bilgilendirme o kişi tarafından yapılmalıdır. Ergenlik dönemi iki temel probleme çözüm arayışıdır. Cinsel kimliğin netleşmesi. Kimlik bocalamasından kurtulma. Psikososyal gelişim evrelerinden 0-2 yaş arası kendine ve hayata karşı temel güven duygusunun oluşması evresidir, 2-4 yaş arası utanç ve kuşku duymadan özerklik kazanabilmeyi, 4-6 yaş suçluluk duymadan girişimci olabilmeyi, 6 yaş ile ergenlik arasındaki dönem ise aşağılık duygusuna karşı başarma duygusunu kazanmayı gerektirir. Ergenlik ise kimlik kazanımına karşı rol karmaşası dönemidir. Ergen bu dönemde cinsel kimliğinin net olarak ayırdına varıp, özdeşimlerle bunu kuvvetlendirecek ve kimliğini netleştirecek ya da kimlik krizine girecektir. Bu süreci sağlıklı atlatmak ise aşağıda bahsedilen ergenliğin temel ihtiyaçları çerçevesinde yaklaşabilen “yeterince iyi” ebeveyn modeli ve sağlıklı bir akran çevresinin varlığıyla mümkündür. Ergenlikteki fiziksel değişimle kendilik algısı yeni bir tasarıma dönüşür. Birinci kimlik evresi olan ve temel görevin cinsel özdeşimlerin kurulması ve tuvalet eğitiminin başarılması olan 2-4 yaş arasında birey ebeveyn etkisinin şekillendirdiği bir kimlik tasarımı ortaya koyarken ikinci kimlik evresi olan ergenlikte birey bunu kendi iradesiyle yeniden yapılandırmak durumundadır. Fiziksel ve ruhsal hızlı değişimin tetiklediği şaşkın, dağınık ve rastgele devinim toplum tarafından yadırgansa da ironik bir biçimde yeni ortaya konan bu kimliğin toplum tarafından onanması ihtiyacını beraberinde getirir ki sağlıklı bir gelişim süreci yaşansın. O güne kadar oyun çağında yaşayan, cinsel kimliği ve sosyal rolünden ziyade çocuksu bir hava ile kendini ortaya koyan ve toplumdan da bu yönde tepkiler alan birey şimdi ise toplumun gerçek bir bireyi olarak sahneye çıkmaktadır. O güne kadar emanet rollerle gelen birey için artık gerçek rolleri sahiplenme ve bu rolleri oynama zamanıdır. Buna paralel olarak başkalarının gözündeki kendilik tasarımı da ergenin bir diğer uğraş alanıdır. Büyüme ve değişmeyle birlikte ergeni bekleyen en önemli görev değişen bedenin benimsenmesidir. Biyolojik farklılaşmayla birlikte hızla değişen ve kimi zaman hoşnut olunmayan beden, dışarıdan sağlanacak ilişki destekleriyle ruhsal bir yeniden inşa sürecine girecektir. Farklılaşan beden özellikle duygusal beğeni yoluyla diğerleri tarafından da beğenildikçe ergen kendi benliğini, kimliğini yeniden inşa edebilecektir. Ergenlik geçmişin yolundan yürüyerek geleceğin kurulması sürecidir. Bu bağlamda ergenlik hüzün demektir, giden ve bir daha gelmeyecek olanın hüznü… Geride bırakılan şeyler ise çocukluk, masumluk, naiflik, oyun ve en önemlisi anne ve babayla kurulmuş olan o yoğun bağdır. Erken çocukluk döneminde anne baba üzerinden kurulan çocuksu özdeşimler, erkek ve kadın olmak, cinsel kimlik ve cinsiyet rolleri ilkokul dönemi yani oyun çağı boyunca pekiştirilir. Ergenlikte ise bu özdeşimlerde değişiklikler, düzenlemeler yapılır. Anne ve babayla yaşanan çatışma ve rekabet yoluyla ergen erişkinliğe adım atar. Çocukluk dönemindeki ebeveyn yasakları bu dönemde de devam eder. Çocuklukta toplumun ahlak ve erdem standartlarını temsil eden ebeveyn yasakları yoluyla çocuk anne baba özdeşimlerini pekiştirir, vicdan ve kendini yargılama mekanizmasını kurar. Ergenlikteki ebeveyn yasakları, toplum tarafından hoş karşılanmayan durumlar ise gizlilik ve sır oluşumuna hizmet eder. Bu anlamda kendine ait gizlilik dünyasında sırlar oluşturabilme, bu döneme ait normal bir görünümdür ve ergenin bireyselleşme sürecine girdiğinin bir göstergesidir. Sır her zaman zararlı değildir, tam tersine ruhsal yapının oluşumu için gereklidir. Kendine ve yalnızca kendine ait düşünceler üretmek bir özne olarak benliğin oluşumu için gereklidir. Birey olmanın koşulu sırra sahip olmaktır, bu da beraberinde özerkleşmeyi getirecektir. Ergenin karşı çıkma, kendine ait düşünceleri, kimi zaman toplumsal değerlere zıt görünse bile ortaya koyma çabası aslında birey olma çabalarının dışa vurumudur ve son derece normaldir. Bu dönemde bireyin sağlıklı cinsel seçimler yapabilmesi için çocuksu anne-baba özdeşimlerini bir kenara bırakması gerekir. Kendi bireyselliği doğrultusunda seçimler yapabilme yetisi evlilik hayatından iş yaşamına kadar yetişkinliğin her aşamasında gerekecek en temel becerilerden bir tanesidir. Ergenlik bireyin kendini ilk kez özne olarak tanımladığı ve bir sonraki krize kadar geçerli sayacağı kimliğine kavuştuğu bir dönemdir. Fetüsken bebek olan birey, çocukken ergen olur, sonraki aşama ise canlıyken cansız olmak yani ölümdür. Bu anlamda çocuk doğurabilecek kapasiteye fiziksel olarak ulaşılması beraberinde ölüm kaygılarını da getirir. Sonun başlangıcı doğumdur ancak sonun başlangıcının farkına varılması ergenlikte olur. Bu bağlamda ruhsal hastalıkların en sık görülen başlangıç yaşı da ergenlik dönemidir. Dürtü kontrol sorunları, obsesif kompülsif davranışlar ve psikotik yelpazede yer alan ruhsal sorunların başlangıcı ergenlik döneminde yatar. Değişim, büyümek, başkalaşım ve dönüşüm şeklinde pek çok tanımı içinde barındıran bu dönemde birey hem büyür hem de değişir. Büyümek ergenliğe özgü değildir, çocuklar da büyürler ama pek değişmezler. Ancak ergenler hem büyürler hem de değişirler. Bu anlamda ergenliği ikinci doğum olarak tanımlayabiliriz. Anne karnından yeni çıkan fetüs hayat karşısında oldukça savunmasız, bakıma, korunma ve kollanmaya muhtaç bir haldedir. Kırılgan ve dayanıksızdır. Aynı şekilde çocukluktan çıkıp yetişkin yaşamının kapısının aralandığı bu dönemde de birey her anlamda savunmasızdır. Bu dönemin kırılganlığını anlatmak için yengecin kabuk değiştirme metaforuna gönderme yapılır. Yengeç kabuk değiştirirken çevresel etkenler, sert bir rüzgar, ufak bir kıymık batması hayat boyu sürecek, kalıcı izler bırakır bedeninde. Öyleyse ergenlik bireyin oldukça zayıf ve duyarlı olduğu bir süreçtir. Bu yüzden değişimin kaygan zemininde düşe kalka ilerleyen birey için destekleyici çevrenin varlığı sağlam bir kişilik geliştirmesinde hayati önem taşır. Ergenlik bir kimlik inşa etme sürecidir. Kimlik bir kişiyi bireyselleştirmeyi sağlayan, onu diğerlerinden farklı kılan, kalıcı olmasalar da saptanabilir özellikler içeren bir yapı şeklinde tanımlanabilir. Toplumsal kimlik ise bir topluluğa ait olmak duygusu demektir ve bireyin belli özgün davranışları kabullenmesini zorunlu kılar. Bu bağlamda ergenlik kişisel ve toplumsal düzlemde kendine ait tanımların oluşturulduğu bir dönemdir. Beyin ergenlik döneminde dramatik bir değişim geçirir. İnsan beyni gelişimini ergenlikte tamamlar. Beynin ön bölgesinde bulunan prefrontal korteks, karar verme, planlama ve strateji oluşturmada yardımcı olan bir yapıdır, duyguların kontrolünden sorumlu beyin sapıyla birlikte ergenlikte hızlı bir değişim sürecine girer. Yaklaşık 100 milyon nörondan oluşan beyin bu dönemde nöronlar arası bağlantıyı arttırır ve ergenin düşünme süreçleri farklılaşır, yetişkine daha yakın bir mantık kurgusu geliştirdiği görülür. Ergenlik döneminde geçirilen bir diğer değişiklik ise birincil ve ikincil cinsel özelliklerle belirlenen cinsel olgunlaşmadır. Birincil cinsel özellikler üreme organlarındaki değişikliklerdir. İkinci özellikler ise bedenin değişmesi, büyümesi, sesin farklılaşması gibi değişimlerdir. Ergenlik yaş, dönem veya konumdan öte bir zaman ve uğraş meselesidir. Altüst olan dürtüsel dünyayı yönetebilmek, cinselleşmiş bedenle tanışmak önemli bir aşamadır ergen için. Özellikle bu döneme kadar onu buna hazırlayacak bir modelin varlığından yoksun ise, tüm bu meseleleri halletmek ergen için güç olacaktır. Unutmayalım ki ergenlik dönemi insanın erişkin yaşamındaki karakter yapısı ve davranış kalıplarının şekillendiği, benimsendiği ve yerleştiği bir dönemdir. Krizle baş etme, karşı cinsle ilişki kurma, ebeveynin konumlandırılması, yaşam idealleri gibi birçok konu bu dönemde gündeme alınır, işlenir ve yaşam boyu ergenlikte kazanılan bu yapı etrafında devam eder. Ergenlik hızlı değişim ve yeniden yapılanma dönemidir. Bu değişim ve yeniden yapılanma sadece bedenin hızlı büyümesi, cinsel organların değişmesi, dürtülerin şiddetlenmesiyle sınırlı değildir, ruhsal yapı da bu evrede hızla değişir ve yeniden şekillenir. Bu değişim ve gelişimler fiziksel, ruhsal ve sosyal alanda kendini göstermektedir. Bu dönemin başlangıcı ve bitişi her bireyde farklılık gösterse de genel olarak kızlar yaklaşık 9-11, erkekler ise 11-13 yaşlarında ergenliğe girerler. Yani ergenlik buluğ ile başlar ve bitişi tam olarak belli değildir. Hormonal değişiklikler ve kimlik bocalamasından ötürü stresli bir dönemdir ergenlik… Ergen her aynaya baktığında bedeninin bir öncekinden farklı olduğunu görür . Fiziksel olarak boy uzaması, sesin değişmesi, vücutta büyüme, mensturasyon, ruhsal olarak kimlik arayışının tetiklediği agresifleşme, ailenin doğrularını reddetme ve kendi kararlarını verme isteği, sosyal olarak ise bir yer edinme arayışı, idol seçme ve model arama süreci. Aşılması gereken tüm bu görevlerle birlikte birey uzun ve meşakkatli bir yolculuğa başlar. Uzman Klinik Psikolog Melike İlerisoy Bedenimizin gösterdiği stres tepkileriyle baş etmenin bir yolu da fiziksel egzersizlerdir. Egzersiz ve stres arasındaki ilişkiyi inceleyen araştırmacılar egzersizin stres üzerinde olumlu bir etkisi olduğunu bulmuştur. Egzersiz yeterli süre ve sıklıkta yapıldığında kan dolaşımı, kalp atışları ve oksijen tüketimi artar, vücut ısısı yükselir, metabolizma hızlanır. Yapılan egzersizler sonrasında stresin azaldığı görülür, çünkü egzersiz bir süre yapıldığında nefes gücü artar, dolaşım ve oksijen kullanımı düzelir. Bu da stresi engelleyici, azaltıcı bir mekanizma işlevi görür. Kişi hangi egzersizin kendisine daha uygun olduğunu bulabilmek için sağlık kontrolünden geçtikten sonra bir uzman rehberliğinde egzersiz programı hazırlanmasını tercih etmelidir. Stres karşısında dayanabilmek için tüm sistemleri ve organları sağlıklı bir vücut gerekir. Bunun içinde aşırı veya yetersiz beslenme değil, her besin grubundan yeterli miktarda alınan dengeli bir beslenme düzeni olması gerekir. Fast food tarzı besinler ve öğünler arasında aldığımız çay, kahve, kola gibi içecekler ve sigara tüketimi de stresi artıran beslenme alışkanlıklarındandır. Besin kaynaklarının herhangi birinin eksikliği ya da fazlalığında bedenimizde rahatsızlıklar ortaya çıkmaktadır, bu rahatsızlıklar da stresle mücadele sürecini olumsuz etkilemektedir. Bu nedenle strese karşı dayanıklılığın artması için dengeli beslenmeye dikkat edilmesi gerekir. Strese maruz kalındığında nefes alma sıklaşır ve sığlaşır. Hızlı nefes alma göğsün üst kısmından nefes almayı içerdiğinden yetersizdir ve vücudu oksijenden yoksun bırakır. Stresi yönetebilmek için öncelikli olarak stres içerikli bir uyarıcıya maruz kalındığında, değişen nefes düzenini yeniden normale döndürmek gerekir. Gevşeme nefesi ya da stresi azaltma nefesi yavaş, gevşek ve derin nefes almayı ve gerilimin kontrolünü sağlar. Gevşeme nefesi stres için doğal bir panzehir ve güçlü bir önlemdir. Nefesin dengelenmesiyle beraber gevşeme oluşur, kas gerilimi azalır, enerji üretimi ve kan dolaşımı sağlanır. Gevşeme nefesi bir çiçek koklar gibi derin, uzun, yavaş ve karın şişirerek alınır; nefes verilirken karnın inmesine dikkat edilir ve bu süreç tekrar eder. Gevşeme nefesi alma becerisi geliştirildikten sonra, sabahları kalkınca ve akşam yatmadan önce nefes alma alıştırmaları uygulanarak, vücudun stresten arınmasına yardımcı olunur ve hem güne iyi başlanır hem de gece iyi bir uyku uyunur. Kişiler arası iletişim sık rastlanan stres kaynaklarından biridir. Etkili iletişim becerileri kişinin stres yaşantısını azaltmada önemli role sahiptir. İletişimin kalitesini etkileyen bazı faktörler vardır, mesela iletilmek istenen mesajın doğru şekilde aktarılması yani etkili mesaj yollama bu faktörlerden bir tanesidir. Kişiler arasındaki yanlış anlaşılmalar iletişimin kalitesini bozabilir ve strese yol açar. Bu durumun önüne geçebilmek için kullanılan ifadeler net, açık ve anlaşılır olmalıdır. Kişiler arası iletişimdeki bir diğer önemli nokta etkili dinlemedir. Etkili dinleme duyma’ değil dinleme’ eylemini barındırır bu sebeple iletişimin anlaşılırlığı ve ilişkilerin sıcaklığı üzerinde etkilidir. İletişim sadece dil ile değil; ses tonlaması, beden hareketleri ve yüz ifadesi ile de gerçekleşir. Bu yüzden etkili iletişim için sözel olmayan iletişim kanallarına da dikkat edilmelidir. Meditasyon, günümüzde stresle baş etmede kullanılan önemli ve geçerliliği kabul edilmiş bir yöntemdir. Son yıllarda yapılan bilimsel araştırmalar, meditasyon uygulaması ile stres yaşantısının zararlı etkilerinin azaltılabileceğini göstermiştir. Meditasyon, stresle baş etmede kullanılan en önemli zihinsel yöntemlerden birisidir. Bu zihin ağırlıklı uygulama, kaba bir ifadeyle, düşmüş psikofizyolojik uyarılmaya aracılık etmektedir ve böylece, stresin beden üzerindeki zararlı etkilerini hafifletebilmekte veya yok edebilmektedir. Diğer bir deyişle, meditasyonun düzenli uygulaması, stres yaşantısı sırasında söz konusu olan sempatik sinir sistemi aktivitesinin şiddeti ve parasempatik sinir sisteminin devreye girme zamanı üzerinde olumlu etkiye neden olmaktadır. Düzenli meditasyon uygulaması, stres kaynağı karşısındaki bedensel uyarılmanın daha hafif olmasına yani bedenin stres kaynağı daha düşük seviyede uyarılma ile tepki vermesine yol açmaktadır. Meditasyon, bedenin, tehlike çanları karşısında daha ılımlı ve yavaş harekete geçmesini sağlamaya hizmet etmektedir. Günümüzde, meditasyon uygulaması bu amaca hizmet etmekteyse de ilk çıkış noktası, strese karşı insan sağlığını koruma fikri değildir. Strese karşı bir yöntem olarak kullanımının yaygınlaşması yakın geçmişte olmuştur. Meditasyonun çıkış noktası doğu felsefesi ve dinleri olsa da son zamanlarda herhangi bir dinsel amacı olmaksızın tüm dünyada farklı uygulamaları söz konusudur. Meditasyonun stresle baş etmede etkili olmasının sebebinin meditasyonun bir dikkati terbiye etme egzersizi’ olması ve kişinin dikkatini tek bir uyarana yönlendirerek geçici duygusuzluk hali yaşaması olduğu düşünülmektedir. Zaman yönetimi stresle baş etmede kullanılan zihinsel yöntemlerden biridir. Zaman yönetiminin stresle baş etmede rolü büyüktür çünkü zaman hızlı tükenen bir kaynaktır ve birçok insan için önemli düzeyde strese yol açmaktadır. Zamanı etkili kullanamayan bireyler daha yoğun stres yaşantılarına sahip olabilir. Zamanı etkili kullanmak için önce belirli zaman diliminde yapılacak olan işler önceliklerine göre belirlenir sonra da bu planlama belirlenen sıra ve zamana göre uygulamaya geçilir. Problem netleştikten sonraki adım ise problemi çözmek için yapılması gerekenlerin belirlenmesidir. Bu sırada çözüm yolları düşünülür ve asıl amaç mümkün olduğunca çok çözüm seçeneği üretebilmektir. Bu aşamada amaç üretilen çözüm seçeneklerinden hangisinin eyleme döküleceğine karar vermektir. Bunu yaparken her stratejinin olumlu ve olumsuz sonuçları değerlendirilmelidir. Olumlu sonuçları ağır basan strateji uygulamaya konulması gereken stratejidir. Bu aşamada seçilen çözüm yolu üzerinde düşünüp nasıl eyleme geçileceği planlanmalıdır. Planlamanın ardından eyleme geçilmelidir. Eyleme geçmenin ardından kişi strese sebep olan durumun, problemin çözüme ulaşıp ulaşmadığını değerlendirmelidir. Eğer sonuçlar tatmin edici değilse, problem hala varlığını sürdürüyor ise kişi tekrar çözüm üretme aşamasına dönmelidir. Bu ve buna benzer şekilde geliştirilmiş olan etkili problem çözme stratejileri kullanımının, stres yaşantısı ve strese eşlik eden olumsuz duygular ile baş etmede kişiye yardımcı olacağı öne sürülmektedir. Problem çözme becerilerinin etkinliğine inanan araştırmacıların temel varsayımı şudur “Etkili problem çözücüler, zayıf problem çözücülere göre, daha az stres yaşantısı ve olumsuz duygu deneyimleyeceklerdir. Problem çözmek için ilk olarak söz konusu problem belirlenmelidir. Bu aşama kolay gibi görünse de bazen kişi için çok zor olabilir çünkü probleme sebep olan konu her zaman çok açık olmayabilir. McKay ve arkadaşlarına göre; problemin açıklığa kavuşması, belirsizliğin ve dolayısıyla stresin azalması yönünde etki edeceği gibi, aynı zamanda netleşen problem, çözümlenmek için daha hazır hale gelmiş olacaktır. Problemin açık hale getirilmesi, daha somutlaştırılabilmesi ve üzerinde çalışılabilir duruma getirilebilmesi için yapılması önerilen şey; bir problem çerçevesi’ hazırlanmasıdır. Problem çerçevesi, sorun olarak görülen durum ve bu durumda kişilerin gösterdiği tepkiler ile ilgili detayların kaydedilmesi yoluyla oluşturulmaktadır. Problem çerçevesinin hazırlanması ile durum ve o durumda gösterilen tepki, kim, ne, ne zaman, nerede ve nasıl gibi sorular yoluyla irdelenir ve bu soruların cevapları kaydedilir. Bu soruların yanıtlanması problemin, zihinde daha fazla netleşmesine yardımcı olacaktır. Ayrıca, genelde atlanabilen ve akla gelmeyen detaylar açığa çıkacaktır. Yer, zaman, duygular, düşünceler ile ilgili detaylar önemlidir. Çünkü, bu detaylar sonraki basamaklarda üretilecek çözüm seçenekleri için ipucu sağlayabilirler. Baş etme kavramı, stres doğurucu olaylar ya da etkenlerin olumsuz etkileri ile mücadele etmek için kullanılan özgül davranışsal ve psikolojik çabaları içerir. Lazarus ve Folkman, baş etme yöntemlerini işlevlerine göre ele almış ve baş etmede problem odaklı ve duygusal odaklı olmak üzere iki ana boyut önermiştir Problem odaklı baş etmede; problem olan durumu başkalaştırmak, üstesinden gelmek amaçlanır. Bu başa çıkma çabaları bilgi arama ve problem çözmeyi içerir. Kişi eğer strese sebep olan durumu kontrol edebileceğine inanıyorsa bu problem odaklı baş etmedir. Sosyal desteğe başvurarak baş etme, planlı baş etme gibi türleri vardır. Duygu odaklı baş etmede; strese neden olan durumu değiştirmeden duruma ilişkin duyguları değiştirmek amaçlanır. Bu gibi baş etme çabaları strese sebep olan problemlerin minimize edilmesini içerir. Duygu odaklı baş etmede problem ortada dururken kişi kendini düzenler, problemi değiştirmeye çalışmaz. Kişi bu noktada olumsuz duyguların en aza indirilmesini amaçlayan stratejiler kullanır. Çaresiz, iyimser, boyun eğici, kaçıngan türde baş etme stratejilerini tercih etmek kişilik özellikleri ile ilgili olabilir. Stresin sağlık üzerindeki olumsuz etkisinde problem odaklı baş etmenin koruyucu rolü olduğunu gösteren araştırmalar mevcut iken kaçıngan türde baş etme becerileri için ise böyle bir etki gözlenmemiştir. Stres terimine yüklenen anlamın yıllar içerisinde değiştiği görülmektedir, 17. Yüzyılda felaket, dert, keder, bela anlamlarında kullanılırken, 18. Ve 19. Yüzyılda kişiye, ruhsal yapıya, organlara ya da objelere karşı yöneltilen güç, baskı ve zorlama” anlamlarında kullanılmıştır. Yani kavrama yüklenen anlamlara bakıldığında stresin, organizmanın bedensel ve ruhsal sınırlarının tehdit edilmesi ve zorlanması ile ortaya çıkan bir durum, bir direnç olduğu söylenebilir. Biyolog Walter Canon stresi bir “acil durum tepkisi” olarak tanımlamış ve temelinde “biyolojik varoluş ve uyum” ihtiyacını görmüştür. Cannon’a göre stres, organizmanın, kendi yaşamını ve çevreye uyumunu yani dengeyi tehdit eden bir unsura uyarıcıya gösterdiği ve varoluşsal değeri olan bir “savaş ya da kaç” tepkisidir. Yani canlı baş edebileceğine inanırsa savaşır ya da baş edemeyeceğine inanıp kaçar. Stres ve geçirdiğimiz hastalıklar arasındaki ilişkiye dair çok sayıda araştırma yapılmıştır. Neredeyse tüm fiziksel hastalıklar psikosomatik kökenlidir. Yani düşünceler ve düşüncelere eşlik eden duygular hastalığın gelişimini tetikleyebilir. Strese sebebiyet verecek yaşam olayları ile hastalık gelişimi arasında bağlantı olduğu bulgulanan araştırmalar mevcuttur. Stres teriminin tarihine bakıldığında fizikçi Thomas Young’ın 18. Yüzyılda yaptığı stres tanımı dikkat çekmektedir. Young’a göre stres; maddenin kendi içinde olan bir güç ya da dirençtir. Madde, kendi üzerinde uygulanan dış güce kendi direnci oranında bir tepki gösterir. Elastik kütle, bir stres tepkisi sayesinde eğilip bükülerek bu dış gücü dengelemeye, ona uyum göstermeye çalışır. Ancak eğer dış güç elastik kütlenin kendi içindeki dirençten daha büyükse böyle bir dengeleme mümkün olmaz ve madde niceliksel bir değişime uğrar. Dıştan gelen gücün aşırı büyüklüğü durumunda ise niteliksel değişimler olabilir. Bu tanımlama ile birlikte stres kavramı biyoloji, fizyoloji, sosyoloji, tıp ve psikoloji gibi alanlara yayılmıştır. Umut aşılayın Hayat kimi zaman baş edilmesi güç, zorlayıcı deneyimlerle kimi zamansa bitmesini hiç istemeyeceğimiz güzelliklerle dolu bir yer. Hayata bakış açımız erken çocukluk deneyimleri yoluyla şekillenen kişiliğimiz ölçüsünde belirlense de her olay ve durum karşısında bir parça da olsa umuda yaslanmak vazgeçilmez insani ihtiyaçlardan birisidir. Her ne kadar zor olsa da her olay aslında kişiye hayatı ve hayata bakışıyla ilgili bir şeyler söyler. Bunları anlamlandırmak ve ileriki yaşam için avantaja çevirecek adımları planlayabilmek krizleri fırsata dönüştürmekle mümkündür. Güçlü yönlerinize odaklanın Hemen her terapide öncelikli olarak danışanın o ana kadarki olumsuz koşullarla baş etmesinde yardımcı olmuş güçlü ve olumlu kaynakları gözden geçirilir. Her insan farklı yaratılmıştır ve herkeste kriz durumlarında kullanılacak beceriler mevcuttur. Kimi zaman bunlar işlevsiz kalabilir, bazen travma o denli büyük olur ki ruhsal enerjinin tamamı ketlenir ve kişi doğru çıkarımlar yapamaz. İşte bu noktada bir uzmanın desteği gereklidir. Olağan ve ortalama bireyin baş etme gücünü aşmayan yaşam zorluklarında, içinize dönün, o ana kadarki yaşantınızı gözden geçirin, zor durumlarda size neler yardım etti, pek çok kişi tarafından sevilmenize ve aranmanıza neden olmuş naif ve ılımlı kişilik özellikleriniz mi, krizle mücadelede plan yapma ve uygulama yönünde size yardımcı olan bilişsel becerileriniz mi, sahip olduğunuz sosyal destek kaynakları mı, sizi dinleyen, anlamaya çalışan bir eş veya bir dost mu? Pozitif duygulara odaklanın Gün içinde içinize dönüp, kendinizi dinlemeye çalışın. Hissettiğiniz duyguların farkına varın ve adlandırın. Basit görünse de oldukça faydalı olan bu farkındalık çalışmasını zamanın yoğun ve hızlı akışı içinde unutabiliyoruz. İnsan kendinden uzaklaştıkça, duygularına yabancı hale gelebiliyor. Düşünce ve davranışlarımızın kaynağını sorgulayıp, neden belli bir kişi veya duruma karşısında o şekilde davrandığımızı irdelersek, kendimiz için oldukça faydalı bir şey yapmış oluruz. Duygularımızı tanımlayabildiğimiz ölçüde, kendimiz ve diğer insanlarla ilişkilerimizde sağlıklı bir orta yolu bulabiliriz. Unutmayalım ki, birçoğumuzun düşündüğünün aksine, mutluluk bize olan değil, bizim gerçekleştirdiğimiz bir şeydir. Düzenli olarak akış halinde olacakları projelere katılmak ve daha yüksek seviyelerde doyum yaşayacakları pozisyonları bulabilmek toplumun tüm problemlerini çözebilecek mi? Elbette ki hayır, çünkü herkes kendisi için en güzelinin olması beklentisindedir, ne var ki bu beklenti her zaman gerçekleşmez. Kişi sahip olamadığı şeylerin hayalini kurma yükünden kurtulup sahip olduğu kadarıyla mutlu olabilmeyi başarıyorsa olgun insan olma yolunda önemli bir adım atmış sayılabilir. Bununla birlikte pozitif psikolojinin ortaya koyduğu temel prensipleri eğitim ve iş alanlarına uygulayabilir, bireyleri ve kurumları sahip oldukları güçlü yönler üzerine bina etmeye cesaretlendirirsek, hayatı yaşamaya değer kılan şeylere daha fazla enerji ayırabiliriz. Öğrenilmiş iyimserlik kişinin olaylar üzerinde hiç bir gücünün olmadığını düşündüğü öğrenilmiş çaresizliğin tam tersidir. Bilimsel kanıtlar bize iyi oluşun sadece genetik yapımızla ilgili olmadığını söylemektedir. Çalışmalar insanların daha doyurucu bir yaşam sürebilmek için aktif olarak yapabilecekleri şeyler olduğunu gösteriyor. Profesör Howard Gardner iyi ve mutlu yaşamı good work temsil eden birey ve kurumların kalitede mükemmel, sosyal sorumluluk içeren ve uygulayıcı bireylere anlamlı gelen işler ürettiklerini söylüyor. Ayrıca bireylerin kendileri için mükemmel olanın peşinden koşma motivlerinin toplumun bütünü için de faydalı olacağını belirtiyor. Farkındalık bilinçli olarak dikkatimizi o anki deneyimlerimize yoğunlaştırmamızdır. Deneyim an ve düşüncelere, duygulara, fiziksel duyulara ve çevremize olan odaklanmamızdır. Farkındalığı uygulamak şimdiki zamanda yaşamak demektir. Faydaları arasında stresi, kaygıyı, depresyonu ve kronik ağrıları azaltmak sayılabilir. Pozitif psikolojinin bir diğer önemli kavramı olan öğrenilmiş iyimserlik, haz alma kabiliyetinin öğrenilebileceğini ifade eder. Burada önemli olan ve pek çok bilimsel araştırmada da ortaya konan nokta, doyuma giden yolun büyük ölçüde çaba gerektirdiğidir. Yani kişinin içinde bulunduğu zorlukla mücadelesinde feraha ulaştıracak yol, bizzat kişinin çabası ve gayretiyle mümkün olabilir. Bunun aksini iddia eden, bir iki seansta sihirli sözcükler ve popüler telkinler yoluyla değişim vaad eden, pazarlama tekniğiyle ortaya konmuş yaklaşımlardan uzak durmak gerekmektedir. Bir diğer önemli kavram olan ve akımın diğer kurucusu Csikszentmihalyi tarafından adlandırılan akış kavramı, bireyin yaptığı iş içinde kaybolması halini tanımlar. Daha geniş bir anlatımla Akış Teorisi şunu söylemektedir; Eğer uğraşmakta olduğunuz iş sırasında; Bu iş yemek yapmaktan, kitap okumaya, sınıfta ders anlatmaktan, parkta yürüyüş yapmaya kadar yaşamın her anını yansıtabilir Sahip olduğunuz bir beceriyi kullanmak için çaba sarf ediyorsanız, Yaptığınız işin sizi nereye götüreceğini kestirebiliyorsanız,İşin başına çoğunlukla zorunda olduğunuz için değil ama istediğiniz için oturuyorsanız, Kendinizi derinlemesine yaptığınız işe veriyorsanız, Otokontrol duygunuz varsa, dışarıdaki tüm uyaranları bir kenara bırakıp işinize odaklanabiliyorsanız, Gösterdiğiniz çabadan mutluluk duyuyorsanız, Zaman durmuş hissine kapılıyorsanız, Akış halindesiniz demektir. Böyle durumlarda diğer durumlara oranla daha yüksek bir performans sergilersiniz. İşin daha da önemli yanı ise, bu gibi durumların sonunda geçirdiğiniz süreden ve yaptıklarınızdan memnun ve tatmin olmuş hissedersiniz. Yani kendinizi kaptırdığınız ve zaman duygunuzu yitirdiğiniz durumlardan bir haz duyarsınız. Bu da başlı başına yeteneklerinizi doğru kullandığınız zamanlarda deneyimleyebileceğiniz bir durumdur. Onlar çalışmaları neticesinde hikmet ve bilgi wisdom and knowledge, cesaret courage, insanlık humanity, adâlet justice, itidal/ölçülülük temperance ve aşkınlık transcendence olmak üzere altı temel erdem belirlemişlerdir. Pozitif psikoloji üç aşamada ele alınabilir Geçmişte iyi olma hali, memnuniyet ve doyum; gelecek için umut ve iyimserlik; şimdiki zaman için akış ve mutluluk. Bireysel düzeyde olumlu özellikler; aşk ve meslek, cesaret, kişilerarası ilişki becerisi, estetik duyarlılık, sebat, bağışlayıcılık, özgünlük, geleceğe dönüklük, maneviyat, yüksek yetenek ve bilgelik. Grup düzeyinde ise sorumluluk, duygusal bakım ve destek, nezaket, ılımlılık, hoşgörü ve iş ahlakı gibi örgütsel, eğitimsel ve kurumsal uygulamalardır. Pozitif psikoloji akımının amacı hayatı daha doyurucu hale getirmektir. Nelerin bozuk olduğundan çok neyin yerinde olduğunu sorgular. Yani amaç, kişiyi -8 den 0 noktasına getirmek yerine, 0’ın üzerinde olan güçlerini yerinde tutmak veya daha pozitif değerlere ulaştırmaktır. Nelerin kötüye gittiğini incelemek gerekliliğini inkar etmeyen pozitif psikoloji gücün de zayıflık kadar önemli olduğunu söylemektedir. Kısaca hayatımızı üzerine bina ettiğimiz önemli şeyleri fark etmenin kötüyü tamir etmek kadar önemli olduğunun altını çizmektedir. İkinci Dünya Savaşıyla birlikte dünya üzerinde geniş kitleler çok çeşitli travmalara maruz kalmışlardır. Gerek fiziksel bütünlüğe gerekse psikolojik sağlığa ciddi tehditlerin ve saldırıların olduğu savaş döneminden sonra psikoloji “iyileştirme bilimi” haline gelmiş ve insanın işlevselliğinde medikal model benimsenerek, kusurların tamirine odaklanılmıştır. Son yıllarda insanın olumlu özelliklerinin psikolojide yeterince ilgi görmediği, bilimsel araştırmaya konu edilmediği bir eksiklik olarak görülmüş ve böylece “pozitif psikoloji” akımı şekillenmeye başlamıştır. Pozitif psikolojide amaç, psikolojinin ilgi alanının insanın olumlu yanını da kuşatacak şekilde genişletilmesidir. Bu bağlamda pozitif psikoloji, bireyi daha güçlü, daha üretken yapmak; potansiyellerini aktif hale getirmek ve psikolojik rahatsızlıkları ortaya çıkmadan engellemek üzere koruyucu çalışmalar gerçekleştirmek için gayret sarf eder. Bu çerçevede pozitif psikolojinin ana konusunu hayatı daha kaliteli ve yaşamaya değer kılan temel güç ve erdemler oluşturmaktadır. Psikolojide ana akım, insanda yanlış olanı bulmaya yönelik gayret sarf ederken pozitif psikoloji, insandaki gücü ve dehayı araştırmıştır. Bu kapsamda pozitif psikoloji yaklaşımının önde gelen temsilcilerinden olan M. Seligman ve C. Petterson tarafından gerçekleştirilen araştırmalarda pek çok kadim dini ve felsefi gelenek taranmak sureti ile insanın temel erdem ve güçleri tespit edilmiştir. Modern psikoloji kökenlerini William James, John Dewey ve Granville Stanley’in çalışmalarında bulur. James özellikle insanın sağlıklı işleyişinin anlaşılabilmesi için bireyin öznel deneyimlerinin dikkate alınması gerektiğini vurgulamıştır. Bu nedenle James, Amerika Birleşik Devletleri’nde ilk pozitif psikoloji çalışanı olarak kabul edilebilir. Bireysel psikolojinin kurucusu olan Alfred Adler’in ise bilinemez ve kontrol altına alınamaz bilinçaltı yapıya vurgu yapan psikanalitik kuramdan uzaklaşarak bireylerin güçlü yanlarını, hedeflerini, gerek içinde bulunduğu topluma, gerekse insanlığa yaptığı katkıları merkeze alan Hümanistik psikolojisi de pozitif psikolojinin kökenleri arasında yer alır. Alfred Adler 1937 yılında yayınlanan “İnsanlığın Gelişimi” adlı makalesinde bireysel psikolojinin temellerinin “mutlu ve iyimser bir bilim” üzerine inşa edilmesi gerekliliğini vurgulamıştır. Yine hümanist bir psikolog olan Maslow sağlıklı ve yaratıcı insanların yaşamlarının incelenmesi gerektiğini söylemiştir. Maslow “Motivasyon ve Kişilik” 1954 kitabının son bölümünde Pozitif Psikolojiye Doğru başlığı ile pozitif psikoloji kelimesini ilk kez kullanmış ve şunları belirtmiştir “Psikoloji bilimi olumlu yönlerden daha çok olumsuz özelliklerin incelenmesinde daha başarılı olmuştur. İnsanın eksiklikleri, hastalıkları, günahları ile daha çok ilgilenilirken; potansiyeline, erdemlerine, ulaşmak istediği amaçlara daha az önem verilmiştir.” Ruh sağlığı alanında geleneksel anlayış, genellikle neyin yanlış gittiğiyle ilgilenmiş, nevrozlar, patoloji ve hastalık çerçevesinde ruhsal yapıyı tanımlamaya çalışmıştır. Ruhsal bozuklukların tanı ve tedavi sürecinde bireyde yanlış/eksik olan alanların etkisinden söz ederek bu alanlara yönelik terapi programları geliştirmiştir. Ancak bu yaklaşımın bireylerin güçlü yanlarını göz ardı ettiğinin, zor yaşantı ve koşulların travma yaratan etkilerini gidermekte yetersiz kaldığının anlaşılması ile birlikte, psikolojide olumluya odaklanmayı esas alan yeni bir anlayış yaygınlaşmaya başlamıştır. İnsan gelişimini destekleyerek insan hayatındaki erdem ve güçlere yeterince önem verecek ve onu daha gelişmiş ve daha olgun bir varlık yapacak şartların oluşturulması için çaba sarf eden bir yaklaşım olarak tanımlanan pozitif psikoloji, ana akım psikolojiyi sağlıktan ziyade hastalığa, erdemden ziyade kusura odaklanmakla ve çoğunlukla insan tabiatına dair olumsuz durumlarla ilgilenmekle eleştirmiştir. Bu bağlamda, psikoloji biliminin yaşamı daha mutlu ve yaşanmaya değer kılmaya yönelik çalışması gerektiğine vurgu yapan pozitif psikoloji, insanların olumlu ve güçlü yönlerine odaklanmıştır. Pozitif psikoloji yeni bir kavram değildir. Çağlar boyunca bütün düşünürler insanı anlamaya çalışmış, özellikle insan psikolojisi ve ruhsal yapı hakkında çıkarımlarda bulunmuşlardır. Yaşamın amacının mutlu, ahlaklı, erdemli ve diğer insanlarla uyum içinde oluşuna vurgu yapmışlardır. Örneğin Antik Yunan’da Aristotoles “Nicomachean Ethics” adlı eserinde birey ve toplum için refahın kaynağının birey ve toplum mutluluğundan geçtiğini ifade etmiştir. Benzer şekilde iyi bir yaşam için özgür irade, ahlaki kriterler, özdenetim ve mutluluğu arama gibi bileşenlerin geliştirilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Uzman Klinik Psikolog Melike İlerisoy Uzun süreli ekran maruziyeti insanın en temel gereksinimlerinden biri olan “hayal kurma” ve kurduğu hayalle “iyi hissedebilme” ayrıcalığını da elinden almaktadır. Sürekli ekrana ve aksiyona maruz kalan beyin yaratıcı düşünme yetisini çok erken yaşta kaybetmeye başlamakta ve kişi zihinsel tembelliğe mahkum olmaktadır. Programlandığı şekilde aktif düşünüp üretebilen birey olmak yerine her şeyi hazır bekleyen, kendisine sunulanı düşünmeden kabul eden, analiz edebilme ve eleştirel düşünebilme becerisinden yoksun, pasif ve bağımlı bir karakterin gelişimine zemin hazırlamaktadır. Peki teknoloji kullanımının ruh ve zihin gelişimine faydaları var mı diye soracak olursak, teknoloji ve bilimdeki sayısız gelişmeye rağmen sağlıklı büyümek için en yararlı şeyin hala “yaşıtlarıyla serbest oyun ve yetişkinlerle bağ kurabilecekleri ortamlar, güvenli ve istikrarlı karşılıklı ilişkiler” olduğunu söyleyebiliriz. Yoğun çalışan ebeveyn ve apartman dairelerinde, doğadan uzak büyüyen çocuklarımız için oluşturabileceğimiz sağlıklı ortamlar elbette ki var, spor ve sanat uğraşları bunun için vazgeçilmez nimetler. Anne babalar mutlaka vakit ayırarak çocuklarını akranlarıyla buluşabilecekleri, yaşamı, akışı içinde öğrenebilecekleri, ekrandan uzak, hayatın içine katılabilecekleri spor ve sanat uğraşlarına yönelmeleri son derece sağlıklı olabilir. Küçük yaş çocuklarıyla evde yaşa uygun kitaplar okumak, kes yapıştır etkinlikleri, atık malzemelerle objeler üretmek, evdeki nesnelerle yaratıcı bir şeyler yapmak, sınırsız ve konusuz boyamalar, karalamalar, yapbozlar, üç beş parça oyuncakla hikayeler kurgulamak ve ebeveynin yaratıcılığına kalmış sayısız etkinlik yapılabilir. Hemen tüm çocuklar bu türlü çalışmaları saatlerce ekran başında kalmaya tercih ederler. Çünkü insan yaratılışı gereği “ilişki arayışındadır ve ötekinin mevcudiyetinde gelişir”. Unutmayın insan olma süreci emek ve uğraş gerektirir, çocuğun benliğini inşa ederken en az ihtiyaç duyduğu şey teknolojidir. İlişki, iletişim, diğerleriyle vakit geçirmek, eğlenmek, kimi zaman kızmak, küsmek ve böylece problem çözmeyi öğrenmek sağlıklı bir yetişkin olma yolunda “diğerleriyle bağ kurarak” öğreneceği şeylerdir. Maruz kalınan ekran süresiyle gelişimsel bozukluklar otizm gibi arasında ilişki olduğu artık bilinen bir gerçektir. Ekran başında fazlaca vakit geçiren çocuklarda empati eksikliği, şefkat, merhamet gibi insani erdemlerin gelişmesi sekteye uğramaktadır. Yeni yapılan bir araştırmada gençlere uygun olduğu belirtilen içeriklerin daha fazla şiddet, cinsellik ve olumsuz davranış içerdiği ve dolayısıyla zarar verici etkisinin daha fazla olduğu belirlenmiştir. Yani programlardaki bilgilendirici etiketlere aldanmamak ve içeriği kontrol etmek önemlidir. Özellikle her türlü içeriğe maruz kalınan sanal ortamlar için bu kontrol çok önemlidir. Çocukluk çağındaki ekran süresinin ileriki yıllarda obezite, sağlıksız cinsel davranışlar, erken gebelikler, cinsel yolla bulaşan hastalıklarla ilişkili olduğunu gösteren birçok araştırma mevcuttur. Küçük çocukların ve gelişim çağındaki ergenlerin uzun süre aynı pozisyonda oturmaları kas/iskelet sistemine zarar verdiği gibi, beden duyumlarının beyne iletimi sekteye uğradığı için boşaltım sistemini kontrol edememeye varan bir bedensel tembelliğe de yol açtığı bilinmektedir. 0-2 yaş arası çocukların hiçbir şekilde ekrana maruz kalmaması gerekiyor. Yemek yiyebilmeleri, sağlıklı zihin gelişimi, kavram ve dil gelişimi gerekçeleriyle ekrana kilitlenmiş o kadar çok sayıda çocuk var ki… Gelişimin ilk yıllarında çocuklar doğa ile bağ kurmalı, üç boyutlu dünyanın mucizesi ve büyüsü kalplerine, akıllarına kazınmalı. Hiçbir bilgisayar ekranı nazik bir yaz melteminin esintisini veremez, hiçbir ilkbahar kokusu ekrandan gelmez, bizi gerçekten etkileyen hiçbir dokunuş dünyanın yapay betimlemelerinden, sanal dünyadan gelemez. Gerçek dünyada öğrenmek, pozitif, geliştirici bir deneyim için en temel koşuldur. 2 yaşından yetişkinliğe kadar ekran süresi 2 saati aşmamalıdır. Etrafımızdaki çocuklara ve gençlere baktığımızda bu süre ütopik gelebilir ancak ekran süresinin bir çok ruhsal ve fiziksel hastalıkla yakın ilişkisinin gösteren sayısız araştırma mevcuttur. 2-18 yaş aralığındaki bireylerin ekran başında kaldıkları süre ve maruz kaldıkları içerik mutlaka yetişkin tarafından yaş dönemine göre kimi zaman “yakın”erken çocukluk ve ilkokul çağı , kimi zaman “uzak” ergenlik dönemi takiple kontrol edilmelidir. Aşırı ekran maruziyeti nedeniyle çocukların gözlem ve göz teması kaybı yaşadıklarını, etrafındakilerle direk temastan uzaklaştıklarını görüyoruz ki bunlar gelişimleri üzerinde olumsuz etkilere sahip. Ebeveyni çay içip etrafı izlerken, doğayı duyumsarken önünde tablet, masada oturan bir bebek bir çok şeyi kaçırır…İnsanların nasıl yediğini, nasıl konuştuklarını gözlemleyemez, herkes için o ânın ne kadar keyifli olduğunu keşfedemez ve bu gerçekten gelişmekte olan bir benlik için çok önemli bir kayıptır. Bugünlerde çocuklar internetin içine doğuyor ve bunun geri dönüşü olmadığını hepimiz biliyoruz, o zaman ne yapmalıyız? Eğer artık dünya böyle işliyorsa ebeveynler çocuklarına bununla baş etmeyi öğretmelidir, yani kurallar koymalıdır, ne kadar televizyon izleyeceklerinin, ne zaman cep telefonuna sahip olacaklarının sınırını koymalıdır. Çocukların odasında kesinlikle televizyon veya internet bağlantısıyla tüm dünyayı dolaşabilecekleri bir sisteme erişim olmamalıdır. Çocukları ayak altında dolaşmasınlar, sorun çıkarmasınlar diyerek ekrana hapsetmenin o an için çözüm olmuş gibi görünse de ilerisi için telafisi mümkün olmayan sorunlara yol açacağı unutulmamalıdır. “Çocuklarımız ekran başında çok fazla vakit geçiriyor, dikkat süreleri kısaldı, sosyal becerileri bozuldu, ne yapacağız?” gibi yakınmaları anne babalardan çok sık duyar hale geldik. İçinde yaşadığımız dönem itibariyle teknolojiyi kötülemek, hayatımızdan çıkartmaya çalışmak, kısacası çağın olağan gelişmelerine karşı bir mücadele ve karşı koyma çabasıyla olumsuzlama gayreti boş bir uğraş. Her devrin bir ruhu olduğu gibi bizim çocuklarımızın da dönemi bu… Teknolojik gelişmeler gerçekten baş döndürücü bir hızla ilerliyor, önemli olan karşı koyuştan ziyade buna yönelik nasıl bir duruş sergilememiz gerektiğinin kriterlerini doğru belirleyebilmektir. Şunu biliyor ve deneyimliyoruz ki sanal dünyadan gelen olumlu şeyler var ve gelmeye de devam edecek ancak şu anda neler olup bittiğini doğru bir şekilde tespit etmemiz gerekiyor? Bir diğer önemli konu, çocukla davranışların sebepleri hakkında konuşmaktır. Bu hem çocuğu kendi davranışlarının sebepleri hakkında düşündürmek hem de birisiyle çatışma yaşadığında karşısındakinin davranışının sebebi hakkında düşündürmek için yapılmalı. Çocuğun empati gelişimini desteklemek amacıyla ebeveynler kendi bazı davranışlarının sebeplerini de açıklayabilir “yaşlı teyzeye yer verdim çünkü yaşlılar uzun süre ayakta durma konusunda bizim kadar dayanıklı değildir” gibi. Empati yapabilmek bir beceridir ve duygusal zekası gelişmiş bireyler daha kolay empati yapar. Empati yapabilmek için soyut düşünme becerisinin de gelişmiş olması önemlidir ve ilkokul çağındaki çocuklar henüz somut düşünce dönemindedirler. Ancak bu onların empati yapamayacakları anlamına gelmiyor, yapılan araştırmalara göre bebeklerin bile başkalarının duygularına karşı ilgisiz olmadığı ve onları anlama yeteneğinden yoksun olmadığı görülmüştür. Dolayısıyla çocuklar da empati yapabilirler ancak zihinsel gelişimleri sebebiyle bazı sınırlılıkları olur. Empati yapma becerisi kişinin sosyal beceri ve yeteneklerinin en önemli kısmını oluşturur. Karşısındakinin duygularını anlayamayan birisinde duygusal zekadan bahsetmek çok mümkün değildir. Bu sebeple çocuklarla davranışların sebepleri hakkında konuşmak, başkalarının neyi neden yapmış olabileceği ve neler hissetmiş olabileceği hakkında konuşmak empati gelişimini desteklemek için çok önemlidir. Sonuç olarak duygusal zeka günlük hayatta kullandığımız bir çok sosyal becerinin en temelinde yatan unsurdur ve hem çocukların hem de yetişkinlerin hayat başarısı için oldukça önemlidir. Geliştirilebilir olan bu zeka türünü anne babalar ve eğitimciler es geçmemeli, duygusal zeka gelişimi için gerekli tedbirleri alarak uygun ortamı hazırlamalıdır. Çocuğun duygularıyla ilgilenirken anlaşıldığını hissettirmek dikkat edilmesi gereken bir konudur. Duygularını reddetmek ve anlaşılmadığını hissetmek çocuğun ileride kendi duygularını reddetmesine ve bastırmasına sebep olabilir. Örneğin kardeşine kızıp kendini odaya kapatan bir çocuğa “abartacak bir şey göremiyorum, saçmalıyorsun” gibi cümlelerle yaklaşılmamalı. “Kızmakta haklısın, ben de bu duruma biraz tepki gösterebilirdim” şeklinde önce anlaşıldığını hissedip sakinleşir ve konuşmaya hazır olduğunda da sorunun çözümü hakkında konuşulabilir. Aksi takdirde çocuk o anki duygusunun kabul görmediğini hissedip ebeveyniyle de çatışmasını sürdürecektir. Çocukların duygusal zekasını geliştirirken uygulanabilecek bir diğer adım çocuklara iç görü kazandıracak sorular sormaktır. Örneğin çocuk okuldan geldiğinde “günün nasıl geçti?” sorusu çocuk tarafından genelde “iyi” gibi kısa cevaplarla geçiştirilir. Bunun yerine “gün boyunca yaşadığın en mutlu an neydi?” ya da “bugün hiç endişelendiğin bir an oldu mu?” gibi sorular çocuğun yakın zamanda neler hissettiğini hatırlamaya çalışması, duygularını fark etmesi ve içe bakış kazanması için önemlidir. Tıpkı yetişkinler gibi çocukların da sosyal ilişkilerinin kalitesi hayat kalitesini belirler, sosyal becerilerinin iyi olması ise yetişkinlerde olduğu gibi çocuklarda da duygusal zekanın gelişmişliğine bağlıdır. Duygusal zeka doğru yetiştirme tutumları ile birlikte, gelişmeye çok müsaittir ve anne babaların bu durumun farkında olarak yetiştirmeleri çocuğun duygusal zeka gelişimi için oldukça önemli bir fırsattır. Bunun için dikkat edilecek en temel mesele çocuğun duygularını doğru bir şekilde tanımasıdır. Kendi duygularını tanımayan bir çocuk diğerlerinin duygularını da anlayamaz. Ebeveynlerin çocukla konuşurken, duygularını tanıması için ayna görevi görerek çocukta gözlemlenen duyguyu sözelleştirme yoluyla yansıtması önemlidir. Çocukla konuşurken “bunun seni kızdırdığını görebiliyorum”, “bu durum seni üzmüş sanırım”, “heyecanlı görünüyorsun” gibi cümlelerle çocuğun yaşadığı duyguları bilmesi ve tanıması sağlanır. Duyguları doğru tanıma ve hangi duyguda olduğunu fark etme aşaması basit gibi görünse de günlük hayatta birçok yetişkin bile yaşadığı duygulara yabancılaşmakta ve özellikle olumsuz duyguları mide ağrısı, yüksek tansiyon, baş ağrısı şeklinde artık görmezden gelinemeyecek seviyeye geldiğinde fark etmektedir. Kendilik farkındalığı ve iç görü kazanmak ile bu durum azalacak ve duygularla, bastırmak yerine yüzleştiğinde kişiye olumlu yansıyacaktır. Duygusal zekası daha gelişmiş olan bireyler duyguları bastırmak yerine onlarla daha fazla yüzleşir, bu sebeple bu beceriyi çocuklara küçüklükten itibaren kazandırmak ve çocuğun duygusal zekasını geliştirmek ebeveynlerin elindedir. Duygu, insanın iç dünyasında oluşan yankı, etki, his olarak tanımlanabilir. Duygular düşünceleri etkiler; duygu ve düşünceler ise davranışları oluşturur. Davranışlarımızı önemli ölçüde belirleyen bir unsur olan duygular ilk olarak 1990 yılında duygusal zeka’ kavramının ortaya atılmasıyla birlikte bir zeka türü olarak ele alınmaya başlamıştır. Duygusal zekanın kapsadığı temel beceriler; duygularının farkında olma, duygularla başa çıkabilme, kendini motive edebilme, başkalarının duygularını fark etme ve ilişkileri yürütebilmektir. Burada yalnızca kişinin karşısındakinin duygularını anlama ve bilgiye dönüştürme kapasitesinden bahsedilmez, aynı zamanda kişinin kendi içine bakabilmesi, kendi duygularını tanıması ve kontrol edebilmesi de aynı şekilde önem taşır. İç görü sahibi olmak olarak da nitelendirebileceğimiz bu beceri her birey için diğer bireylerle ilişkisini sağlıklı şekilde yürütebilmesi için oldukça gereklidir. Günlük hayatta ki problemlerin üstesinden gelmede duygusal zekanın rolü çok büyüktür. Kabul etmek gerekir ki bireyin sosyal becerileri ne kadar iyiyse problem çözme becerileri de o kadar gelişmiş olur ve sosyal becerilerin iyi olması da duygusal zekanın gelişmiş olmasıyla doğru orantılıdır. Psikolog Şahika Uslu Entegrasyonun temelinde işte bu bağlantı kurma süreci, yani çocuklarımıza onların beyinlerinin farklı bölümleri arasında bağlantılar oluşturacak deneyimler yaşatma olayı yatmaktadır. Bu bölümler işbirliği yaptığı zaman, beynin farklı bölümlerini birbirine bağlayan birleştirici dokular oluşturur ve onları güçlendirirler. Bunun sonucunda beynin farklı bölümleri daha güçlü bir şekilde birbirleriyle bağlanmış olur ve daha da uyumlu bir şekilde çalışabilirler. Entegre olan bir beyin, farklı bölümlerinin tek başına yapabileceklerinden çok daha fazlasını yapabilir. Ufak yaşlarda sizlerin ve öğretmenlerinin çocuklara her fırsatta sağ ve sol beyin loblarını birlikte çalıştıracak etkinlikleri yaptırmaları gerekir. Ufak yaşlarda özellikle sağ ve sol kolu çaprazlayarak yapılan beden aktiviteleri bu açıdan önemlidir. Çocuklarımız için yabancı bir dil öğrenmek, biraz daha büyüdüklerinde, piyano ve bateri çalmak, sol el ile sağ ayaklarına dokunmak, belirli bir hareketi taklit etmek ve yapılan bir hareketi anlatmak vb. çalışmalar, sağ ve sol beynin senkronizasyonu anlamında faydalı olacaktır. Beynimize şekil veren şey ise deneyimlerdir, yani yaşadıklarımızdır. Yaşlandıktan sonra bile, deneyimlerimiz beynimizin fiziksel yapısını değiştirmektedir. Bir deneyim yaşadığımızda beynimizdeki nöron adı verilen hücreler aktive olur, yani birleşerek yeni bağlantılar oluştururlar. Zaman içinde bu bağlantılar beynin içinde yeni şebekelerin oluşmasına neden olur. Şu anda çocuğunuzun beyni sürekli olarak yeni bağlantılar kurmaktadır, ona sunacağınız yeni deneyimler, beyninin nasıl şekilleneceğinin belirlenmesinde önemli bir rol oynayacaktır. Beynimizin temel mimarisinin ve doğuştan gelen mizacımızın ötesinde, ebeveynlerin çocuklarına dirençli ve iyi entegre olmuş bir beyin geliştirmesine yardımcı olmaya yarayan deneyimleri sunma konusunda yapabilecekleri pek çok şey vardır. Örneğin; kendi deneyimleri konusunda konuşan ebeveynleri olan çocuklar, o tür deneyimlerle daha kolay bağ kurabilmektedir. Kendi duyguları hakkında konuşan ebeveynlerin çocukları duygusal zekalarını geliştirebilmekte, hem kendi duygularını hem de başkalarının duygularını daha kolay anlayabilmektedir. Dünyayı keşfetme konusunda destekleyici ve cesaret verici ebeveynlerin çocukları, çekingen mizaçlı da olsalar, davranış kısıtlamalarından kurtulabilmektedir. Buna karşın fazlaca korunan veya endişe verici deneyimlere maruz kalan çocuklar, çekingen tutumlarını sürdürme eğilimindedirler. Başarılı olmanın anahtarı, bu bölümlerin birlikte iyi çalışmasına yardımcı olmaktır. Bu olay, akciğerlerimizin havayı içine çekmesi, kalbimizin kan pompalaması ve midemizin yediklerimizi öğütmesi, yani bedenimizdeki farklı organların farklı görevler üstlenmesi gibidir. Bedenimizin sağlıklı olması için, bu organlar bir yandan kendi görevlerini yerine getirirken bir yandan da bir bütün halinde çalışmalıdır. Entegrasyon, birçok kişinin farkında bile olmadan gerçekleşen muhteşem bir olaydır. Bilim adamları geçtiğimiz yıllarda yeni bir beyin tarama teknolojisi geliştirmiştir. Bu teknolojiyle sinirbiliminin temellerini sarsan bir sürprizle karşılaşılmıştır. Beynin aslında plastik yani şekillendirilebilir olduğu keşfedilmiştir. Bunun anlamı beynin, daha önce varsayıldığı gibi sadece çocuklukta değil, tüm hayatımız boyunca fiziksel olarak değişiyor olmasıdır. Sol beyin beynimizin mantıksal kısmıdır. Matematiksel işlemlerle; kelime, sayı ve sembollerle ilgilenir. Sebep-sonuç ilişkisini kurmamızı ve analitik düşünebilmemizi sağlar. Çocuğunuz ilkokul çağına geldiğinde sol beynini daha fazla kullanabilecek ve daha mantıklı olarak, kurallı düşünme becerisini geliştirecektir. Çocuklarımız, sol beyinlerini de etkin kullandıklarında daha akıllıca konuşan, dili daha iyi kullanabilen, gerçeği algılamada daha başarılı bir performans sergilemeye başlarlar. Bunun nedeni okullardaki müfredatın sol beyni geliştiren etkinliklerden oluşmasıdır. Okul müfredatındaki matematik, fen bilgisi, Türkçe gibi ağırlık verilen dersler sol beyin gelişimi sağlamaktadır. Haftalık ders programlarında resim, müzik gibi sağ beyin gelişimi sağlayan derslere ise daha az zaman ayrılmaktadır. Entegrasyon, iyi işleyen bir bütün elde etmek için farklı öğelerin birbirine bağlanmasıdır. Aynı şekilde beynimizin iyi bir performans göstermesi de, farklı bölümlerinin bir koordinasyon içinde ve dengeli bir şekilde birlikte çalışmasına bağlıdır. Örneğin; bir orkestrada birçok farklı müzik aleti bir arada uyum içerisinde çalınıyorsa, beynin farklı bölümleri de uyum içerisinde her bölümün kendi başına yapabileceklerinden fazlasını yapabilirler. Sağ beyin, beynimizin yaratıcı kısmıdır; görsel ve işitsel konularla ilgilenir. Sezgilerimizde sağ beynimizi kullanırız. Hayal kurma sağ beyinle ilişkilidir. Okul öncesi çocuklarda sağ beyin daha baskındır. Dolayısı ile çocuklar bu dönemde kurallara bağlı kalmaksızın düşünürler ve akıllarına geleni söylerler ya da yapmak isterler. Bu yüzdendir ki Dr. Maria Montessori yaklaşık üç yaşına kadar çocuklarımızın içlerindeki öğretmeni inner teacher dinlediklerini söyler. Bu dönemde çocuklardan mantıklı olmalarını beklemek erken olacaktır. Sağ beyni aktif kullanan çocuklar genellikle, resim çizmek, müzik aleti çalmak, şarkı söylemek, kitap okumak, kurgu yapmak, kompozisyon çıkarmak, evcilik türü hayal gücü gerektiren oyunlar oynamak, renkli ve sesli zekâ oyunları oynamak gibi etkinliklerden hoşlanırlar. Beynimizin farklı görevlere sahip pek çok bölümü vardır. Mantıklı davranmanıza ve düşüncelerinizi cümleler haline getirmenize yardım eden bir sol tarafı, duygular yaşamanızı ve sözel olmayan işaretleri algılamanızı sağlayan bir de sağ tarafı vardır. Ayrıca sezgisel olarak harekete geçmenizi ve hayatta kalmak için kaşla göz arasında karar almanızı sağlayan bir sürüngen beyniniz bir de sizi bağlantılara ve ilişkilere sürükleyen memeli beynininiz vardır. Beyninizin bir tarafı kendisini bellekle uğraşmaya adamıştır, diğer tarafı ise ahlaki ve etik kararlar alır. Beyniniz birden çok kişiliği olan bir insan gibidir; bazen gerçekçidir, bazen hayalci; bazen yansıtıcı, bazen de tepkisel. O yüzden, hepimizin farklı zamanlarda farklı insanlar gibi görünmemize şaşmamak gerekir. Tam olarak anlaşılmayan sağ beyin hakkında son yıllarda daha fazla nokta açıklığa kavuşmaya başladı. Ayni zamanda da beyni bir bütün olarak kullanıp düşünmenin yeni ve daha iyi bir yolu keşfedildi. Bu yeni düşünme tarzı hem kişisel, hem de mesleki hayatımızın her kısmından daha fazla faydalanabilmemizi mümkün kılmaktadır. İnsan beyni glikozla çalışan ve genel amaçlı bir bilgisayardır. Maalesef beynimiz, el kitabı olmadan bizim kullanacağımız tek bilgisayardır. Bu sebeple de bizler nasıl kullanacağımızı öğrenmek zorundayız. 1946’lardan önce Scientific Monyhly’de beyin ve hayal gücü üzerine yazılar yazan R. W. Gerard, yaptığı açıklamada şunları söylemişti “Bunu söylemek oldukça üzücü fakat bizim çoğumuzun zihni, algılayışıdır.” Son zamanlarda beyin alanında yapılan araştırmalar beynin çalışmasını anlamada bize birtakım ipuçları vermektedir. Fakat her harika açıklamada olduğu gibi, bunlar bize sadece bu mükemmel ve karmaşık organ hakkında ne kadar az şey bildiğimiz ve öğrenecek çok şey olduğunu belirten niteliktedir. Beyin yıllardır anatomi, psikoloji, ruh, biyokimya, nöro fizik ve biofizik tarafından araştırıldı. Son zamanlarda beynin çalışması daha kesin yöntemlerle ve bilinçli bir şekilde ölçülmeye başlandı; çünkü bilim adamları düşüncenin sürecini “izlemeye” başladılar. Fakat hâlâ bu düşüncelerin içeriği ve yapısıyla ilgili bir fikir edinilemedi. Kişisel liderlik ve yönetim konusunda etkin olmak, düşünce tarzın yanı sıra bu konuda neler hissettiğinize de bağlıdır. Kimi zaman “çöküntülü bir gün” geçirmiş olmanız alın yazınız gibi gelir. Duygular, tavırlar ve inançlar kimi zaman kontrolünüz dışında ve düşüncenizin ötesinde, içinizdedir ve bunu hiçbir yönetim kitabı da ele alıp anlatmaz. Oysa bütün bunlar insan başarısında büyük bir etkiye sahiptir. Beyninizin, güzelliklerin ve ilhamın kaynağa olan bu kullanılmayan kısmı oldukça büyük bir potansiyeldir. Beyin gücümüzü daha da keskinleştirmek için beynimizin nasıl işlediğini öğrenmemiz gerekiyor. Bilmemiz gereken en önemli unsur, beynimizin iki yarım küreden oluşmuş olmasıdır. Sağ taraf hayal gücü, sezgi ve vizyon merkezidir, Sol beyin ise mantıksal düşünce aşamaları ve dille ilgilenmektedir. Sol taraf geleneksel olarak doğru inançların, rasyonel düşüncelerin merkezi ve de bu tür düşünceler için güvendiğimiz dilin bekçisi olduğundan, baskın taraf olarak bilinmektedir. Bu sebeple ülkemizdeki eğitim sol beyne dayalıdır. Bu sebeple pek çok yetişkinin hayal gücüyle yüklü sağ beyni zamanla körelmektedir. Şundan emin olabiliriz ki, hepimiz şu an kullanmakta olduğumuzun çok daha üstünde beyin gücüne sahibiz. Hesaplara göre hafızamız, ortalama yetmiş yıldan fazla olan hayatımızın her saniyesinde on bir olay kaydeder ve buna rağmen de potansiyel halde kullanılmayı bekleyen büyük bir boşluk kalır beynimizde. Pek çok insan kötü performanslar için hala beyinlerinin kapasitesinin sınırlılığını suçlamaktadır. “Artık beynim bunu almıyor!”, “Beynim durdu! Çok zayıf bir hafızam var!” ifadelerini günlük hayatta sık sık duymaktayız. Şundan emin olun ki, beyininiz bunların tam tersine sahip, hatta siz kendinizi böyle bir durumda hissettiğinizde bile, bu mükemmel durumlara ulaşıp ulaşamamak arasındaki tek fark, yine düşünce farkıdır. İşin özünde de bu gücü kullanmanın sırrı, onun muazzam kapasitesini ve yaratıcılığını bilmekte yatmaktadır. Hayatınızı planlarla doldurmayın. Kendinize ve yaşamınıza alan ayırın. Bazen plansız şeyler en büyük mutluluklara sebep olabilir. Büyük resmi görmek her zaman iyi değildir. Hayatın getirdiği küçük mucizelerin farkına varın. Hayatınızı daha iyi bir hale getirecek fırsatlar her yerde! Önemli olan onları görebilmeniz. Kendinize yaşamın hızlı akışında fırsatları görebilmeyi ve farkında olabilmeyi öğretin. Bir an için durun ve olduğunuz kişiyi tebrik edin. Bugünlere gelebilmek için uzun yollar kat ettiniz. Rahatlayın! Olduğunuz gibi harikasınız. Nefes alın, nefes verin… Geçmişi geride bırakın ve şimdiki zamanın tadını çıkarın! Etrafınızdaki insanlara değerli olduklarını hatırlatın. Sevdiğiniz insanlara her fırsatta onları sevdiğinizi ne olursa olsun her zaman yaşadığınız için ne kadar şanslı olduğunuzun farkında zaman hareket halinde olmak zorunda değilsiniz. Bazen kendinize yavaşlamak için izin vermeli ve sadece var olmanın ve nefes almanın ne kadar güzel bir şey olduğunu fark etmeyi bırakın. Olduğunuz yerde kalın ve nefes alın. Zaten olmanız gereken yerdesiniz. Odağınızı sizi aşağıya çeken şeylerden alın. Sizin için gerçekten önemli olan şeylere odaklanın. İlginin olduğu yerde enerji, enerjinin olduğu yerdeyse değerler ve sevdiğiniz insanlar için hiçbir zaman mücadele etmekten vazgeçmeyin. Onlar, içinizdeki gücün en büyük fikirde olmadığınız insanlara saygı gösterin. Karşı çıktığınız fikirlerle günün birinde karşılaşma ihtimaliniz olduğunu insanlara karşı kibar davrandığınız için asla pişman olmayın. Sizin davranışlarınız sizi ilgilendirir bunu unutmayın. Olgunluk, huzurunuzu tehdit eden, değerlerinizi ve kişiliğinizi hiçe sayan şeylerden incelikle uzaklaşmak demektir. Sizi mutsuz eden şeylere kızmak yerine, yönünüzü size kaba davrandığında, gülümseyin ve tepki vermeyin. Huzurunuzu koruduğunuzda ve sakin kaldığınızda onların gücünü hiçbir şey yapmadan ellerinden ne kadar uzun süre korursanız o kadar güçlenirsiniz. İç huzurunuz sizi gerçek ve anlamlı değerlerle görünmez olmanız gerek. Attığınız her adımı ve gelişiminizi sosyal medya hesaplarında paylaşmanıza gerek yok. Sessizce gelişin, büyüyün ve aksiyonlarınızın sizin adınıza konuşmalarına izin verin. Bir başkasının negatif enerjisinden etkilenmek ya da pozitif ve özgür olmak sizin düşünce her zaman en iyi olanı beklemek değil, olanı kabul edip daha iyisini yapmak için inanca sahip insanın her zaman gülümsüyor olması, mükemmel bir yaşama olduğu anlamına gelmez. Gülümsemeleri onların gücünü ve umudunu simgeler, insanlar size gülümsediğinde onlara karşılık mutlu oldukları zaman daha kibar davranırlar. Dolayısıyla bir insan size kaba davrandığında bunu kişisel algılamayın ve kendi yolunuza bakmaya devam edin. Hayat size istediğiniz koşulları değil, “ihtiyacınız” olanları verir. Gözlerinizi açın, sevgiyi ve gücü beklemediğiniz yerlerde vadede başarılı olmak daha zeki ve daha güçlü olmakla değil, değişimin altından başarıyla kalkmakla yenilgileri vardır. Bilmemiz gereken yenilgilerimizin bizi tanımlamadığı. İtiraf edin, özür dileyin, öğrenin ve devam şey kalıcı değildir. Bunu anladığınızda hayatta yapmak istediğiniz her şeyi yapma gücü bulacaksınız, çünkü geride bıraktığınız hiçbir şey sizi dibe şeylerin hiçbir zaman eskisi gibi olamayacağını kabul etmeniz gerek. Bu sayede her bitiş sizin için yepyeni bir başlangıç olacak. Kendi gelişiminizi başkalarınınkiyle kıyaslamayın. Hepimiz kendi yolumuza ve kendi zaman dilimimize sahibiz. Bir sonraki adım yerine şu an üzerinde bulunduğunuz basamağa duymak, kendinize olan güveninizi, kabullenişinizi ve iç huzurunuzu göstermenizin en güzel yolu ve güçlü olduğunuzun kanıtı. Daha sabırlı olmak için kendinizi deneyin ve hemen bir şeylerin sonuçlanmasını bekleriz. Ama daha sağlam sonuçlar almak için sabırlı olmalı ve efor sarf etmeliyiz. Hedefe odaklanmak yerine, günlük rutinlerinizi olduğunu anlamasanız bile endişe duymak yerine sürece ve zamana güvenin. Bazen hiç istemediğiniz bir şeyin gerçekleşmesi beklediğinizden güzel sonuçlar doğurabilir. Hayattaki en güzel anlardan biri; değiştirilemeyecek olan şeyleri değiştirmeye çalışmaktan vazgeçtiğiniz durumu değiştiremediğinizi anlayınca kendinizi değiştirirsiniz, ve bu hayattaki en büyük başarılarınızdan biri kontrolünüz dışında olan hiçbir şey için kendinize yüklenmeyin. Elinizden geleni yapın ve bekleyin, olması gerekenler zaten getirdiği ve getireceği şeyleri kontrol edemeseniz de, olanlara nasıl tepki vereceğiniz sizin ve öfkeli olmak yerine, yaşadıklarınızdan ders almaya odaklanın. Kıskanmak yerine takdir edin, endişe etmek yerine harekete geçin ve şüphe duymak yerine inançlı olun. Geçmişte yaşadığınız tüm zorluklar, ilerleyen zamanlarda sizin en büyük motivasyonunuz kapıldığınız zamanlarda hata yapma olasılığınız daha çok artıyor. Onların sadece zihninizin birer ürünü olduğunu karşınıza çıkan zorluklar değil, asıl problem onlar hakkında gerektiğinden fazla kafa yormanız. Küçük ayrıntılara takılmak, enerjinizi yanlış yönde harcamanıza neden insan hayattan fazla şey beklerken kendini koca bir boşluğun içinde bulur. Hayatı olduğu gibi kabul edin, ancak o zaman getirdiği her güzelliğin farkına varacaksınız. Öğrenmekten hiçbir zaman korkmayın. Kimse hayata zirveden başlamıyor. Daha iyisini yapmak için her zaman daha çok ve yoğun günlerde kendinize hatırlatın Öğrenirken ve üretirken harcadığınız efor ve hissettiğiniz yorgunluk, hiçbir şey yapmamanın hissettireceği ağırlıktan geri tuttuğunu düşündüğünüz her şey aslında size yeni tecrübeler edinme fırsatı sağlarken, zorluklarla mücadele etmek için kendi yollarınızı geliştirmenizi ve yeni stratejiler belirlemenizi şu ki; aydınlığın ne kadar güzel bir şey olduğunu anlamanız için karanlığı tatmış olmanız gerekiyor. Ne olursa olsun her zaman “neden” diye sorun. Bu şekilde karşılaştığınız ve içinden çıkamadığınız her şey bir sonuca neler getireceğini bilmeniz mümkün değil. Dolayısıyla elinizdeki en iyi koz şimdiki zamanı ne kadar verimli zaman devam edebilmek için önümüze bir işaret çıkmasınız bekleriz, fakat o işaret hiçbir zaman belirmez. Çünkü gideceğiniz yolda neler olduğunu yerinizde durarak değil ancak ilerleyerek adımların sonuçlarından korkmak yerinizde saymanıza neden olur. Sanılanın aksine belirsizlik bizi yaşamın mucizelerine götürür. Mutluluğu yapacağınız seyahatlerde, yaşadığınız ilişkilerde, işinizde ya da kazandığınız parada aramayın. Hayata ve yaşadıklarınıza bakış açınızı değiştirmek mutlu olmak için atacağınız en büyük kişi başka insanları dinlemekten kendi seslerini duyamaz. Kendinize iç sesinizi duymak için alan yaratın ve izin olduğunuz ve olamadığınız her şeyi kabul edin, sadece insan olduğunuzu unutmayın.“Evet” ve “hayır” derken iki kez düşünün. Kararlarınızı almadan önce derin bir nefes alıp seçiminizi dikkatlice yapın. Doğru zamanda doğru seçimler yapmak hayatınızda çok fazla şey sizi ayakta tutkularınız varsa her geçen gün onları adım adım büyütün, geliştirin ve hayatınıza daha çok dahil edin. Hayattaki mutluluğunuzun büyük bir bölümü düşünce şeklinizin nasıl olduğuna bağlıdır. Eğer yaşamınızda devamlı bir şeylerin ters gittiğini düşünüyor ve kendinizi öyle düşünmeye alıştırıyorsanız, olumsuz yöndeki düşünceleriniz var olan neşenizi, enerjinizi ve huzurunuzu da alıp götürür, dolayısıyla bir nevi kendinizi olmayan bir kaosun içine çekmiş olursunuz. Öncelikle şunu kabul etmelisiniz ki düşünce şeklinizi değiştirmezseniz, hayatınızda değişmesini istediğiniz her şey yerinde durmaya devam eder. “Başkalarına kendinizle ilgili söylediklerinizin bir önemi yoktur. Asıl önemli olan kendinize neler söylediğinizdir.” Öfke, endişe ve stresler uzadığında beklenenden çok daha can sıkıcı sonuçlara yol açabiliyor. Endişeli ve kuşkulu bir beynin gönderdiği olumsuz mesajlardan her hücre, doku, organımız etkileniyor ama en yoğun mağduriyeti böbreküstü bezlerimiz Adrenal bezler ve stresli günlerden geçiyoruz. Yaşadıklarımız bizi yalnızca üzmekle kalmadı. Ciddi bir gerginlik ve endişe de yükledi, stres sorunu ise yönetilemez bir durum haline geldi. Tavan yaptığını bile söylemek mümkün. Haksız da sayılmayız. Hepimiz birbirimize “bu da yapılır mı? Bu kadarı da olur mu?” gibi sorular soruyoruz. Olup bitenlerden en çok da beynimiz etkileniyor. Öfke, endişe ve stresler uzadığında beklenenden çok daha can sıkıcı sonuçlara yol açabiliyor. Nedeni şu Endişeli ve kuşkulu bir beynin gönderdiği olumsuz mesajlardan her hücre, doku, organımız etkileniyor ama en yoğun mağduriyeti böbreküstü bezlerimiz Adrenal bezler yaşıyor. Bu negatif mesajların ürettiği hipofizer bazı hormonlar onları yorgun, bitkin, halsiz, mecalsiz düşürüyor. Neticede de enerji rezervlerimiz bitip tükenme noktasına gelebiliyor. Sağlıklı yaşam uzmanları bedenin bu durumuna “tükenmişlik sendromu” ya da “adrenal yorgunluk” adını veriyor. Beden ruhu, ruh da bedeni etkiler. Bu bilgi doğru ama çok daha mühim olanı şu Ruh bedenden üstündür! Müftüoğlu Araştırmalar, stresin adrenal bezinizi yıpratmadığını gösterse de, bu stresin vücudunuz üzerinde bir etkisi olmadığı anlamına gelmez. Kronik stresin doğrudan yüksek tansiyona yol açtığını ve bağışıklık tepkisini azalttığını buldu. Stres hormonları yüksek kaldığında, hastalar hastalığın normal seyrinden daha yavaş iyileşir ve daha kolay hastalanırlar. Ayrıca, genellikle hastalanma yorgunluk, halsizlik, iştahsızlık ile ilişkili semptomların hastalığın nedeninden değil, vücudun iyileşme girişiminin neden olduğu söylenir. Adrenal yorgunluğunuz için bir tedavi bulmak için Amerika’yı yeniden keşfetmek gerekmiyor. Atılacak en doğru adım, sağlığınızı bozduğu su götürmeyen faktörleri hayatınızdan çıkarmak olmalı. Bu, şekerli gıdalar ve abur cuburların hayatınızdan çıkarılması, yeterli uykunun alınması ve bariz stres kaynaklarından kaçınılması veya minimuma indirilmesi olacaktır. Vücudunuzu desteklemenin, strese daha dayanıklı olmanın ve adrenal yorgunluğunuzu tedavi etmenin başka yolları da var. Hekime danışmak kaydıyla gıda ve vitamin takviyeleri alınabilir. Böbreklerimizin üst çeperini kaplayan adrenal bezleri, biri kortizol olan birkaç önemli hormonu serbest bırakır. Kortizol, stresle ilgili birincil hormonlarınızdan biridir ve enerjinizi düzenler. Normalde, sabahları uyanmanıza yardımcı olmak için yükselir, daha sonra gün boyunca yavaşça düşer, geceleri etkisizleşir, böylece iyi uyuyabilirsiniz. Kortizol ayrıca kan şekeri ve kan basıncını düzenlemenize yardımcı olur. Adrenal yorgunluk, böbreklerinizin üstünde oturan uykulu küçük bezleriniz olduğu anlamına gelmez. Bazı doktorlar bunun adrenal bezlerin fazla çalışmasından kaynaklandığına inanıyor. Vücudunuz uzun süreli strese maruz kaldığında ve adrenallerinizle başa çıkmak için hormonları dışarı atmaya devam ettiklerinde, sonunda yorulurlar. Adrenaller, kronik stresi gidermek için gerekli hormonları yeterince üretemezler. Sorun, kortizolün, genellikle kronik stres nedeniyle, yüksek olmaması gereken süreçlerde hala yüksek kalması. Sonuç, aslında bir adrenal problemi değil, beyin den. Tipik olarak, adrenal yorgunluk, ilgili bezlere yanlış komutlar gitmesi. Beyin-adrenal HPA ekseni çalışmadığı zamandır, böylelikle beyin, kortizolü düzenlemek için adrenal bezlerle uygun şekilde iletişim kuramaz. Bu durumun sonucunda ortaya çıkan belirtiler şunları içerirSabahları kalkmakta zorlanmaTuzlu veya şekerli yiyecekler için yoğun istekDüşük libidoÖğleden sonra yorgunlukAkşam yatmadan yeme isteğiDerin ve kesintisiz uyuyamamakHızlıca ayağa kalkarken baş dönmesiÖğleden sonra baş ağrısıKan şekeri sorunlarıKronik iltihapİnce, zayıf tırnaklarHuysuzlukKilo verme zorluğu Yüksek düzeyde stres ve yıpratıcı seviyede yoğun bir iş temposu. Bu kombinasyon iş hayatının her alanına gün geçtikçe daha sıkı yerleşiyor. Bir şirketin giriş kapısındaki güvenlikten, danışmadaki sekretere, departman çalışanlarından, genel müdüre kadar uzanan bir stres çarkı nasıl bir ortamda oluşur? Aslında iş ortamı, iş saatleri, kendi içinde taşıdığı dinamiklerin dışında, gündelik hayatı, stres içeren dış faktörlerle kuşatılmış insanların limitlerinin tükendiği bir zaman dilimini içeriyor. Stres altında çalışıyorsanız, stres altında yaşıyorsanız, yetersiz uyku, dengesiz beslenme, kafein tüketimi gibi birbirini tetikleyen faktörler sizi kronik bir yorgunluk, uykusuzluk, keyifsizlik haline sürükleyecektir. Bu yorgunluk temelde farklı şeylerden kaynaklanabilir ve kronik yorgunluk çok yönlüdür, ancak birçok durumda durumun ortak bir yönü, adrenal yorgunluk olarak adlandırılan durumdur. Eğer sağlıklıysak ve geçinecek kadar bir gelirimiz varsa hepimiz mutlu olabiliriz. Bunu hemen şimdi elde edebiliriz. Mutlu olmak için kimseye, hiçbir şeye ihtiyacımız yok. Mutluluk, sevgi ve şefkat ilişkileri içinde yaşanan bir duygu. Daha çok para sahibi olmak, daha iyi bir hayat yaşamak mutlu olmak anlamına gelmiyor. İnsan içinde sevgiyi ve şefkati büyüttüğü zaman mutlu oluyor. Ve mutluluk hayattaki “bedava” olan şeylerle elde ediliyor. Sevgi ve şefkat üzerine inşa edeceğimiz bir hayatımızın olması için zengin olmaya değil, sevgi ve şefkati paylaşacak insanlara ihtiyacımız var. Bir hayat arkadaşına, çocuklara ve dostlara ihtiyacımız var. Tıpkı Epikür’ün yaptığı gibi bu dostlarla sohbete ihtiyacımız var, onlarla bu hayatı paylaşmaya ihtiyacımız var. En güzel mutluluk tariflerinden birini Epikür yapmıştır. Mutlu olmak için insanın üç şeye ihtiyacı vardır “Dostluk, Özgürlük ve Düşünmek.” “Bir şey yiyip içmeden önce, ne yiyip içeceğinizi değil, kiminle yiyip içeceğinizi düşünün; çünkü yanında arkadaşı olmaksızın yemek yemek ancak bir aslana ya da kurda mahsustur.” diyen Epikür, gerçek mutluluğun insanın içinden geldiğine inanır. Ona göre mutlu olmak için insanın maddiyata ihtiyacı yoktur. Epikür’ün mutluluğu bulma yolu son derece yalındır; evinin bahçesinde buluştuğu dostlarıyla sıradan yiyecekler yemekten ve sohbetten zevk alır. Epikür ve arkadaşlarının “Bahçe filozofları” diye ünlenmeleri bu yüzdendir. Descartes, mutluluğu “bir ruh memnunluğu ve iç hoşnutluğu” olarak tanımlar. Descartes’a göre mutluluk erdeme, erdem de aklın iyi kullanılmasına bağlıdır. Nörolog Nancy Etcoff beynimizin evrimsel olarak mutluluk ve acıyı azaltmaya odaklı olduğunu söyler. Şekerli şeylerin tadını doğuştan sevmemiz ve acı olanları da reddetmemiz, mutluluk arayışının içgüdüsel olduğu görüşünü destekler niteliktedir. Buna göre ise mutluluk öğrenilen bir şeydir. Bence mutlu olmayı ya da mutsuz olmayı çocukluğumuzda öğrenmeye başlıyoruz. Mutluluk tamamen bizim kişisel tercihimizle elde edebileceğimiz bir ruh hali. Amerika’da piyangodan büyük ikramiyeyi kazananlar üzerinde yapılan araştırmada da benzer bir sonuç elde edildi. Piyangoyu kazanan şanslı insanların mutlulukları ortalama bir yıl sürüyordu. Antik Yunan’da mutluluk, ahlaklı olmak ve erdemli bir hayat yaşamak demekti. Aristo’ya göre “Mutluluk, insan yaşamının biricik amacıdır. Hayatımız boyunca harcadığımız tüm çabalar mutlu olmak içindir ve mutluluk, ancak erdeme ve kusursuz bir karaktere ulaşarak yakalanabilir. Kişi ancak hayatının bütününü soylu bir biçimde yaşarsa mutlu olabilir.”Eflatun ise mutluluğun akıl, fiziksel arzular ve ruhun uyumuyla yakalanacağını söyler. Bugün “New age” akımıyla yeniden yükselişe geçen “ruh-zihin-beden” üçlüsüyle anlatılmak istenen mutluluk anlayışı Eflatun’un öğretisine dayanır. Peki, sizin mutluluk anlayışınız hangisi? Siz mutluluğu eksikleriniz tamamlanınca ulaşacağınız bir ruh hali gibi mi yoksa başınıza gelecek güzel bir şey olarak mı tanımlıyorsunuz? Paranın mutluluk getirmeyeceği düşüncesi, “Easterlin Paradoksu” olarak bilinir. Easterlin, gelirle mutluluğun hiçbir ilişkisinin olmadığını saptadı. 1970’lerin başında Amerika, Japonya ve İngiltere’de yaptığı araştırmalara göre, ailelerin geliri artınca mutluluk seviyeleri artmıyordu. Son yıllarda Amerika’da Gallup tarafından yapılan araştırmalar da bu olguyu kanıtladı. Esas olan “geçinecek kadar bir gelire” sahip olmaktı, bunun üzerine çıkılınca mutluluk artmıyordu. Ama bunun tersi yani geçinecek kadar gelire sahip olmamak mutsuzluk getirir. Mutlu olmak sizin elinizde… Elbette mutsuz olmak da! Çünkü mutluluk gibi mutsuzluk da bir tercih meselesi. Hayata nasıl baktığımız, bardağın hangi tarafını gördüğümüz mutlu olup olmayacağımızı belirler. Mutlu olmak için neye sahip olmak gerekir? Mutlu olmak için çok para mı gerekir? İnsan para sahibi olunca mutlu olur mu? Çoğumuza göre mutlu olmak için sevgili bulmak, evlenmek, araba, ev sahibi olmak lâzımdır; çaba sarf ettikten ya da bir bedel ödedikten sonra mutlu olur insan. Bazılarımız ise mutluluğu, başına konacak bir talih kuşu gibi görür; eğer insanın şansı varsa mutlu olur yoksa mutsuz.
1 Aşık olmak günah mıdır? Aşık olmak günah değildir. Bir hadiste, bir kadına aşık olup onu gizleyen ve kimseye söylemeden ölen birinin şehit olacağı ifade edilir. [bk. Kenzu’lummal, h. No 7000; hadis hakkında geniş bilgi almak için bk. Aclunî, 2/263. Sahavî, hadisin sahih olduğuna işaret etmiştirbk. el-Makasıdu’l-hasene, 1220]. Bildiğiniz gibi, aşk, nefsanî olan duygusallıktan ziyade, kalbî olan aşırı sevginin adıdır. Bu nedenle aşık olmak insanın elinde olan bir şey değildir. Sizin de onu düşünmeniz elinizde olmadan aklınıza gelmesi caizdir. Ancak mukaddes şeyleri feda edecek kadar tapar gibi sevmek doğru değildir. Eğer evlenme imkânınız ve onu dini ölçüler dairesinde istetip almanız mümkünse, hemen istetmenizi öneririz. Eğer bu mümkün değilse, demekki hakkınızda hayırlı değilmiş deyip, Allah’tan helal süt emmiş iyi bir eşi nasip etmesini isteyip aramak gerekir. Hakkımızda neyin hayırlı olduğunu bilemeyiz. Belki de mutlaka olmasını istediğimiz bir şeyin sonradan "keşke olmasydı" deme ihtimali vardı. Bu nedenle isterken hayırlısını istemek, olmazsa sabır ile beklemek en güzelidir. Hz. Meryem'in annesi bir erkek evlat istemişti. Allah ona bir kız verdi. O çok üzülmüştü. Şimdi o annemize sorsak “Sen erkeklerden onlarca ama kızlardan bir tane Meryem hangini istersin?” elbette tek Meryem’i isteyecektir. Çünkü kızı peygamber annesi oldu. İşte biz de buna göre hareket etmeliyiz. Biz Allah’ın kullarıyız. O nasıl isterse öyle hareket etmek durumundayız. Nişanlı bile olsa nikâhları yoksa kadın ve erkeğin beraber yalnız kalması haramdır. Çünkü nişan nikâh değildir. Şahitler yanında nikâhlanmalı ki oturup kalkmak helal olsun. Örneğin, senin bir bahçendeki meyveyi birisi senden izin alsa yese ne güzeldir. Senden izin almadan yerse ve ne farkı var derse ne yaparsın? Allah bize izinsiz dolaşmayı yasaklamıştır. İzin almak da nikâh kıymakla olur. İlave bilgi için tıklayınız - Aşık olmak konusunda dinimizin ölçüleri nelerdir? ... 2 Eşcinsellik, erkeğin erkeğe ilgi duyması durumunda, alınması gereken tedbirler nelerdir? Sizin bu durumunuz fıtri ve yaratılış olarak her insanda ve erkekte olabilir. Bu da insan için imtihan vesilesidir. Yani bir insan için karşı cinsten birisiyle nikâhsız ilişki yasaklandığı gibi, aynı cinsten olanlar içinde beraberlik yasaklanmıştır. Şeriat, bunların tadil edilmesi yolunda bazı tavsiyelerde bulunmaktadır. Bunlar şöyle sıalayabiliriz 1. Oruç tutmak, 2. Bol bol Kur’an okumak veya zikir çekmek, 3. Kur’an tefsiri veya İslami kitap okumak, 4. Allah’ı bol bol hatırlamak, 5. Ölümü hatırdan çıkarmamak. Bu noktada dikkat çekici olan, çoğumuzun üzerinde konuşmayı bile ayıp saydığı bu konuda Kuran’da o derece çok ve açık ifadelerin bulunmasıdır. Kur’ân, Lût kavmi örneğinde kendisine temas ettiğine göre, demek ki, bu problem "Lût kavmi kadar eski, yok farz edilmeyecek kadar önemli, zinadan bile çirkin, ama herhangi bir insanî yanılgı kadar da konuşulabilir" imiş. - Peki, neden böyle bir şey oluyor? - Böylesi bir cinsel sapma neden ve nasıl yaşanıyor? Önce biyolojik-genetik faktörlerle başlayalım Aslında hepimizin vücudunda karşı cinsin hormonları da az miktarda bulunur. Zaten, öyle olmasa, bütün erkekler aşırı sert ve maço, bütün kadınlar ise aşırı kırılgan olurlardı ve cinslerin birbirini anlayıp hissetmesi pek de mümkün olmazdı. Ancak normalde var olan bu minimal yönelimler, genetik ve hormonal bozulmalar sonucu, bazı kişilerde ileri düzeylere varabiliyor. Ve ortaya doğuştan eşcinselliğe yatkın bireyler çıkabiliyor. "E, sonra?" diyorsanız, şu sohbeti dinleyin Geçenlerde bir psikiyatrist arkadaşım beni telefonla aradı. Kısa bir girişten sonra, "Baksana!" dedi, "Biliyorsun; son araştırmalar eşcinselliğin bazı durumlarda neredeyse önlenemez olduğunu gösteriyor. İşin doğuştan gelen genetik bir boyutu da olduğu tesbit edildi; sen de okumuşsundur. Yani, bu kişilerin en azından bir kısmı, yaratılışlarında var olan meyil dolayısıyla o yöne gidiyorlarmış; bu açık artık. Oysa biz İslâmî yönden bunun kabul edilemez bir yönelim olduğunu, hatta ceza gerektirdiğini okuyoruz. Nasıl çözüyorsun bu ikilemi?" Ona, "Belki garip bir örnek olacak ama" dedim, "Biliyorsun, mesela çok eşlilik de erkekler için neredeyse genetik ve tabiî bir meyildir." "Evet?" dedi. "Peki sen çok eşli misin?" diye sordum. "Tabiî ki hayır." dedi. "Neden?" diye üsteledim. "İçinde böyle bir meyil yok mu? Açık konuş lütfen." "Var aslında." dedi, "Ama hem eşim buna izin vermez, hem toplumsal kurallar, kanunlar vs. bir yığın engel var; biliyorsun. Üstelik günaha girmiş olurum. O yüzden düşünmem bile." "Kendi sorunun cevabını kendin vermiş oldun işte." dedim. "Eşcinsel meyiller de bazı kişiler için genetik bir temelden kaynaklanan, neredeyse zorunlu bir yönelim olabilir; ama o kişilerin de bu anormal yönelimlerini kontrol etmeleri beklenir, bunu becerebilirler de aslında." "Bu yönden düşünmemiştim." dedi arkadaşım. Ardından, kısa bir düşünme sonrası, "Ama" dedi, "meselâ, bilirsin, beyindeki bazı bozukluklar, örneğin temporal epilepsi gibi hastalıklar, kontrolü güç saldırganlıklara yol açabiliyor. Böyle bir hastalığın da etkisiyle, diyelim ki bilincinde olmadan birini öldüren bir şahıs ceza görür mü? Görmez. Bünyesel hastalığın etkisiyle bu suçu işlediği tesbit edilirse Türk Ceza Kanununun 46. veya 47. maddesine göre cezası ya hafifletilir ya da tamamen affedilir. Buna ne diyeceksin?" "Peki," dedim, "O hasta, cezası affedildikten sonra, bir cinayet daha işlesin diye serbest mi bırakılır? Yoksa hastalığı düzelene kadar tedaviye alınıp, sonra da uzun süre izlenip kontrol mü edilir?" Arkadaşım, "Yine haklısın." dedi. Ergenliğe geçiş döneminde sırf meraktan bu tür bir ilişkiyi kısmen denemiş gençler de olabilir. Nerdeyse ne yaptığını bilmeden, "doktorculuk" oynarcasına. "Çocukça bir hata" bile denebilir belki. Ancak, esas önemli olan, bundan sonrasıdır. Bu tür bir olayın ardından, bazen yıllar sonra, "Eyvah, ben ne yapmışım?" muhasebesi yaşanır genellikle. Bu dönemde bunalımını paylaşmayıp kendi kendini yiyip bitirmek; kendini aşırı suçlayıp "Yoksa ben gay’dım mı?" sorgulamasına dalmak, bazen genci tam zıt bir sonuca götürebilir. "Battı balık yan gider." durumu gerçekleşir. Gerçekte öyle olmayan genç, gerçekte öyle olmadığı halde kendisini öyle zannettiği için, gerçekten öyle olur! Traji-komik bir örnek anlatayım Bir eşcinsel hastam vardı. İlkokul yıllarında bağırsak paraziti problemi varmış. Bilen bilir; bu parazit anüs kaşıntısı yapar. Belki inanmazsınız ama, bu kaşıntı gitgide delikanlıyı "Yoksa ben?.." kuşkusuna götürmüş. Sonuç maalesef kötü! Üstelik, anlattığım tek değil. Literatürde, sadece ve sadece bağırsak paraziti yüzünden cinsel tercihi bozulan birçok vak’a var. Yani? Utanıp konuşmamak, gurur yüzünden anlatmamak, yardım istemeyip kendi kendini yemek yok mu? İşte bu şey o kadar çok yerde ayaklara dolanıyor ki! Sırf bu yüzden ne hayatlar kayıyor, bilemezsiniz. Şimdi, gelelim konunun bizi esas ilgilendiren kısmına 1. Bu tür hassas konuları ne yok farz etmeli, ne de kaşınmayan yeri kaşımalı. Uyanık bir sessizlik ve dengeli bir müdahale gerek. 2. Küçük yaşlardan itibaren giyim, oyuncak gibi konularda cinsiyeti vurgulayacak ve cinsel kimlik oluşmasına yardım edecek yönlendirmeler yapılmalı. Meselâ, cinsiyete göre giydirmek, uygun oyuncaklar almak gibi. 3. Çocuk, normal gelişimi içinde, özellikle belli dönemlerde, cinselliği çok merak eder; onu doğru bilgilendirmek gerekir. Eşcinselliği anlatın demiyorum. Normal, doğal, insanî merakların doyurulması, ilerisi için sağlam bir temel olacaktır diyorum. Bu konularda çekinip utanmayın lütfen Siz doğrudan utanıyorsunuz ama, birileri yanlıştan bile utanmıyor. Ve hiç unutmayın "Çocuklar öğrenmeye hazır olmadıkları konuları zaten sormazlar." Çocuk birşeyi soruyorsa mutlaka cevap vermeniz gerekir—elbette, usulünce! 4. Özellikle ergenlik çağında gençlerin kendi cinslerinden ebeveynlerle, yani babayla daha fazla vakit geçirip paylaşım içinde olması şarttır. Bunu vurguluyorum; tâ ki, "İşten eve, evden işe", "pijama-terlik-televizyon", "Hanım, sen ilgileniver, ben çok yorgunum" hastalıklarına yakalanmış babaların kulakları çınlasın! 5. Aile içinde erkeğin hafif başat ve saygın konumunun korunması lazım. Yoksa, meselâ evde kadın bariz biçimde baskın, erkekse pasif ise -ki, neredeyse ahir zaman alameti olarak çoğu evde mevcut durum maalesef budur- erkek çocuk için kadın konumu imrenilecek bir durum kazanabilir. 6. Bu tür bir problemle karşılaşıldığında, aşırı tepki ve açıklamasız yasaklar merakı artırır sadece. Konuşturmasanız bile, gencin aklındaki soru işaretleri artarak devam eder. 7. Darda kalırsanız bir psikiyatristten yardım isteyin. Not Eşcinsellik aslında sadece erkeklere has bir durum değil. Kadınlar arasında da bu problem hatırı sayılır biçimde yaşanıyor. Yalnız, bayanlardaki şekli daha belirsiz seyrediyor ve pek de dirençli, devamlı olmuyor. Normal bir cinsel hayat ve mutlu bir evlilik, problemi çözmeye yetiyor genellikle. Yine de özellikle bayanların toplu kaldığı yerlerde dikkatli olmak gerekiyor. Maalesef biz toplum olarak kadın-erkek mahremiyetine "çok" dikkat ederken, mahremiyetin erkek-erkek ve kadın-kadın arasındaki biçimlerini bazı zamanlar sanırım ihmal ediyoruz. Her iki cins açısından, problemin bir sebebi de bu. Bu noktada, biraz kitap karıştırıp erkeğin erkeğe, kadının kadına karşı mahremiyet ve tesettür ölçüsünü öğrenmeye ne dersiniz? 3 Aşık olmak konusunda dinimizin ölçüleri nelerdir? Aşkını gizlemek şehit sevabı verir mi? Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki "Aşkını gizleyip, iffetini muhafaza ederek ölen şehiddir." bk. Kenzu’l-Ummal, h. No 6999-7000; Hakim, Hatib "Aşkını gizleyip, iffetini muhafaza ederek, sabredenin günahlarını, Allahü teâlâ affedip Cennetine koyar." İbni Asakir Demek ki, dinimizde iffeti muhafaza etmek ve sevgisi sebebiyle günah işlememeye sabretmek, çok sevaptır. Çünkü genel olarak sevgi insanı kör ettiği için, insanın kendisini günah işlemekten alıkoyması zordur. Zor olan işleri başarmanın sevabı da büyük olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki "Ümmetimin üstün olan kimseleri, aşk belasına maruz kalınca iffetini muhafaza edenlerdir." Deylemi "Aşkını gizleyip iffetini muhafaza ederek ölen şehittir" mealindeki hadis, Hz. Aişe ra ve İbn Abbas’tan gelen rivayetlere dayanmaktadır. Bu konudaki rivayetleri zayıf gören alimlerin yanında sahih kabul eden alimler de vardırbk. El-Makasıdu’l-hasene, 1/658. Bilindiği üzere, aşk denilen aşırı sevgi duygusu, duygusal şehevî arzulardan çok farklı bir gerçektir. Genellikle aşk, kişinin iradesi dışında, insanın kalbine-davetsiz misafir olarak- gelip yerleşen bir olgudur. Bu işte, muhatabın gerçek güzelliğinden ziyade, gönlün kabulüne göre izafî bir güzellik söz konusudur. Gözü kör olan aşkın cazibesine kapılan kişinin gözünde, sırf sevgilisinin güzelliği vardır. Bazen cinnete varan bir durum söz konusu olabilir ve akıl tamamen bloke edilebilir. İnsanın iradesi dışında gelip kalbini kemiren aşk olgusu aynı zamanda –imtihanın bir versiyonu olarak- bir nevi kalbî/ruhî bir hastalık olarak da kabul edilebilir. Bir hadis-i şerifte “İç hastalıklarından ötürü ölen kimse şehittir.”Kenzu’l-Ummal, 11191 buyurulmuştur. Deyim yerinde ise, bu hadisteki iç hastalıklar organiktir. Aşktan dolayı oluşan iç hastalık ise ruhî/kalbîdır. Aşka, kalbî/manevî olmakla beraber bazen insanın kemiklerini eritecek kadar organik hastalıklara da sebep olabilir. Bazı rivayetlerde “gizleme” kaydı yoktur. Fakat bütün rivayetlerde “iffeti koruma” kaydı vardır. Bu da gösteriyor ki, aşkın en belirgin özelliği, nefsânî değil, kalbî olmasıdır. Maddî ve manevî “iç hastalıklar” ortak paydasında birleşen bu iki hastalığın da aynı sonuç doğurması en makul olanıdır. Aşkın bu meziyetinin önemli bir sebebi de, iffetle devam ettiği takdirde, zamanla sahibini gerçek vuslata kavuşturan bir araç olmasıdır. Pek çok âşık, maşukunun üzerindeki fanilik damgasını gördükten sonra, Hz. İbrahim as gibi “Ben biraz görünüp, arkasından kaybolan fani maşukları sevmem.” demiş, mecazî sevgililer yerine hakîkî sevgili olan Allah’a yönelmiştir. İnsanın gönlünü fanî sevdalardan alıp, bakî bir yâre sevdalı yapan aşk gibi nuranî bir iksir, içinde şahadet şerbetini barındırmaya sezadır. Ayrıca aşk, genellikle, muhatabın güzelliğine bakmaksızın ve insanın iradesi dışında gönülde meydana gelen coşkun bir sevgi potansiyelidir ki, bir açıdan –imtihan için verilen- bir musibettir. Böyle bir sevgi potansiyelini hazmederek, onu nefsin kötü emellerine alet etmeden sabreden bir kimsenin bu tavrı Allah’a olan saygısının bir yansımasıdır. Allah’ın rızasını kazanma adına, belki de en zor bir musibete katlanmış, en zor bir imtihana tabi tutulmuş, en meşakkatli bir hayata talim etmiş bir kimsenin bu fedakârlığına karşı, Rahman ve Rahim olan Allah’ın kendisini bir nevi şahadet rütbesiyle taltif etmesinde garipsenecek bir şeyin olmadığını düşünüyoruz. Suda boğulan, yıkım altında ölen, iç organların hastalığından ölen kimseler de birer şehit kabul edilmiştir. Şüphesiz, bu gibi kimselerin şehitlik mertebesi, Allah yolunda cihat ederken öldürülen kimsenin kazandığı şehitlik mertebesiyle aynı değildir. Velayetler arasında mertebeler olduğu gibi, şehitlikler arasında da dereceler vardır. İlave bilgi için tıklayınız - Aşık olmak günah mıdır? Sadece o duyguyu içinde yaşamak günah mıdır? - Allah'dan başkasını sevmek caiz midir? Leyla ile Mecnun'un yaşadıkları aşkı gören Allah, buna karşı nasıl bir tutum içinde olur?.. İnsanların kalbine bu derin aşkları koyan Allah değil mi? 4 Burçların insan karakteri üzerinde tesiri var mıdır? Meşhur bir Nasreddin Hoca hikayesi vardır Hoca ve arkadaşları aşırı soğukların hüküm sürdüğü günlerde bir iddiaya tutuşmuşlar. Arkadaşları o soğuklarda kimsenin tüm bir geceyi dışarıda hiçbir ateş veya ısı kaynağı olmadan geçiremeyeceğini söylerken, Hoca kendisinin bunu yapabileceğini söylemektedir. Olur, olmaz derken Hoca bir geceyi dışarıda geçireceğini ve bunun karşılığında ise arkadaşlarından bir ziyafet istediğini, yapamadığı takdirde kendisinin ziyafet vereceğini söyler. Bir zaman sonra Hoca hakikaten soğuk bir geceyi dağ başında yalnız geçirir. Hocanın sağ salim bu işi bitirdiğini gören arkadaşları, gerçekten hiç ateş yakmadan bunu nasıl yaptığını sorarlar. Hoca da karşı dağda bir kulübede yanan bir mum gördüğünü, onu düşünüp içinin ısındığını söyler. Bunun üzerine arkadaşları itiraz eder ve Hocanın karşı dağdaki bir mumla ısındığını ve iddiayı kaybettiğini söyleyerek ziyafet isterler. Hoca baskı karşısında mecburen kabul eder. Ziyafet günü geldiğinde Hocanın evinde toplanan arkadaşları yemeği beklemeye başlarlar, fakat Hoca sürekli yemeğin pişmekte olduğunu söylediği halde yemek bir türlü gelmez. Sonunda “Şu yemeği bir görelim” deyip kalkıp mutfağa giderler ki, Hoca yemeğin bahçede piştiğini söyleyerek onları ağaca astığı koca bir kazanın yanına götürür. Kazanın metrelerce aşağısında bir mum yanmaktadır. Bunu gören arkadaşları. "Yahu Hoca koca kazan bu soğukta mumla kaynar mı?" deyince. Hoca "İnsan aynı soğukta karşı dağdaki mumla ısınabiliyorsa, kazan da elbet kaynar." diyerek, onlara derslerini verir. Yazımın başında bunu anlatmamın sebebi, son zamanlarda popülarite kazanan astroloji konusuna girecek olmam. Aslında güzel düşünülüp güzel sebeplere bağlandığında hiç de kötü bir şey değil astroloji. Ama son zamanlarda bu konunun materyalist felsefeye malzeme yapılıyor olması oldukça üzücüdür. Rabbimizin elbette her şeyi bir sebebe bağlaması gibi, yıldız ve gezegen hareketleri de bir şeyler anlatıyor mutlaka bizlere. Ancak ilk anlattığı gerçek, kainattaki bu muhteşem nizamın bir yaratıcısının mevcudiyeti olmalı. Yani Allah’ın var ve bir olduğunun. Fakat her şey bunu gösterirken, insanlar yıldız ve gezegenlere tapar konuma sürüklenebilmekte, halis niyetlerle işe başlansa bile bir zaman sonra bu şuursuz varlıklara uluhiyet yüklenebilmektedir farkında olmadan. İnsanın, yaratıldığı ilk günden 21. yüzyılın şu yaşadığımız günlerine kadar sürmüş olan en büyük meşguliyeti kendini tanıma çabası olmuştur. Bazı insanlar doğduğunuz gün ve saate göre sizin hayatınızın kısa bir özetini ve karakter özelliklerinizi verebildiklerini iddia ediyorlar. Böylece de bu “ezelden gelen” merakımız sayesinde epey iyi para kazanıyorlar. Buna sebep olarak da doğduğumuz anda, esas olarak güneşin bulunduğu burç ve diğer bazı burçların ve gezegenlerin konumlarına göre ilgili yıldızlardan bazı ışınların bizi etkilediğini ve özelliklerimizi şekillendirdiğini söylüyorlar. Oldukça da enteresan yaklaşımları var konuya. Meselâ oğlak burcunda olanların keçi gibi inatçı olduğunu ya da yengeç burcundakilerin aynı bu böceğin yürümesi gibi hafifçe yan yürüdüğünü iddia ediyorlar. Bu dediklerimi hemen her astroloji kitabında görebilirsiniz. Hadi insanları yıldız konumlarına göre tahlil etmek tamam da bu yıldızların oluşturduğu ve sadece bizim açımızdan bakıldığında bazı hayvan vb. şekillere benzetilen takımyıldızların insanlara da bu benzedikleri hayvanın karakterini vermeleri doğrusu pes dedirtiyor. Eğer yıldızlar bizi ışınlarıyla etkiliyorsa, hepimizde en yakın yıldız olan güneşin verdiği karakteristik özelliklerin bulunması gerekiyor. Çünkü eğer güneş ile dünya arasındaki uzaklığı gözünüz ile şu anda okuduğunuz dergi arasındaki mesafe olarak küçültürsek. En yakın yıldız Proxima Centauri Newyork’ta olacaktır. 40 cm. ötenizde yanan bir ateş varken birilerinin Newyork’ta yaktığı ateşin sizi etkilediğini söyleyebilir misiniz? Kaldı ki 12 burcu oluşturan yıldızlar, bahsedilen yıldızdan çok daha uzaktadır. Örneğin yukarıda değindiğimiz en yakın yıldız olan proxima centauri yaklaşık dört ışık yılı uzaktayken, Başak takım yıldızının en parlak üyesi Spica alpha virginis 281 ışık yılı uzaklıktadır. Yani Newyork örneğinden yaklaşık yetmiş kat daha uzak.! Bunu aynı ölçeğe koymaya kalksak mesafeler yetmiyor ve yine dünyanın dışına, uzaya çıkmak zorunda kalıyoruz... Bu yine de iyi bir örnek. Bazı burçları oluşturan yıldızların içinde dünyadan binlerce ışık yılı uzakta olanlar bile var. Mesela Kova takımyıldızının en parlak iki üyesi alfa ve beta aquarius Sadalmelik ve Sadalsuud sırasıyla 1359 ve 2174 ışıkyılı uzaklıktalar. Bu durumu az önceki örneğe aktarırsak, Newyork’taki ateşi ayın da ötesine taşımak gerekiyor. Şimdi yazıya niçin Nasreddin Hoca'nın mum hikayesi ile başladığımı anlatabildim mi? Kaldı ki bu hikayedeki kazan-mum ilişkisi, yıldız uzaklıkları ele alındığında çok insaflı kalıyor. Uzaklıklar konusunda bu bilgilerden sonra, şimdi bu konudaki başka yanlışlıklara dikkat çekmek istiyorum. İnsanların burçları doğum gününde güneşin dünyaya göre bulunduğu veya geçmekte olduğu takımyıldıza göre belirleniyor. Örneğin her yıl Kasım ayının ilk yarısında güneş Akrep takımyıldızında bulunur ve bu günlerde doğanlar akrep burcuna dahil olarak kabul edilirler. Bu kişilerin özelliklerinin bu takımyıldızın etkisinde olduğu kabul edilir. Ancak büyük bir gerçek vardır. Güneşin bir burçta bulunduğu an aslında o burcun dünyaya en uzak olduğu andır. Çünkü söz konusu burcun dünyaya olan ortalama uzaklığına bir güneş dünya mesafesi daha eklenmiş olur. Tabii eğer bir de gece doğduysanız güneşin o anda bulunduğu burçtan gelen ışınların dünyanın tüm toprak kaya ve magma tabakasını delerek size ulaşması lâzımdır. Çünkü güneşin bulunduğu burç güneşle birlikte batar ve gece dünyanın öteki tarafında kalır.! Neyse bu duruma da yükselen burç kavramıyla bir çare bulunmuş. Fakat burçları oluşturan yıldızlar arasındaki mesafe, çoğu zaman bizim onlara olan uzaklıklarımızdan daha fazla. Bunu şöyle de ifade edebiliriz. İstanbul'dan doğuya bakan bir kişi en yakındaki İzmit ile en uzaktaki Kars ilimiz arasında iki boyutlu ölçekte sadece birkaç metre varmış gibi bir izlenime kapılır, ancak arada bin kilometreden fazla mesafe vardır. Biz de uzaya baktığımızda derinliği algılayamıyoruz. Yanyana duran iki yıldızı birbirinin kapı komşusu zannediyoruz. Ancak aralarında binlerce ışıkyılı mesafe olabiliyor. Belki de biz yakın olan yıldıza komşu zannettiğimiz diğerinden çok daha az uzaklıkta yer alıyoruz. Örneğin Akrep takımyıldızında birbirine çok yakın görünen Antares Alpha Scorpii ve Sigma scorpii yıldızları arasında en az 1277 ışık yılı mesafe vardır. Ama bunlardan bize yakın olanı Antares dünyaya 276 ışık yılı uzaklıktadır. Aynı takımyıldıza dahil edilen bu iki yıldızın aralarındaki mesafe bizim yakın olanı ile aramızdaki uzaklıktan dört kat fazladır. Tabi bunu yeni öğreniyoruz. Daha önce bunların uzaklıklarını hesaplama şansımız yoktu. Ama insanlar binlerce yıldır bunları komşu zannediyordu. Bir büyük yanlışlık ise, geçmişteki şahsiyetlerin burçlarının hesaplanmasında yapılmaktadır. Dünyanın yirmi altı bin yılda bir tamamladığı bir spin dönme hareketi vardır ki, bu yaklaşık her iki bin üç yüz yılda bir burçların bir kademe ileri kaymasına sebep olur. Yani 1 Ocak 2000 tarihinde doğan bir kişi oğlak burcundadır, ama 1 Ocak 300 yılında doğmuş olan başka bir kişi kova burcunda olmak durumundadır. Yani Hz. İsa 25 Aralık 1. yılında doğduğunda Güneş Kova burcundaydı. Fakat bu günkü gökyüzünde 25 Aralık 2000 tarihi Oğlak burcuna denk gelmektedir. Siz bu günkü duruma göre hesap yaparsanız geçmiştekilerin burçları yanlış çıkar ve bu konudaki çoğu istatistik bilgi birikimi yanlışlarla dolu olur. Gezegenlere gelince Güneş yörüngesinde bugüne kadar keşfedilmiş dokuz gezegenin en büyüğü olan Jüpiteri ele alırsak ,bu gezegenin dünyaya ortalama uzaklığı Güneşinkinin yaklaşık beş katıdır. Güneş dünyadan hacim olarak kat daha büyükken, Jüpiter, sadece bin üç yüz kat büyüktür. Ayıca Güneş bir yıldız özelliği gösterirken Jüpiter dev bir gaz topudur. Güneşle Jüpiter arasındaki bu 1000 bin katlık farka bir de mesafeyi eklememiz gerekiyor. Fizikte ışık ve kütleçekim etkileri uzaklığın karesiyle ters orantılı olarak azalır. Yani Güneşe göre bize beş kat daha uzak olan Jüpiter, boyut farkıyla birlikte eğer bir yıldız dahi olsaydı yirmi beş bin kat daha az etkili olacaktı üzerimizde. Böylece gezegenlerin en büyüğünün dahi ne kadar önemsiz kaldığı ortaya çıkmış oluyor Güneşin yanında. Zaten bilimsel olarak kendini ispatlamış olan NASA veya ESA gibi büyük merkezlere bakarsanız ki, buralarda astroloji değil astronomi ilmiyle ilgili binlerce çalışma yürütülüyor; kesinlikle yıldızların veya Güneş sisteminin astrolojik özellikleriyle ilgili birilerini bulamazsınız. Çünkü bahsettiğimiz mesafeler ve özellikler oradaki bilim adamlarınca çok iyi bilindiğinden, kimse müspet bilimin üzerinde kavramlarla vakit kaybetmez. Sonuçta hayatımız üzerinde Rabbimiz'den başka bir tesir sebebi aramak boşunadır. Gaybı Allah’tan başka bilen olmadığı gibi, onun kullarını yaratırken verdiği karakter ve diğer özellikleri de yıldızlardan gelen ışınlara bağlamak da yanlıştır. Dünyada birbirinin eşi iki insan yoktur. Aynı gün, aynı saat, aynı yer ve aynı anneden doğan eş yumurta ikizleri bile çok farklı karakterlere sahip olmaktadır. Kardeşliğin ötesinde bu ikizleri bağlayan genetik yapı da dahil olmak üzere binlerce sebep varken bu ayrılık niye? Eğer karakter ve kaderimize yıldızlar yön verseydi, en azından bunun gibi ikizlerin her özelliğinin aynı olması gerekirdi. Ayrıca insana gerçek mânâda karakter ve diğer hissî özelliklerini veren varlık ruhtur. Ruhlarımız ise yıldızlardan önce yaratılmıştır. Semada gördüğümüz harikulade düzen Yaratıcısını göstermenin yanında bazı olaylara gerçekten işaret ediyor olabilir. Fakat bu bizim maddi manevî özelliklerimizin kaynağı değil, ama olsa olsa göstergesidir. İlave bilgi için tıklayınız - BURÇ, BURÇLAR, BURÇ FALI - Bazı alimlerin, on iki melek on iki burca hükmeder, sözü ne demektir? Astrolojiye dayanarak verilen bilgiler doğru mudur? 5 Takıntı / saplantı tabela, mezar taşı okuma, aynı hareketleri tekrar tekrar yapma, düz çizgi üzerinde yürüme vb hastalığından kurtulmam için ne tavsiye edersiniz? Yaptığınız duaya devam ediniz. Ayrıca Cevşen duasını da tavsiye ederiz. Ancak dil ile yapılan duaların yanında uzman bir doktorun tavsiyelerini almanız gerekebilir. Takıntı / Saplantı Kimi sürekli elini yıkıyor, kimi apartman katlarını saymadan kendini alamıyor. Kimi de abdestinin bozulduğu endişesiyle tekrar tekrar abdest alıyor. Anlayacağınız, ekonomik ve sosyal sorunlara kafayı takmanın yanında takıntı’ hastalığımız da var. Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Mustafa Orhan Öztürk, kişilerin tekrar tekrar aynı şeyleri yapmasına sebep olan bu hastalığın tıbben obsesif-kompulsif bozukluk OKB şeklinde adlandırıldığını söylüyor. Hastalığın “saplantı takıntı ve zorlantı” olmak üzere iki ana belirtisi olduğunu anlatan Öztürk, takıntıyı, “irade dışı olan, bireyi tedirgin eden, bilinçli çaba ile kovulamayan düşünceler” olarak tanımlıyor. Zorlantıyı ise şöyle tarif ediyor “Kişinin aklına gelen bu düşüncelerinden kurtulmak için yaptığı ve sık sık yinelediği davranışlardır. Örneğin temiz olduğunu bildiği halde kişinin, bir şeye dokunduğunda elinin kirlendiğini düşünmesi takıntı. Böyle düşünerek elini tutkulu bir şekilde tekrar tekrar yıkaması ise zorlantıdır.” Öztürk, bazı hastaların günde bir iki kalıp sabunu bile bitirebildiğine, hatta çok yıkamaktan ellerinin yara olduğuna dikkat çekiyor. İnsanda, sadece temizliğe yönelik takıntılar bulunmuyor. Başkalarına, özellikle de yakınlarına zarar verebileceği düşüncesi, kendisinin ya da yakınlarının başına kötü bir şey gelebileceği endişesi, bir şeyi yanlış ya da eksik yapmaktan şüphe etme, rahatsız edici dinî düşünceler gibi birçok takıntı şekli sıralanıyor. Takıntılar obsesyonlar, kişide bunaltı meydana getirirken, zorlantılar kompulsif bunaltıyı kısa bir süre de olsa geçiriyor. Bazen de bu tür davranışlar, günün büyük bir bölümünü olumsuz etkiliyor; iş-okul başarısını düşürebiliyor, sosyal ilişkileri bozabiliyor. Diğer yandan, kişilerin yaşadıkları durumu bir hastalık olarak görmemeleri ya da yoğun sıkıntı ve bunaltı uyandıran obsesif düşünceleri saçma, anlamsız, bazen de utanç verici bulmaları ve doktora açılmaktan çekinmeleri, vakaların görülme sıklığının daha fazla olabileceği tahminlerini beraberinde getiriyor. Özel Fatih Üniversitesi Hastanesi Psikayatri Uzmanı Dr. Gökçe Silsüpür, toplumda bu hastalığın hayli yaygın olduğunu ifade ederken, bu sıklığın kendilerine gelen hasta sayısından daha fazla olduğu gerçeğini yineliyor “Çünkü, bu hastaların çoğu doktora gitmeyi pek tercih etmiyor, uzunca bir süre bu düşünce ve davranışlarının saçma olduğuna inanıyor. Rahatsızlıktır ve tedavi edilebilir düşüncesini taşımıyorlar. Tuhaf buldukları hareketlerinin, yalnızca kendilerinin başına gelmiş bir durum olduğunu zannediyor ve bunu biriyle paylaşmak onlara pek kolay gelmiyor.” Psikiyatrik bir rahatsızlığa sahip olmayı kabullenmeme düşüncesinin de bunda etkili olduğunu belirten Silsüpür, kişilerin düşündüğü veya aklından geçirdiği şeyleri yapmış gibi hissediyor olmasını’ da buna ekliyor. “Bu tip hastalar, düşüncelerinden dolayı yadırganıp yargılanacağını, suçlanacağını ve ayıplanacağını düşündükleri için doktora gelmiyor.” diyen Silsüpür, hastalara “Düşünmekten korkmayın. Düşünmek yapmak anlamına gelmez.” çağrısında bulunuyor. Psikoterapi Önemli Psikiyatrik hastalıklar arasında yer alan ve bazı uzmanlara göre, "en acı veren psikiyatrik rahatsızlık" olarak ifade edilen "takıntı" hastalığı, yaşamın her döneminde kişilerin karşısına çıkabiliyor. Kişi tarafından tanımlanmadıkça hastalığın, muayenelerde tanınması hemen hemen imkansız görülüyor. İşte bu noktada, hastalarla yaşayan kişilere çok iş düşüyor. Uzmanlar, hasta yakınlarını, belirtilerin saçma-anlamsız olduğunu ifade ederek ikna yoluna gitmenin’ sakıncaları konusunda uyarıyor. Ruh ve sinir hastalıkları uzmanı Dr. Kemal Şahin, “Hastalar, zaten bu düşünce ve davranışın saçma olduğunu biliyor. Davranış tedavisinde amaç, takıntılı düşünceleri ortadan kaldırmak değil, hastanın bu düşüncelerine barışık yaşamasını sağlamak.” diyor. Şahin, bir de örnek veriyor “Çöp bidonunun yanından geçerken eline kir bulaştığını düşünerek defalarca elini yıkayan bir hastaya hayır kir bulaşmadı’ demek yerine eline kir bulaşıp bulaşmadığına karar vermek için çaba harcamalısın, kir bulaştığını kabul etsen bile elini tekrar tekrar yıkamamak için direnmelisin’ düşüncesinin aşılanması gerekir.” Prof. Dr. M. Orhan Öztürk ise, bu hastalığın kişiye acı veren inatçı, zor bir rahatsızlık olduğunu belirtiyor. Tedavisi için uzun ve sürekli bir mücadele gerektiğinin altını çizerken de ekliyor “Yalnızca ilaçlarla tedavi edilmeye çalışılırsa çok da olumlu sonuç vermeyebilir. İlaçlarla birlikte hastanın psikoterapi görmesi gerekiyor. İlacı bıraktıktan sonra hastalık yineleyebilir; o yüzden psikoterapi bu hastalık için oldukça önem taşıyor.” Yine, Öztürk’e göre, tedavide iyi gelen şeylerden biri de “meşgul olmak” çünkü bu tür takıntılar boş zamanlarında daha çok geliyor. Kişi, meşgul olduğunda bu takıntılar daha da azalıyor. BAZI TAKINTILAR Takıntı, sorumluluk duygusu yüksek olan, çabuk endişeye kapılan, gergin, içe dönük, karamsar, aşırı titiz, mükemmeliyetçi, kontrollü, kuralcı, ayrıntıcı ve kusursuzluk arayan kişilik yapısındakilerde daha fazla görülebiliyor. Prof. Dr. Öztürk, hastaları en iyi ince eleyip sık dokumak’, kılı kırk yarmak’, dipsiz kiler, boş ambar’ deyimlerinin anlattığını aktarıyor. Temizlik Saatlerce el yıkamak, banyo yapmak veya tekrar tekrar ev temizlemek. Tekrarlama Takıntılı düşünce ile oluşan sıkıntıyı gidermek için tekrarlayan davranışta bulunmak veya akıldan başka düşünceler geçirmek. Yakınlarının başına kötü bir şey gelebileceğini düşünen bir hasta bunun olmaması için halen yapmakta olduğu davranışı ikinci kez yaparak bu düşünceden kurtulabilir. Kontrol etme Evine bir şey olacak veya yangın çıkacak korkusu ile kapıyı veya tüpün kapalı olup olmadığını tekrar tekrar kontrol etmek. Biriktirme İşe yaramayan birçok eşyayı biriktirmek. Örneğin bazı kişilerde yeterli yeri olmadığı halde gazeteler, boş kavanozlar veya konserve kutuları gibi işe yaramayan şeyleri atamama davranışı görülebilir. Hatta son birkaç yıl içerisinde gazetelere yansıyan çöplük evler buna en güzel örnek olarak değerlendiriliyor. Sayma Yolda yürürken kaldırım taşlarını saymak ve araba plakalarını okumak, günlük işleri yaparken belli sayılarda tekrar etmek. Kazağını üç kere giyip çıkarmak veya aynı yere beş kere gitmemek. Tamamlama Bu hastalar ise davranışı mükemmel olana kadar tekrar tekrar yaparlar. Örneğin kirlilik takıntısı olan bazı hastalar önce musluğu, lavaboyu ve sabunu yıkar genelde belli sayıda, daha sonra elini belli sayıda yıkar ve sonra aynı işlemi tekrarlar. Aşırı tertipli ve düzenli olma Örneğin çalışma odasında her şeyin simetrik durması veya masanın üstündeki her şeyin belirli bir sıra ile dizilmesi gibi. Nursel Dilek, Taktı mı Takanların Hastalığı Takıntı 6 Unutkanlığın nedeni nedir? Hâfıza; ezberleme, öğrenme ve hatırda tutma melekesidir; idrak edilen, algılanan, öğrenilen şeyleri zihinde koruma ve gerektiğinde hatırlama kabiliyetidir. Tıbbî araştırmalara göre, insan beynine milyonlarca nöron sinir hücresi yerleştirilmiştir. Cenâb-ı Allah, birer vasıta olarak yarattığı bu nöronlar sayesinde insana kütüphaneler dolusu malumâtı öğrenme ve zihinde depolama istidadı lutfetmiştir. İşte, hâfıza, bilgilerin nöronlarda depolanması diyebileceğimiz öğrenmeyi ve gerektiğinde depolanan o bilgileri yerinden çıkarıp kullanma olarak tarif edebileceğimiz hatırlamayı ihtiva etmektedir. Hâfıza Dâhîleri ve Unutkanlar Kudreti Sonsuz, beyne öğrenme ve hatırlama faaliyetlerini yaptırırken icraât-ı sübhaniyesine bazı maddî sebepleri perde yapmış; beynin mükemmel donanımını, sinir liflerini ve şuursuz hücre atomlarını dünyalar kadar malumâtı alıp depolamaya vesile kılmıştır. Hâfızasını iyi kullananlara ve ondan azamî istifade etmesini bilenlere hemen her gördüklerini ve okuduklarını çok kısa bir sürede öğrenme ve aradan uzun vakit de geçse öğrendiklerini unutmama kabiliyeti vermiştir. Nitekim, insanların zihin selametini görüp gözettikleri ve fıtrata uygun yaşadıkları dönemlerde pek çok hâfıza dâhîsi yetişmiştir. Duyduğu bir şeyi ikinci defa tekrar etmeye lüzum hissetmeden ezberleyen Hazreti Ebû Hüreyre; Rasûl-ü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in emri üzerine on beş-yirmi gün içinde mektup yazabilecek ve gelenleri de tercüme edecek kadar İbranice'yi öğrenen Zeyd İbn Sâbit gibi yüzlerce sahabi duyduklarını bir defada öğrenen ve bir daha da unutmayan insanlardı. Özellikle Tâbiîn ve Tebe-i tâbiîn dönemleri hâfızasının hakkını veren insanlarla doluydu. Mesela; Ahmed İbn Hanbel, muhteva aynı olsa bile, farklı sened ve metinlerle nakledilen sahihi, haseni ve zayıfıyla bir milyon hadisi ezberlemiş; kırk bin hadis ihtiva eden meşhur Müsned'ini üç yüz bin hadisten seçerek meydana getirmişti. Heyhat ki, zamanımıza doğru gelindikçe adeta hâfızalar da dumura uğradı. İnsanlar yirmi kere okudukları çok kısa metinleri bile hıfzedemez ve en basit mevzuları dahi anlayıp öğrenemez hale geldiler. Bulanık zihinler, dağınık fikirler ve kirli kalbler sebebiyle hem öğrenme süresi alabildiğine uzadı hem de çabucak unutma hastalığı ortaya çıktı. Bugün öğrenilenlerden yarın hiçbir eser kalmamaya başladı. Öyle ki, günümüzde hâfızasından şikayet etmeyen ve nisyandan dert yanmayan insan bulmak adeta imkansızlaştı. Belki her dönemde pek çok insan aynı derdi dile getirmişlerdi; fakat, mesela Tabiîn'den birinin şikayeti bir sayfayı artık bir kere okumayla ezberleyememektendi, günümüz insanının şekvası ise, bir metni otuz kere de okusa hâfızasına kaydedememek ya da çok kısa bir süre sonra hiçbir şey hatırlayamamak şekline büründü. Zihin Kirliliği Hâfızayı zayıf düşüren ve unutmaya sebebiyet veren pek çok illet sıralanabilir. Beyin ve hâfıza üzerinde çalışan uzmanlar, genellikle beynin ihtiyaç duyduğu oksijen, glikoz ve bazı enzimlerin yeterli miktarda sağlanamamasını, stres ve gerginlik gibi sebeplerle beynin enerjisinin hemen tükenmesinden dolayı çalışma akışının düzensizleşmesini, sadece bazı meseleler üzerine yoğunlaşmadan ötürü beynin bir bölümünün âtıl bırakılmasını ve sistemsiz düşünme alışkanlığını hemen akla gelebilecek sebepler olarak saymaktadırlar. Bazen de insanın fizyolojik yapısının ve fizikî durumunun hâfıza zayıflığına yol açabileceğini ve ileri yaşlarda vücut mekanizmasının bazı şubeleri yorgun düştüğü gibi beynin de onlara bağlı olarak bir kısım fonksiyonlarını eda edemez hale gelebileceğini belirtmektedirler. Bununla beraber, dünden bugüne bazı İslam alimleri, haddinden fazla uykunun beyni hantallaştırdığını, sürekli dolu olan midenin zihne menfi tesir ettiğini, sabah kerahatinde uyumanın ve harama bakmanın da unutkanlığa sebep olduğunu ifade etmişlerdir. Ayrıca, zihin kirliliğinin hâfızayı zayıflattığına inandıkları için mâlâyânî işlerden, faydasız muhaverelerden, çer-çöp sayılabilecek bilgi kırıntılarından ve kontrolsüz hayal kurmaktan uzak kalınması gerektiğini vurgulamışlardır. Hatta, sistemsiz düşünme alışkanlığına yol açabileceği ve zihni işe yaramayan bilgilerle dolduracağı endişesiyle mezar taşlarını okumayı bile mahzurlu görmüşlerdir; mezar taşlarını okumayı adet edinmenin bugünkü reklam panolarının, araba plakalarının, televizyon ekranlarının ve gazete sayfalarının yaptığı tahribat çeşidinden zararlar verebileceğini düşünmüşlerdir. Gerçi, zihinleri kirleten, kalbleri bulandıran ve hafızayı zayıflatan onlarca unsurla her zaman iç içe yaşadığımız günümüzde, unutkanlığa sebep olmaması için mezar taşlarındaki yazılara bile mesafeli durulmasını anlamamız oldukça zordur; fakat, unutulmamalıdır ki, selef-i salihîn meseleyi kendi nezih atmosferleri zaviyesinden değerlendirmişlerdir. Zannediyorum, hâfızayı zayıflatan sebeplerin en tehlikelisi şehevî hisleri galeyana getiren ve behimî duyguları tehyiç eden faktörlerdir. Bugün, aile ve içtimaî çevre özellikle gençlerin güzel yetişmeleri hususunda yetersiz kaldığı gibi, bir de etraftan akıp akıp gelen ve ruhu örseleyen telkinler zihinleri adeta felç etmektedir. Televizyon programları, İnternet sayfaları, video oyunları, günlük haberler, siyasî polemikler, sporcuların ve sanatçıların büyük birer hadiseymiş gibi nakledilen hal ve hareketleri, sırf merak uyarma maksadıyla uydurulan yalanlar, tezvirler, her türlü aldatmalar ve sansasyonlar... zaten iyice zayıflayan dimağları tamamen işgal etmektedir. Ve hele kafalara pompalanan onca kir, hayvanî hisleri ve beşerî garîzeleri tahrik edip yüce duygular üzerine bir balyoz gibi inince, kudurtulmuş şehevî arzu ve ihtiraslar, çağımızın zavallı nesillerinde okumaya, öğrenmeye, düşünmeye hiç mecal bırakmamakta ve adeta hâfızaları bütün bütün kurutmaktadır. Evet, maalesef, günümüzün insanı haram dinleme, haram konuşma ve harama bakma... gibi günahların öldürücü dalgaları arasında çırpınıp durmaktadır. Haram ve Nisyan Ehlullah, harama nazarın nisyan sebebi olduğu hususunda ısrarla durmuşlardır. Gözlerine hâkim olamayan ve daimî surette şehevî duyguları kamçılayan manzaralara bakan bir insanın hâfızasının yavaş yavaş köreleceğini belirtmişlerdir. Nitekim, İmam Şafii Hazretleri, hocası Vekî' bin Cerrâh'a hâfızasının zaafından şikayette bulununca, o büyük zat, İmam Şafii'yi en küçük günahlardan bile uzak durmaya çağırmış ve ona şöyle demiştir "İlim, ilâhî bir nurdur; Cenâb-ı Allah, devamlı günahlara dalan kimseye nurunu lutfetmez." Kaldı ki, İmam Şafii muhtemelen bir metni ilk defada değil de ikinci veya üçüncü kerede ezberleme durumuna düşünce hâfızasından şikayet etmiştir. Ayrıca, İmam Şafii gibi bir ruh insanının bilerek günaha girmesi de zaten hiç düşünülemez. Üstad Hazretleri de yaşadığımız asırda oldukça yaygınlaşan açık saçıklığın unutkanlık hastalığını daha da azgınlaştırdığını dile getirmiştir. Harama nazardan sakınmayan insanların Kur'an'dan öğrendiklerini de unutacaklarını ve "Âhir zamanda, hâfızların göğsünden Kur'an nez'edilecek." mealindeki hadis-i şerifin te'vilinin bu hastalığın dehşetli neticelerinde aranması gerektiğini belirtmiştir. Ümmetinin harama nazar etmemesi mevzuunda ikazlarda bulunan Rehber-i Ekmel aleyhi ekmelü't-tehâyâ, kadın-erkek herkesin iffete kilitlendiği bir dönemde, hem de Hac vakfesini yapıp Arafat'tan döndükleri bir sırada, terkisine aldığı Hazreti Abbas'ın oğlu Fazl'ın başını sağa-sola çevirmiş ve böylece etraftaki kadınlara gözünün ilişmemesi için ona yardımcı olmuştur. Asır saadet asrı, mevsim Hac mevsimi, terkisine binilen zat Allah Rasûlü ve harama bakmaması için başı sağa-sola çevrilen de iffetinde hiç kimsenin şüphe edemeyeceği Hazreti Fazl'dır. Fakat, öyle bir şeyin adeta imkansız olduğu bir durumda bile, nazarına başka hayaller girmesin ve serseri bir ok kalbini delmesin diye, Fazl'ın yüzünü bir o yana bir bu yana çevirmesi Peygamber Efendimiz asm'in bu konudaki hassasiyetini göstermesi açısından çok ibretâmizdir. Zehirli Oklar Rasûl-ü Ekrem Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, "Nazar bakış şeytanın zehirli oklarından bir oktur..." Hakim, Müstedrek, 4/314; Münzirî, et-Tergib ve't-Terhîb, III, 63 diyerek, o ağulu oktan korunmanın lüzumunu belirtmiştir. Evvelen ve bizzat Hazreti Ali ra'ye, saniyen ve bilvasıta bütün ümmetine hitaben, "Ya Ali, birinci bakış lehinedir, fakat ikincisi aleyhinedir..." Tirmizî, Edeb 28; Ebû Dâvud, Nikâh 44 buyurmuş; bir kasde iktiran etmediği için ilk bakışın mesuliyet getirmeyeceğini ama ikinci defa dönüp bakmak iradî olduğundan, onun günah hanesine yazılacağını vurgulamış; harama götüren yolu tâ baştan keserek günahlara geçit vermemek gerektiğine dikkat çekmiştir. Ayrıca, Cenâb-ı Hakk'ın "Kim benim korkumdan dolayı harama bakmayı terkederse, kalbine öyle bir iman neşvesi ve halâveti atarım ki, onun zevkini gönlünün derinliklerinde duyar." iltifatkâr beyanını naklederek Müslümanları gözlerini harama kapatmaya teşvik etmiştir. Bu itibarla, harama nazardan ötürü zihin dağınıklığına ve hâfıza zaafına düşmemek için herhangi bir iş ya da iman hizmetine müteallik bir vazife söz konusu olmadığı sürece günahların seylap halinde aktığı çarşı-pazarlardan uzak kalmak lazımdır. Mutlaka dışarı çıkmak gerekiyorsa, o zaman da mayınlı tarlada yürüyor gibi dikkatli yol almak ve şeytanî hücumlara karşı teyakkuzda bulunmak icap eder. Bunu başarabilmenin iki şartı vardır; birincisi, çarşı-pazara çıkmadan önce, yüreği hoplatacak, gözleri yaşartacak ve manevî hisleri harekete geçirecek bazı şeyler okumak ya da dinlemek; ikincisi de bir yere giderken elden geldiğince yalnız olmamaya çalışmak ve gönlü hüşyar bir-iki arkadaşla beraber bulunmaktır. Onca gayrete rağmen yine de irâde haricinde sağdan soldan gelip bulaşan lekeler, kalb ve ruhu kirleten çamurlar olabilir. Bu türlü durumlarda ise, ilk fırsatta seccadeye koşup Cenâb-ı Hakk'a yönelmek gerekir. Namaz, sadaka, oruç ve dua gibi ibadetler -inşaallah- gayr-i iradî gelip çarpan günahlara keffâret olacaktır. Aslında, harama nazar önü alınabilecek ve iradeyle kaçınılabilecek bir tehlikedir. İnsan, biraz gayret etse, günaha sürükleyen manzaralara bakmamaya sabredebilir. Göze ilişen çirkin bir manzaradan sıyrılma, iradenin belini bükebilecek kadar büyük bir yük değildir; bir nazar oku gelip çarpacağı ilk anda gözü kapamaya irade gücü yeter. Hele insan harama her göz kapamanın kendisine bir vacip işlemiş gibi sevap kazandıracağını düşünürse, o ilk anda günahtan sıyrılabilir. Fakat, nazarını hemen haramdan çevirmez, kendisini o işe salar ve bir daha, bir daha bakacak olursa, artık geriye dönme ihtimali azalır. Bir de gözünden zihnine akan manzaraları tasavvurla, taakkulle besler ve büyütürse sahilden tamamen ayrılmış sayılır. Ondan sonra geriye dönmek çok daha büyük cehd ü gayret ister. Şair bir arkadaşımın, "İsyan deryasına yelken açmışım, Kenara çıkmaya koymuyor beni!" sözüyle ifade ettiği gibi, -Allah korusun- o günah deryası, sahilden o kadar uzaklaşan kimseyi dalgaları arasında evirir çevirir ve bir daha kıyıya çıkmasına izin vermez. Hâfızayı Takviye Eden Âmiller Hâfızayı zayıf düşüren illetlere mukabil, onu kuvvetlendirecek âmiller de mevcuttur. Bunların başında düzenli bir hayat, prensipli bir çalışma, sistemli bir düşünce ve zihni daimî çalıştırma gibi hususlar gelir. Uzmanlara göre, "Beyin çok çalışırsa yorulur." kanaati yanlıştır. Beynin yorulmasının sebebi onu çok çalıştırmak değil, yanlış kullanmak ya da onu âtıl bırakmaktan kaynaklanan hantallaşmadır. Evet, beyin çok çalışmaktan dolayı yorulmaz; aksine çalıştıkça gelişir, daha verimli hale gelir. Beyni yoran ve körelten çalışmak değil, boş durmak, düşünmemek, tefekkür etmemek ve iş yapmamaktır. Kullanılmayan organların köreldiği gibi hâfıza da doğru bir şekilde sürekli işletilmezse dumura uğrar. Maalesef, hergün daha bir ilerleyen teknik ve teknoloji insan dimağını belli ölçüde etkisiz ve hareketsiz kılmaktadır. Bugünün talebeleri hesap makinelerine ve bilgisayarlarına güvenerek çarpım tablosunu bile ezberleme ihtiyacı duymamaktadırlar. Bu hazırcılıktan kaynaklanan atalet de beyin fakültelerinin aktif hale gelmesini engellemektedir. Evet insan, mutlaka teknik ve teknolojik imkanlardan istifade etmelidir, ama dengeyi bozmamaya da özen göstermelidir; mesela, basit işlerde kat'i surette bilgisayar kullanmamalıdır ki hâfızasını ihmal etmiş olmasın. Ayrıca, bilgisayar bir yandan hâfızanın işini kolaylaştırırken diğer yandan da mutlaka zihne jimnastik yaptırtacak şekilde hazırlanmalı ve ona göre programlanmalıdır. İnsan, ezberlemekten ziyade öğrenmeye önem vermeli ve ona yoğunlaşmalıdır; fakat, bazı sahalarda ehemmiyetli bir kısım metinleri ezberlemenin de zihne talim yaptırma açısından çok faydalı olduğu gözardı edilmemelidir. Diğer taraftan, uzmanlar, bazı besinlerin beynin çalışmasını doğrudan etkilediği üzerinde de dururlar. Sabah kahvaltısının beynin performansını artırdığını ve kahvaltı alışkanlığı olmayan kimselerde konsantrasyon kaybı olduğunu belirtirler. Unutkanlığı yenmek ve hâfızayı güçlendirmek için kuru üzüm gibi içinde beynin ana yakıt maddesi olan glikoz barındıran gıdaları tavsiye ederler. Hıfz Namazı Selef-i salihînden bazıları da hâfızayı güçlendirip unutkanlığı azaltma adına, hem bir kısım dualar okumuşlar hem de her sabah 21 tane çekirdekli kuru üzüm yemeyi itiyad edinmişlerdir. Ayrıca, ehlullah hâfıza geriliğinden ve ezberleyememekten şikayette bulunan insanları şu hadis-i şerifte tarif edilen dört rekatlık namaza ve arkasından yapılan duaya yönlendirmişlerdir Bir gün Hazreti Ali ra, Allah Rasûlü'ne gelip Kur'an'ı hâfızasında tutamamaktan yakınır; "Bu Kur'an göğsümden uçup gidiyor. Onu ezberimde tutamıyorum." der. Bunun üzerine Rasûl-ü Ekrem Efendimiz ona, "Cuma gecesinin son üçte birinde kalk; o, meleklerin şahit olduğu zamandır, onda yapılan dualar kabul edilir. Şayet o saatte kalkamazsan, gecenin evvelinde veya ortasında kalk ve dört rek'at namaz kıl. Birinci rek'atında Fatiha ile Yasin'i, ikinci rek'atında Fatiha ile Duhan'ı, üçüncü rek'atında Fatiha ile Secde suresini, dördüncü rek'atında ise Fatiha ile Mülk suresini oku. Tahiyyâtı bitirdiğin zaman Cenâb-ı Hakk'a güzelce hamd ü senâda bulun. Bana ve diğer peygamberlere de salavât getir. Erkek-kadın bütün mü'minler için Allah'tan mağfiret dile. Bu okuduklarının akabinde de şu duayı söyle!" buyurur ve kitaplarda "Hıfz duası" adıyla yer alan duayı tekrar etmesini ister. Hazreti Ali kerremallahu vechehu tarif edildiği üzere bunu beş veya yedi gece yapar ve Allah Rasûlü'ne gelip şöyle der "Ya Rasûlallah! Ben daha önceleri dört-beş ayeti bile ezberleyemiyordum. Fakat şimdi kırk ayet kadar ezberleyebiliyorum. Onu okuduğumda da sanki Allah'ın kitabı gözümün önündeymiş gibi oluyor. Yine önceleri bir hadisi duyup tekrar ettiğimde tam ezberleyemezdim. Fakat, şimdi hadisleri işitip onları rivayet ettiğimde bir harf bile kaçırmıyorum." Tirmizî, Daavât, 114 Sözün özü; öğrenilen malumâtı depolama ve gerektiğinde hatırlama istidadı olan hâfıza Cenâb-ı Allah'ın insana bahşettiği en büyük lütuflardan biridir. Bu harika kabiliyet, doğru dürüst kullanıldığı sürece dünyalar dolusu bilgiyi ihtiva edecek kadar büyük bir kapasitede halkedilmiştir. Hâfıza nimetinin şükrünü eda edebilmek ve onu yaratılışına uygun olarak en güzel şekilde kullanabilmek için, - Öncelikle zihinlerin silkelenmesine, - Gözlerin harama kapanmasına, - Mâlâyâniyâtın terk edilmesine, - Sistemli düşünceye, - İhtiyaç miktarınca düzenli yeme-içmeye, - Sadece yetecek kadar uyumaya, - Tefekkür ile dimağı sürekli işletip geliştirmeye, - Dağarcıktaki tıkanıklıkları istiğfar ve zikir sayesinde açmaya, - Hâfızayı istidadını aşkın hale getirmesi için Hafîz-i Zülcelâl'e ilticaya ve bir de en bereketli zaman dilimleri olan seher vakitlerini kollayarak fiilî dua adına intizamlı çalışmaya ihtiyaç vardır. 7 Tefekkür ne demektir? Kâinat, muazzam mânâların ifade edildiği muhteşem bir kitap; insan ise, bu kitabın en anlayışlı muhatabıdır. Bir arının çiçekten çiçeğe konup bal yapması gibi, insan dahi kâinat kitabının sayfalarında seyahat ederek, tefekkür balı varlıklara Allah namına bakmaktır. Şüphesiz, pencereye bakmakla pencereden bakmak bir değildir. Pencereye bakanlar lekeleri görür, pencereden bakanlar ise, güzellikleri seyrederler. Tefekkür, mevcudat pencerelerinden Allah’ın isim ve sıfatlarına nazar etmektir. Her bir varlık, Allah’tan bir bir bez olmanın ötesinde devleti sembolize eder; dalgalandığı yerlerin, o devlete ait olduğunu haykırır. Onun gibi, her bir varlık dahi, Allah’ın Rububiyet saltanatını ilan ve semavattaki varlıkları tefekkür nazarıyla temaşa edenler, İlâhi sanatın mükemmelliği karşısında hayret secdesine varırlar. Kalplerindeki iman coşar, yakînleri ziyadeleşir. İnce tefekkür duygularına, hislerini de katabilirlerse, İlâhî sanatı seyir ve temaşadan, tarifin fevkinde bir zevk alırlar. “Her şey bana Seni hatırlatıyor.” ayetler, tefekkürle ilgili bir kısım esaslara işaret eder“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece gündüzün peş peşe gelişinde, akıl sahipleri için ayetler deliller, ibretler vardır. Onlar, ayakta iken, otururken ve yanlarına uzandıklarında Allah’ı anarlar ve göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. Ya Rabbena, Sen bunları boşuna yaratmadın, Seni tenzih ederiz. Bizi cehennem azabından koru’ derler." Âl-i İmran, 3/190-1911. İnsan, tefekkür ederken Allah’ın zâtını değil, yarattıklarını düşünmelidir. Resulullah, bir topluluğa vardığında ne yaptıklarını sormuş, “Allah’ın azametini tefekkür ediyoruz.” cevabını alınca,“Allah’ın mahlukatını tefekkür edin, kendisini değil. Çünkü buna güç yetiremezsiniz.” demiştir.Aclûnî, I/3112. Hilkatte abes yoktur. Her şey yerli yerinde yaratılmıştır. Bütün ilimler, yaratılıştaki mükemmelliğin şahididirler."Çevir gözünü, bir çatlak kusur görebilir misin? Sonra, bir daha, bir daha çevir. Sonunda göz, yorgun argın sana geri dönecektir.”Mülk, 67/3-4ayeti, bu mükemmelliğe dikkat Gâibane tefekkür, neticede insanı Allah’a seslenişe sevk edecektir. Nitekim, bu ayette anlatıldığı gibi, önce göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür etmişler, sonra birden hitap makamına yükselip, yalvarışa kâinat kitabının ayetlerinin tefekkürü, gerekse Kur’ân ayetlerinin tefekkürü, her müminin en belirgin vasıflarından olmalıdır. 8 Heyecanı yenmenin ve başarılı olmanın yöntemlerini açıklar mısınız? Sosyal fobi... İlk defa yaptığımız her iş önce heyecan ve korku oluşturur. Korku anında dolaşım sistemi içerisine gerginlikle orantılı olarak aşırı kortizol salgılanır. Bu durum düşünce akışını engeller. Kişi bu anda olumlu duygularını kaybeder. Daha ileri düzeyde elleri ve hatta tüm vücudu titrer. Kalbin çarpması ve kan dolaşımı hızlanır. Davranışların kontrol edilmesi zorlaşır. Bu sorun ileri düzeyde olursa, insan başkalarıyla göz göze gelemez; başı titrer, âdeta beyni dış dünyadan kopmuş gibi olur. Korku anında insan kalbinde bir iç endişe akıntısı hisseder. İnsan bir an önce bu durumdan kurtulmak için o ortamdan uzaklaşmak, yapmak istediğini yapmaktan vazgeçmek zorunda kalır. Ayrıca endişe veya korku, konuşmacının inandırıcılığı kaybetmesine yol açar. Bazı insanlarda korku duygusu çok gelişmiştir. Sık sık duyulan bu endişeler gittikçe birbirlerini beslerler ve endişe edebilme yeteneği gelişir İnsan en küçük bir sorundan bile endişe duymaya başlar. İleri düzeyde korku ve endişe, sinir sistemi için son derece tahrip edicidir. Tüm başarılı konuşmacılar toplum önüne çıktıklarında mutlaka heyecanlanmışlardır. İstisnasız her insan korku ve endişeyi yenebilir. Ancak bunun için tüm inançlarını yeniden gözden geçirmeli ve bir dizi egzersiz yapılmalıdır. Aşağıda korkunun nedenleri tek tek açıklanmıştır. KORKUNUN NEDENLERİ Temel korku nedenleri arasında baskı dolu çocukluğu, sürekli yaşanan stres ve hastalıkları, sosyal olmayan bir ortamda uzun süre kalmayı, başarısızlığa inanmayı, hafızanın zayıf kalmasını, söylenecek bir söz bulunamamasını sayabiliriz. Baskı Dolu Çocukluk Çocukluk ve gençlik döneminde aşırı aile otoritesi, baskı, şiddet, dayak gibi olaylar yaşanabilir. Normalin üzerine çıkarak belli bir süreklilikte devam ettiğinde, bu durum kişinin psikolojisinde çok köklü bir içe dönüklük ve cesaretsizlik üretir. Baskı ve şiddet ortamında çocuk kendine güvenini kaybeder. Kişiliği bir yandan tepkici, diğer yandan başkalarına bağımlı gelişir. Sürekli aşağılanan çocuğun alt şuurunda başarısızlık imajı yerleşir. Bu imajı normal şarlar altında özel bir gayret göstermeksizin yok etmek mümkün değildir. Eğer bir şekilde yerleşmiş olan aşırı heyecanlarınız varsa köklü değişikliklerle bunları yok etmelisiniz. Sürekli Stres ve Hastalıklar Ara sıra yaşanan, şiddetli de olsa, stres ve hastalıkların kalıcı bir olumsuz psikolojik etkisi yoktur. Hatta kısa süreli ve geçici olduklarında, bunlar insanın yaşama sevincini ve heyecanını artırabilirler. Ancak stres ve stres üreten hastalıklar hafif de olsa uzun süreli yaşanırsa şöyle bir gelişme olur Kan dolaşım sistemine devamlı kortizol hormonu salgılanır. Bu salgılama vücudu kısa sürede çöplüğe dönüştürür. Stres vücudu germekte ve saldırıya hazır tutmaktadır. Dolaysıyla bu kirlilik uygun yöntemlerle temizlenmediğinde aşırı baskı altında kalan sinir sistemi yorulur. Bu yorgunluğun aralıksız devam etmesi halinde insan ölüme kadar gidebilir. Vücut bu durum karşısında otomatik bir tedbir alır. Beyin ile vücut arasındaki emir-komuta zinciri zayıflatılır. Çünkü kişi öyle bir düşünce alışkanlığına sahiptir ki, bu düşünce gerginlik üretmekte ve vücudu tahrip etmektedir. Bu durumda vücudu ölüme gitmekten kurtarmak için beyin bir anlamda vücudu uyuşturur, vücut gevşer ve rahatlar. Ama bu rahatlama aynı zamanda düşünce akışını da iyice tahrip eder. Bu süreçte düşünce akışı bloke olur, hatırlama iyice zayıflar, unutkanlık kendini gösterir, kişi iç sorunlarıyla iyice bunalır. Tüm bunlar yine kişinin kendine güvenini sarsar, kişiyi insanlardan uzaklaştırır. Böylece korkunun başarısızlık, kendini suçlama, aşağılama gibi bir boyutu ortaya çıkar. Ancak hastalıkların stres üretmesi insanın düşünce biçiminden kaynaklanır. İnsan eğer hastalığı kendisini olgunlaştıran bir fırsat olarak görürse, vücudu acı çekebilir, ama psikolojisi sağlam olacağından tahrip edici stresi yaşamayabilir. Antisosyal Bir İş Ortamı Bazı işler veya iş ortamları vardır ki bunlar yapıları gereği insanları toplumdan uzak tutarlar. Örneğin bilgisayarın sürekli başında oturup iş yapmak durumunda olanlar dış dünyadan büyük ölçüde koparlar. Zihinleri bilgisayar dünyasının kendilerine sunduğu sanal ortama iyice kapılmıştır. Bazı fabrika işleri belli bir tezgahın önüne hapsedebilir. Bu arada geceleri çalışıp gündüzleri uyuyan bekçilerin genellikle konumları da toplumsal olmayan asosyal bir yapı taşır. Buna karşın yöneticilik, pazarlamacılık, öğretmenlik ve sunuculuk gibi meslekler kişileri sosyal olmaya zorlar. İnsanlar kendilerini toplumdan uzaklaştıran işlere hapsettiklerinde beyinleri bu ortama alışır. Değişik insanlarla muhatap olabilme yetenekleri zayıflar. Kavramaları kendi iç referanslarıyla sınırlanır. Topluma açılıp insanlarla konuşmaktan sıkılırlar. Kişilikleri, içine kapanık ve bireysellik ekseninde gelişir. Dolaysıyla toplum önünde söz söylemeleri gerektiğinde büyük bir korku ve heyecan duyarlar. Ancak çeşitli hobiler geliştirerek ek sosyal faaliyetler içerisinde bulunanlar bu kötü gidişi engelleyebilirler. Başarısızlık İnancı Yukarıdaki şartların hiç birisi mevcut olmadığı halde insanlar yine de toplum önünde söz söylemekten korkabilirler. Bunun önemli bir nedeni başarısızlık imajının zihinlerine iyice yerleşmesidir. İnsanın her davranışa yüklediği anlam, alt bilincine bir emir olarak gönderilir. Bir işi başarmaya girişen insan her zaman istediği sonucu elde edemeyebilir. Bu herkes için tabiidir. Ama bazı insanlar sonucu elde edemediklerinde hemen başarısız olduklarını düşünürler ve kendilerini suçlarlar. Bu suçlamalar bir çok kez tekrarlanır. Sonuçta insan farkında olmadan kendi alt bilincine “ben başarısızım” hükmünü yerleştirmiş olur. Bu çok sınırlayıcı bir kalıptır. Çünkü insan bir kere bu inancı otomatikleştirdiğinde bu inanç onun hemen her işinde başarısız olmasına yol açar. Neye inanıyorsak beynimiz onu doğrulamak uğurunda amansız gayretler göstermeye devam edecektir. “Ben başarısızım” inancı alt bilincinde yerleşmiş olan insan “belki bu defa başarabilirim” diyerek harekete geçse de sık sık “ya başaramazsam” endişesini yaşar. Bu endişe dikkatini zayıflatır, zihnini olumsuz sonuçlara yaklaştırır. Bu muhtemel olumsuz sonuçlar dayanma ve direnme azmini azaltır. Kişi kendisini güçsüz hisseder. Bu güçsüzlük ve onun getirdiği tedirginlik kişiyi “vazgeçme” noktasına götürür. Böylece kişi gerçekten de başarısız olur. Toplum karşısında konuşabilme ise cesaret gerektiren bir başarıdır. Başarısızlık inancı cesareti kıracağından kişi toplum karşısında konuşamaz. Başarısızlık ihtimali aklına geldiğinde bile derin bir korku veya endişe yaşar. Söylenecek Bir Sözün Olmaması Toplum karşısında söz söylemeyi engelleyen son faktör kişinin söyleyecek bir sözünün olmamasıdır. Pek tabii ki ne söyleyeceğimizi bilmiyorsak konuşmaya başlayınca takılırız. Bunu bir çok defa tecrübe etmişizdir. Dolaysıyla düşüncelerimizden emin olmadığımızda konuşmaya cesaret edemeyiz. Bir insanın söyleyecek sözünün olmamasının çeşitli nedenleri olabilir ki bu, çok kapsamlı bir sorundur. En temelde bu durum kişinin iyi bir okuyucu olmamasından kaynaklanır. İnsanlar bilgilerinin % 80’ini okuma yoluyla elde ederler. Hiç okumayan insanların bilgileri çok sınırlıdır. Ayrıca bu kişiler bilgilerini birbirleriyle ilişkilendirerek yeni anlamlar ve bakış açıları da üretemezler. Ancak insanlar okuma dışında kişisel tecrübelere sahip olabilirler. Bu tecrübeler üzerinde düşünmüş olabilirler. Bu durumda bilgileri var demektir. Söyleyecek sözü olmayan insan çok az konuyla ilgilenen hatta kendisinin dışında hiç bir şeyle ilgilenmeyen insandır. Çünkü söylenen söz ancak başkalarını ilgilendirdiğinde başkalarına anlatılabilir. Başkalarıyla ilgilenmeyen ve genel sorunlar üzerinde düşünmeyen insanların beyin aktiviteleri zayıftır. Dolaysıyla böyle insanlardan söz söylemeleri istendiğinde ne söyleyecekleri konusunda endişeye kapılırlar. Bu endişe konuşma cesaretlerini kırar. Hafızanın kontrol Edilememesi Çok zayıf bir hafıza kişinin özgüvenini yitirmesinin ve konuşmaktan çekinmesinin en önemli nedenlerindendir. Çünkü konuşmacı huzura çıktığında hafızasının kendisine yardımcı olmayacağını ve ne söyleyeceğini unutabileceğini düşündüğünden konuşmaya cesaret edemez. Esasen hafızası çok zayıf olan insanlar belirgin bir hastalığın işaretini verirler. Çoğunlukla hafıza eksikliği bir hastalığın belirtisi değil zihinsel tembelliğin belirtisidir. Zihinsel tembellik konsantrasyon eksikliğinden kaynaklanır. Konsantrasyon eksikliği ise girginlikten veya stresten kaynaklanır. Dolaysıyla kişi gevşedikçe konsantrasyon yeteneği artar; bu artış hafızanın doğal çalışma ritminin sağlam işlemesine yol açar. Konuşacağı konu üzerinde yeterince zihinsel ve duygusal olarak yoğunlaşmış bir kişi mutlaka o konu üzerinde söz söyleyebilir. Ancak biz yine de ayrıntılı olmamakla birlikte hafızamızın güçlenmesini ve bize yeterince yardım etmesini sağlayan bazı teknikler üzerinde duracağız. Mükemmel bir hafızaya sahip olmak isteyenler bilmelidirler ki ısrarlı bir çalışma ile kısa sürede arzuladıkları hafızayı geliştirebileceklerini görebilirler. Korkunun Çözülmesi Şurası gerçek Yüzlerce defa binlerce insanın huzurunda konuşmamışsanız her defasında heyecan duyarsınız. Bazen heyecanınız o kadar büyük olur ki sizi zincirlerle kürsüye çıkaramazlar. Kendinizden emin olun. Korkuyu ve heyecanı çok kolay yeneceksiniz. Eğer bunu gerçekten arzuluyorsanız şimdiden bilin Toplum önüne çıktığınızda kalbiniz sakin, gözleriniz ışıl ışıl olacak. Çalışmalarınızı üç ana bölümde oluşturacaksınız. Unutmuyorsunuz. Korkular zihninizde yerleşmiş otomatik programların sonucudur. Ortamı oluştuğunda bu programlar bir plak gibi devreye girmektedir. Plağı bozmaz ve yerine yenisini koymazsanız eskisi çalmaya devam eder. En kötüsü de devamlı çaldığınız plaklar her defasında daha güçlü ve köklü hale gelirler. Korkularımızı üç temel alanda çalışarak yok edeceğiz. Birinci alan kelimelerle kurulu alandır. Düşüncelerin bir boyutunu kelimeler oluşturur. Korkularımız varsa bunlar kelimelerle örülmüştür. Bu bölümü “Cümle Telkin sistemi”yle çözeceğiz. Düşüncelerimizin ikinci boyutunu imajlar oluşturur. Kendinizi nasıl canlandırıyorsunuz. Korkudan titreyen bir insan olarak mı? Başı dik, yüzünde tebessüm olan bir cesaret abidesi olarak mı? “İnsan ne düşünüyorsa odur.” sözü doğrudur. Bu ifadeyi değiştirelim. İnsan kendini hayalinde en çok nasıl görüyorsa odur. Kendimiz hakkındaki imaj filmlerini değiştirmemiz gerekiyor. Bu çalışma alanını “İmaj telkin Sistemi” olarak adlandıralım. Korkuyu yenmeye çalışırken üçüncü bir boyutu “davranışı” kullanacağız. Kelime veya imajlardan oluşan tüm düşünceler, tekrar edildiklerinde eyleme dönüşürler. Eylem davranıştır, tutumdur. Beynimizdeki kalıpları asıl pekiştiren sergilediğimiz tutumdur. Çünkü düşünce tutuma dönüştüğünde tüm algılarımız devreye girer. Davranırken yaptıklarınızı duyar, görür ve onlara dokunursunuz. Bu bölümde yapacağımız çalışmaları “Tutum Telkin Sistemi” kavramıyla ifade edelim. Şimdi gurur verici büyük kişiliğinizi inşa etmeye hazırsınız. bizimle gönü birliği içinde çalışmaya devam ettiğinizde heyecan verici bir hızda nasıl da değiştiğinizi göreceksiniz. Başlıyoruz Cümle Telkini Toplum karşısında söz söylemekten korku ve endişe duymanın devamlılığını sağlayan en önemli faktör inanç sistemidir. Aldığımız her bilgi, yaşadığımız her tecrübe inanç sistemimizi etkiler ve yeniden şekillendirir. Bu bölümde bu inançların başlıcalarını aktarıyoruz. - Ben yeterince yetenekli değilim. - Bu işi başaran insanlar benden çok üstün. - Şimdiye kadar hep başarısız oldum. - Başkaları varken bu işi yapmak bana düşmez. Bu temel inançlar sizde az veya çok bulunabilir. Herkes için bunlar kesinlikle asılsız inançlardır. Ancak ne yazık ki insanların çoğunluğu bu asılsız inançları edindiklerinden hayatları hep sönük geçmeye mahkum edilmiştir. Dikkat edelim İnançlar her zaman kendilerini doğrularlar. Neye inanıyorsak, maddi manevi tüm güçler bizi doğrulamak için çalışırlar. Şimdi yukarıdaki inançların neden doğru olmadığını anlatacağız. Lütfen bu açıklamaları tekrar tekrar okuyunuz. Bu açıklamaları ezberleseniz bile fırsat buldukça okumaya devam ediniz. Burada amaçlanan sadece öğrenmeniz değildir. Temel amaç doğru inancın alt bilincinize kilitlenmesinin sağlanmasıdır. Zira inançlarınız kendinize defalarca söylediğiniz sözlerdir. Şimdi doğru sözleri kendinize söyleyerek doğru inançları yerleştirmeniz gerekmektedir. Bu açıklamaları yeterince okur ve anlatılanları fırsat buldukça düşünmeye devam ederseniz bir ay içinde yeni inançlarınız alt şuurunuza kaydolacaktır. Daha hızlı değişmek istiyorsanız, tele-terapi kasetlerinde anlatılan sistemi her gün kullanmalısınız. Cümle telkin sistemine göre alt şuurumuzu hızla yapılandıracak yeni cümle emirleri vereceğiz. Alt şuurumuzdaki kalıplar zaten bu tür cümle emirlerinden oluşmuştu. Emirlerin güçlü bir şekilde yerleşmesi için belli özelikler taşıması gerekir. Bu özellikleri sıralayalım 1. Derin Gevşeme Tüm kas sistemlerinizi gevşetmelisiniz... Seminer ortamında sunucunuz derin gevşemeyi size gösterecektir. Ne kadar derin gevşeyebilirseniz emirleriniz o kadar derin ve kalıcı yerleşir. 2. Cümle Yapısı Cümle yapısı yeterince basit olmalıdır. Kısa cümleler kurmalısınız. Cümle sadece şimdiki zaman kipinde olmalıdır. Alt şuur geçmiş veya gelecek zaman kipinde söylenen sözleri, geçmiş veya gelecek zaman için dikkate alır. Geçmiş hep geçmiştir ve gelecek de hep gelecektir. Alt şuur olumsuz emirleri anlamaz veya tersinden anlar Sadece olumlu emirleri anlar. 3. Gelişme Sürekliliği Cümle yapısı gelişmenin sürekliliğini ve tekamülü içermelidir. Her hangi bir olayın tekrarına bağlı olarak daha iyi olma durumu ifade edilmelidir. Buna göre aşağıdaki telkin cümlelerini eleştirelim - Ben başarılı olmak isteyen bir insan olarak her gün gelişiyor, mükemmelleşmeye adım adım ve süratle ilerliyorum. Cümle çok uzun, emir kayboluyor. - Sigara içmiyorum. Zaman kipi doğru, ama cümle olumsuz. - Çok ders çalışacağım. Gelişme bağı yok. Gelecek zaman hatası var. Asırlar geçse de alt şuur emri hep geleceğe atar. - Her gün ve her nefeste daha çok gülümsüyorum. Uzunluk yeterli. Şimdiki zaman doğru kullanılmış. Gelişme her güne ve her nefese bağlanmış. İşte en iyi cümle telkin biçimi budur. “Her sabah daha dinç uyanıyorum.” deyin. Telkin oluştururken yıkmak istediğiniz olumsuzluklar hakkında zorluklarla karşılaşabilirsiniz. Eskilerini nasıl kaldıracaksınız? Öfkeleniyorum- Öfkelenmiyorum. Sigara içiyorum- Sigara içmiyorum. Çözüm kelimelerin olumsuzlanarak kullanılması değildir. bunun yerine olumlu karşıt anlamlı kelimeleri seçmek zorundasınız. Öfkelenmemek istiyorsunuz-Daha sakin oluyorum. Sigara içmemek istiyorsunuz-Sigara içmeyi bırakıyorum. Bu bölümde önce genel başarımızı engelleyen hatalı inançları yok etmemiz gerekir. Ardından doğru inançların fikir temellerini oluşturacağız. bu fikir temellerinin alt şuurumuza kodlanması için alıştırmalar yapacağız. YIKICI İNANÇLAR Ben Yeterince Yetenekli Değilim Size de Edison veya Einstein gibi günü 24 saat olan bir ömür emanet edildi. Siz de kafatasınızın içinde bütün diğer insanlar gibi ölünceye kadar eşit sayıda milyarlarca sinir hücresinden oluşturulan harika bir beyin mekanizması taşıyorsunuz. Siz de herkes gibi sadece süt emme yeteneği gelişmiş olarak dünyaya gönderildiniz ve bunun dışındaki her şeyi dünyada öğrendiniz. Öyle büyük bir potansiyele sahipsiniz ki milyonlarca iş yapsanız bile beyin kapasitenizin hala yaklaşık binde bir-ikisini kullanıyorsunuz. Kimse sizden üstün yeteneklerle yaratılmadı. Siz de kimseden üstün yeteneklerle yaratılmadınız. Öyleyse neden bazı insanlar zirvelere tırmanıyorlar? Neden sempati, karizma, zenginlik, şöhret gibi değerler yalnızca bazı insanların elinde kalıyor? Fizikçi iseniz neden bir Einstein veya Abdüsselam değilsiniz? Edebiyatçı iseniz tarihin gerilerinde hala parlak kalan Shakeasper’in ötesine neden geçmiyorsunuz? İnsanı potansiyel üstünlüğüne kavuşturan tek vasıta “bilgi” ve bilgiye dayalı “eğitim”dir. Kendinizi incelediğinizde bilgiye dayalı olmayan hiç bir becerinizi bulamayacaksınız. Okuma-yazması olmayan Hz. Peygamber’e asm Kur’an’da geçen ilk emrin “oku” yani “öğren” olması şaşırtıcı gelmiyor mu? Bugün biz bilgilerimizin % 80’ini okuma yoluyla elde ediyoruz. Siz sel yığınlarında kendinizi sürükleyen bir sıradanlığa layık olamayacak kadar üstünsünüz. Hayallerinizde yaşayan “büyük size” ulaşmak sizin elinizdedir. Kimse günlük 24 saatine bir dakika ekleyemez. Ama siz bir gününüze 10 günlük işi sığdırabilirsiniz. Bu güne kadar kişisel yeteneklerinize ne kadar yatırım yaptınız? Zihninizden yükselen çeşitli itiraz sesleri duyuluyor; iddialarımızı küçümsüyor musunuz? O zaman aşağıdaki açıklamalara ne diyeceksiniz? - Bu İşi Başaran İnsanlar Benden Çok Üstün Kendinizi yanıltıyorsunuz. bir vakitler Anthony Robbins de böyle düşündüğünü söylüyor. 20 yaşlarında iken bir otelde hizmetli olarak çalışıyordu. Fakir ve eğitimsizdi. Çektiği ızdırap canına tak ettiğinde tüm hayatını kökten değiştirmeye karar verdi. Önce bir hızlı okuma kursuna gitti ve ardından birkaç yıl içinde 700 kitap okudu. Bugün aynı adam Amerika Birleşik Devletlerinin her yıl milyonlarca dolar kazanan adamı ve neredeyse tüm dünyada tanınıyor. yıllarını eğitime harcayan profesörler bile önce hafife aldıkları bu yüksek eğitimi olmayan adamdan ders almaya ve kitaplarını tavsiye etmeye başladılar. Onun hayatını sadece on yıl içinde böylesine değiştiren neydi? O sadece başarmak için yola çıktı ve kader onu başarıya ulaştırdı. Onun kavradığı gerçeği biz de kavramalıyız. Şunları bilmeliyiz. İnsanın sinir sisteminde milyarlarca nöron vardır. Nöronlardan oluşan beynimiz saniyede 30 milyar bitlik bilgi işleyebilmektedir. Herhangi bir normal beyinde oluşturulabilecek potansiyel örgü veya bağlantı sayısı 1 rakamını izleyen 10 milyon kilometre sıfırla ifade edilebiliyor. Kafamızdaki her bir nöronun bir milyon bitlik enformasyon depolama kapasitesi vardır. Bu korkunç potansiyel sağlıklı olan herkeste vardır ve biz insanlar potansiyelimizin ortalama olarak % 1’ini kullanıyoruz. Geri kalan büyük kapasite ise kullanmamız için bizi bekliyor. 200 civarındaki buluşun sahibi Edison başarının % 99’unu çalışmaya, %1’ini de zekaya bağlamaktadır. Bu zekanın önemsiz olduğu anlamına gelmez. bunun anlamı zekanın tek gelişme yolunun çalışma olduğunu gösterir. Evet sonuçta bu işi başaranlar sizden üstündür. Ama bu üstünlükleri sizden üstün doğmalarından kaynaklanmaz. Sadece çalışarak üstün hale gelmişlerdir. Tarihe üstün olarak geçen herkes sadece ve yalnızca amansızca çalışarak üstünleşmişler; yani kullandıkları beyin kapasitelerini arttırmışlardır. Diğerlerinden hiç farkınız olmadığı halde kendinizi üstün olmamaya mahkum ederseniz oluşturduğunuz bu inanç kalıbı tüm hayatınız boyunca sizin üstün olmanızı engelleyecektir. - Şimdiye Kadar Hep Başarısız Oldum Edison da elektriği bulmak için yıllarca beklemek ve binlerce deney yapmak zorunda kalmıştı. Bir ABD başkanı sonunda başkan olabilmek için yıllarca bir çok seçime girmek ve kaybetmek zorunda kalmıştı. Hayat her zaman sabırla hedefleri üzerinde durmaya devam edenleri hedefe ulaştırmıştır. Dağarcığınızdan “başarısızlık” kelimesini kaldırmak zorundasınız. Böyle bir olgu yoktur; teşebbüse devam eden insan için başarısızlık yoktur. Sadece her defasında başarıya bir adım daha yaklaşmak vardır. Başarısızlık denilen her şey sizi başarıya götürmeyen bir yolun keşfidir. Her başarısızlık zannedilen olay bizin için paha biçilmez derslerle doludur. Eğer yaptıklarınızın sonucunu kontrol etmemişseniz “başarısızlığınıza” hükmedecek ve çalışmaktan vazgeçeceksiniz. Elinizde bir pusula yoksa tek başarı yolunuz deneme-yanılmadır. Oysa şimdi elinizde başarıya ulaşanların oluşturduğu pusulalar vardır. “Başarısızlık” kelimenizi kaldırmakla kalmamalı ve bu kelimeye yüklediğiniz tecrübelerinizin anlamlarını da “başarıya bir adım daya yaklaştım” şeklinde değiştirmelisiniz. Bu değişikliği yaptığınızda aslında gerçeğin ta kendisinin de bu olduğunu göreceksiniz. Eğer bu kelimeyi unutamıyorsanız, mutlaka kullanacaksanız, başarısızlığı doğru tanımlayın. Gerçekte tek başarısızlık vardır Çalışmaktan, denemekten, teşebbüsten vazgeçmek... - Başkaları Varken Bu İşi Yapmak Bana Düşmez Herkes böyle düşünseydi şimdi geceleri karanlıkta kalıyor olacaktık. Hepimizin hayatını değiştiren insanlar böyle düşünmüyorlardı. Bu iş öncelikle birinci derecede bana düşer diyen insanlar o işi yapan insanlardır. Farklılaşan insanlar derhal sorumluluk üstlenen insanlardır. Kullandığınız her şey başkalarının ürettiği şeyler midir? Neden siz de üretmeyesiniz? Bu işin sorumluluğu benim omuzlarımda dediğinizde birden o işin önderi konumuna getirildiğinizi göreceksiniz. Bu konulmuş bir kanundur. Sizin yaptığınız işi başkalarının da yapmasının size zararı yoktur. Siz de yaparsanız o iş daha mükemmele ulaşır. Kaldı ki eğer duygularınızı kuvvetli kullanıyor ve daha çok çalışıyorsanız, o işi yapan başkalarının da lideri konumuna yükselirsiniz. Dünyada iki tip insan vardır Yöneten ve yönetilenler; güdenler ve güdülenler; düşünce üretenler ve üretilen düşünceyi taklit edenler... Birinci sınıfta yer alanlar tüm insanlığın %10’undan azdır. siz sadece bir inanç ve bakış açısı değişikliği ile ilk guruba dahil olabilirsiniz. Eğer hala “ben yapamam” diyorsanız, o zaman bilmelisiniz ki yapmak istemiyorsunuz. Yani “ben yapmak istemiyorum” demek istiyorsunuz. Yapabileceğini bildiği halde yapmak istemeyen insan için ise yapılabilecek hiç bir şey yoktur. Yaratıcımız ne yapabileceklerini bilen insanların tercihlerine müdahale etme hakkını ve gücünü kimseye vermemiştir. ALIŞTIRMA KORKU-CÜMLE TELKİN 1. Aşağıdaki telkin cümlelerini okuduktan sonra takip eden açıklamaları inceleyin. Önce telkin cümlelerinin inanç temellerini yerleştirmeliyiz. a Her Gün Büyük Yeteneklerim Sürekli Gelişiyor. Bu sözü milyonlarca defa kendinize söyleyeceksiniz. Lütfen önce bir kaç saatinizi kendinize ayırın. Tüm geçmişinize bakın. Bu güne kadar başardığınız küçük büyük ne varsa, edindiğiniz küçücük bir tecrübe bile olsa not defterinize kaydediniz. Göreceksiniz ki küçümsediğiniz siz, çok büyük işleri zaten başardınız. Köyde hiç bir kültürel ve tecrübi birikimi olmayan bir çobana göre çok farklı birikimleriniz var. Bunları tekrar tekrar düşünerek ne kadar yetenek potansiyeliniz olduğunu kendinize söyleyeceksiniz. b Her Gün Daha Üstün Olmaya Devam ediyorum Bu inancı da milyonlarca defa tekrar edeceksiniz. Unutmayın zaten her gün binlerce defa kendiniz hakkında kendinize bir şeyler söylüyorsunuz. Geçmişteki tecrübelerinizi hep yüklediğiniz anlamlarla sık sık kendinize söylediniz. Şimdi o tecrübelerin anlamını değiştiriyorsunuz ve yine kendinize söylüyorsunuz. Başaran insanların geçmişlerini düşünün. Bir Marslı gibi, başka bir yaratık gibi dünyaya gelmediler. Onlar da sizin gibi önce, okuma-yazma bilmiyorlardı. Onlar da annelerinin kucağında büyüdüler. Hatta biz bir anne kucağından yoksun idiyseniz daha üstün olma fırsatına sahip olduk demektir. Daha büyük asker daha zor şartlara rağmen zafere kavuşan askerdir. Başarılı olduklarını bildiğiniz insanlara göre daha çok fakirlik, hastalık veya acı çekmişseniz ruhunuz daha dolu ve heyecanlı demektir. Tüm bunlar diğerlerinden daha da üstün olabilmeniz konusunda sizi daha yukarılara itecektir. Bu yeni iç konuşmanın duygularınızda yol açtığı değişikliği hemen görmelisiniz. c Her Gün Daha Başarılı Olmaya Devam Ediyorum. Lütfen geçmişinize bakınız. 10 yıl önceki siz ile 5 yıl önceki ve bugünkü sizi karşılaştırın. Bu karşılaştırma biçimi bir alışkanlık olarak yerleşmelidir. Her zaman dikkat etmeniz gereken, azıcık da olsa üstünleştiğiniz noktalar olmalıdır. Çoğu insanın düştüğü korkunç hataya düşmeyin. Kendinizi çok imkanı olan başkalarıyla değil; bugün düne göre daha çok imkanı olan kendinizle karşılaştıracaksınız. Siz size göre üstünleşiyorsunuz. Nerelerde ne kadar? Üstün noktalarınızı görmek için kendinizden aşağıda olanlara bakabilirsiniz ama asla kendinizden üstün olanlara bakarak kendinizde üstün noktalar aramayın. Aksi taktirde ilerleme sürecini gerileme sürecine dönüştürürsünüz. Kendinizden üstün olanlara sadece nerelere çıkmak istediğinizi düşündüğünüzde bakmalısınız. Bu bakış sizi yukarıya çekecektir. Bu ilerleyişinizi milyonlarca defa görmelisiniz. Unutmayın, beynimiz dışarıdaki gerçeğimizi hayalimizde kurguladığımız gerçeğimizden ayıramaz. Yani yetim bir bebeği görmek sizi üzdüğü kadar, yetim bir çocuğu hayal etmek de sizi üzer. Dışarıdaki gerçeği biz kontrol edemeyiz ama hayalimizdeki gerçekle istediğimiz gibi oynayabiliriz, onu hemen değiştirebiliriz. Hemen değişmek istediğimize göre ilk yapmamız gereken hayalimizi değiştirmektir. d Önüme Çıkan Her İşi Hemen Yapıyorum. Karşınızda çözülmesi gereken bir problem mi var? Hemen harekete geçiyorsunuz. Problem yoksa aramalısınız. Çünkü özellikle bu çağda problemsiz hiçbir köşe bulamayız. Üstlenebileceğimiz bir çok görev vardır. Biz görevi arayarak üstlenmesek bile çoğu zaman görev bir fırsat olarak bize sunulur. Çoğu insan bu tür fırsatları angarya görerek reddeder. Bilmeliyiz ki yaptığımız her işin hemen parasal bir karşılığı olmak zorunda değildir. En önemli karşılık edineceğiniz paha biçilmez tecrübedir. Önce gereken mükemmellikte işi gerçekleştiremeseniz de bilmesiniz ki hiç kimse bir işi ilk yaptığında kusursuz olmamıştır. Yolda yürüyen bir görme özürlüyü kolundan tutup yardım etmek mi gerekiyor? Bir milletvekilinin bir konuda uyarılması mı gerekiyor? Yetim bir çocuğun başının okşanması mı gerekiyor? Ailenizin geçiminin sağlanması mı gerekiyor? Daha neler bulacaksınız. Neden siz değil de bir başkası yapsın bunları? Başkası da yalnız başına eksik yapmaya mahkum üstelik... Sizi sadece bu tutumunuz ve bu tutuma bağlı olarak sürdürdüğünüz tekrarlarınız geliştirir. Hiç bir iş angarya değildir. Ücretsiz çıraklık yapsanız bile edindiğiniz tecrübe bir gün paha biçilmez olacak ve eğer ücret arıyorsanız yılların emek birikimini bir gecede alabilecek hale gelebildiğinizi göreceksiniz. Burada tabii ki her işi hemen yapmaya kalkın demiyoruz. “Arzuladığınız size” destek olabilecek, o kişi olabilmek için gerekli yeteneklerinizin gelişmesine destek olacak her iş fırsatına sahip çıkın diyoruz. 2. Aşağıdaki telkinleri derin gevşemeyi takiben uyguluyorsunuz. Her bir telkini onarar defa zihninizden tekrar edin. - Her gün dostlarımı daha çok seviyorum. - Her gün kendime güvenim ve cesaretim artıyor. - Her gün sahnede daha yüksek güvenle konuşuyorum. 3. Aşağıdaki telkin cümlelerini seminer ortamında veya arkadaşlarınızla birlikte başka bir ortamda yüksek sesle söyleyiniz. Önce hep birlikte, ardından tek tek. - Kendime güvenim artıyor. - Cesaretim artıyor. - Yaratıcımın verdiği gücü hissediyorum. - Tüm engelleri aşıyorum. - Hızla güçleniyorum. - Hepinizi çok seviyorum. İmaj-Telkini Telkinlerin çok büyük boyutunu zihnimizde yaşadığımız imajlar visualization oluşturur. İmajların etkisi kelimelerden bazan yüzlerce kat fazladır. Zihninizde kendinizi görüyorsunuz. Ulaşmak istediğiniz ideal “siz” i tanımlıyorsunuz. o kişiyi inşa edeceksiniz. Geleceğinizi kuracaksınız. hayalinizde hangi filmlerin kahramanısınız. kendinize ne tür roller biçiyorsunuz. İnsanlar yaşadıklarını önce zihinlerinde prova etmişlerdir. gelecekte yaşayacak olan nasıl bir “siz”in provasını yapıyorsunuz? İmaj-Telkin sisteminde korkularını yenen bir “siz”in provasını yapacaksınız. Gelecekteki size hayalinizde dokunacaksınız. Sizi göreceksiniz. Sizin kokunuzu hissedeceksiniz. Sizi işiteceksiniz. Bu tekniği sadece korku ve heyecanı yenmekte kullanmak zorunda değilsiniz. Geliştirmek istediğiniz tüm yeteneklerinizde bu çalışma size yardımcı olacaktır. ALIŞTIRMA KORKU-İMAJ-TELKİN 1. Toplum Önündesiniz Gözlerinizi kapatacaksınız. Şu anda nasıl yapıldığını okumak için tabii ki gözleriniz açık Kendinizi sahnede hayal ediyorsunuz. Karşınızda binlerce insan var. Sizi heyecanla alkışlıyorlar. Onları görün. Işıklar üzerinizde odaklı. Fotoğraf flaşları üzerinizde patlıyor. Size dönen kameraları, resminizi çeken kameraları görün. Tüm salonu, kocaman salonu görün. Kürsüde kendinizi görün. Ortamınızdaki tüm sesleri duyun. Alkışları, ıslıkları, flaş patlamalarını, elinizdeki mikrofonu.... “Sağ olun. sağ olun” diyorsunuz. Sesinizin yankısını duyun. “Huzurunuzda olmaktan mutluyum. Sizi seviyorum” deyin. Sesiniz dalgalanıyor, duyuyorsunuz. Ortam sıcak. Sıcaklığı hissedin. Kalbinize dikkat edin. Çok sakinsiniz. Elinizde mikrofon var. Onu ağzınıza yakın tutuyorsunuz ve hissediyorsunuz. Kalbiniz sakin. Mutlusunuz. Heyecanla konuşmaya başlıyorsunuz. sizi alkışlıyorlar. Onları görüyorsunuz. Protokol sıralarına bakın. Orada devlet başkanları ve milletvekilleri oturmuş, sizi seyrediyorlar. Onlara hükmeder gibi konuşuyorsunuz. Başınız dim dik. mutlusunuz, cesursunuz, gülümsüyorsunuz.” Bu bölümde size anlatılan görsel canlandırma müzik eşliğinde seminer sunucunuz tarafından uygulanacaktır. 2. Kendinizi Bil Clinton ile tartışırken hayal edin. 3. Televizyonda bir açık oturumda konuştuğunuzu hayal edin, tüm ayrıntıları yaşayın. 4. Meclis kürsüsünde milletvekillerine konuşuyorsunuz. Davranış-Telkini Sergilediğimiz tüm davranışlarımız zamanla kişiliğimizin bir parçası olurlar. Otomatikleşirler. Eğer davranışlarımızı değiştirirsek onlara bağladığımız duygularımızı da değiştirmiş olacağız. Duygular ve davranışlar her zaman yan yana gelirler. Korkmuş gibi davranırsanız korkarsınız; korkarsanız, korkmuş gibi davranırsınız. Ya korkmamış gibi davranırsanız ne olur? Korkuyor olsanız da süratle korkunuzun yok olduğunu görürsünüz. Duygularınızı boş verin ve korktuğunuz her şeyin üzerine korkmuyor gibi davranarak gidin. Şimdi korku duygusunun yaptırmak istemediği bir kısım davranışları zayıftan şiddetliye doğru arttırarak yapacağız. Yıktığımız davranış kalıplarıyla aslında o kalıpları oluşturan korkularımızı yıkacağız. Ancak bu çalışmaları bilhassa topluluk ortamlarında yapmaya özen göstermeliyiz. ALIŞTIRMA KORKU-DAVRANIŞ-TELKİN 1. Önce ayağa kalkıp güzel konuşma seminerini tercih ettiğiniz için gurup olarak kendinizi alkışlayınız. Ayağa kalkarak isim, soyad ve görevinizi söyleyiniz. Her arkadaşınızı alkışlayınız. 2. Dörder kişilik guruplar oluşturarak ön sırada ayakta durunuz. 1 er dakika Semineri hangi yolla öğrendiniz, katılma amacınız nedir? Herkes hocaya kısa bir soru sorar. her konuşmada alkışlar-bağırmalar- yüksek sesle bravo bağırışları 3. Tek tek yüksek bir zemin üzerine çıkınız. Aşağıdaki cümleleri bağırarak söyleyiniz ve oturunuz.alkışlar “Ben cesaretliyim. Kendime güveniyorum. Herkes gibi yetenekliyim. Başaracağım. Bana inanın arkadaşlar.” 4. Gazete kağıdından sopa yapınız. Ayağa kalkınız, aşağıdaki cümleleri kuvvetle söyleyerek sopayı tekrar tekrar masaya vurunuz. “İçimdeki engelleri yok ediyorum. Ben başarısızlık tanımıyorum. Çok güçlüyüm.” 5. İkişerli guruplar halinde aşağıdaki konuya sert dille oturarak ve ayakta olarak tartışırlar “Işık topraktan daha önemlidir.” “Toprak ışıktan daha önemlidir” “Bilgi sayesinde zeka artar.” “Zeka sayesinde bilgi artar.” 6. Önce herkes oturduğu yerde sesini yükselterek gülme ve bağırma çalışması yapar. Ardından dörderli guruplar halinde ve son olarak teker teker topluluk önüne çıkarak bu çalışmayı yapar. Gülerken Şuna bakın hahhahhaaa, hihhihhi, şuna bakın hohhohhoo, hehhehhee Bağırırken Defol yanımdan. Defol. Gözüm görmesin seni, defol... 7. Yürüyüş çalışmaları Omuzlar dik, ileriye bakarak sert ve düzgün adımla yürüyüş. Önce bir, sonra iki el havada, ardından eller havada çırpılarak ve guruba bakarak yürüyüş. Tüm vücudu hareket ettirerek, sağa sola sarkarak ve guruba bakarak yürüyüş Eller arkada dil çıkararak bunu yapmayı çok zor buluyorsanız oluşturabileceğiniz en gülünç yüz ifadesiyle guruba bakarak yürüyüş 8. Şarkı Söyleme Gurup ortamında hem gurup halinde hem de bireysel olarak belli şarkılar, mırıldanarak, yüksek sesle, oturarak, gurup halinde ve tek tek ayağa kalkılarak söylenecek. seminer sunucusu gerekli parçaları, söz çözümleriyle birlikte öğrencilere sunacaktır Hafıza Faktörü Hafızamızı etkileyebilmek için üzerinde durabileceğimiz dört teme alan vardır. Bu alanlara hakimiyet derecemiz hafıza gücümüzü belirler. kitabımızın temel konusu “hafıza eğitimi” olmadığından burada konu hakkında detaylı bilgi verilmeyecektir. İşte önemli faktörler 1. Biyolojik-Psikolojik Sağlamlık Vücudumuzu genel yönetim biçimimizle ilgilidir. Vücudumuzun bio-kimyasal denge durumu hafızamızı ciddi şekilde etkiler. bu arada ruhumuzu yönetme biçimimiz de ciddi şekilde hafızamızı etkiler. Konuya ilişkin daha ayrıntılı bilgi için kitabınızın ikinci bölümünde yer alan “Mutluluk Geliştirme Yaklaşımı” altında yapılan açıklamaları okuyunuz. 2. Gevşeme Düzeyi en büyük hafıza düşmanı gerginliktir. Gerginliğin ürettiği stres düşünce akışını engeller, yavaşlatır. Gerginlik arttıkça konsantrasyon azalır. Konsantrasyon azaldıkça da hafıza tahrip olur. Seminerimizde size öğretilen derin gevşeme egzersizlerini her gün bir defa 30 dakika uyguladığınız taktirde 20 gün içersinde fark edilir bir değişim gözlemleyeceksiniz. bk Ek de yer alan açıklamalar Hafızayı güçlendirmenin en kolay yolunun derin gevşeme olduğunu söyleyebiliriz. 3. İnanç Biçimi Hafızanızın kötü olduğuna inanıyor musunuz? Cevabınız “evet”se, emin olun hafızanız kötüdür. Çünkü süper bir hafıza temeline sahip olsanız da, eğer olmadığına inanmışsanız sadık dostunuz olan alt şuur tüm çabasını sarf ederek hafızanızı tıpkı inandığınız hale getirir. Deli olmak istiyorsanız bunun çok kolay bir yolu vardır. Her gün kendinize deli olduğunuzu söyleyiniz. Hafızamızın kötü olduğuna ilişkin inancı nasıl geliştiririz? Gergin ve sıkıntılı yaşadığımız günlerde beynimizin düşünce akışı yavaşlar. O zamanlarda kötü hafıza dikkatimizi çeker. Gizliden gizliye endişe etmeye ve hafızamızın kötü olduğunu kendimize söylemeye başlarız. Sonra sevdiğimiz zarar verici arkadaşlarımız bize bizi güçsüzleştiren telkinler iletirler “Nasıl unutursun, yaşlanıyorsun galiba. Sen de mi unutkan oldun? Sakın bunu da unutma ha!” Bu sözleri duya duya büsbütün unutkanlığa şartlanırız. Bu tür sözler tekrar edildiklerinde önce şüphe oluştururlar. Sonra kanaata dönüşürler. ardından inanç olurlar. Sonunda iyice güçlenirler; iman derecesinde güçlü olurlar. Onları söküp atmak vücuttan damarları söküp atmak kadar zor oluverir. Varsa -bilinçli veya bilinçsiz yerleşmiş olabilir- böyle bir inancı derhal yıkmalısınız. Hafıza zayıflamasının nedenlerini öğreniniz. Hafızanızın yerinde olduğunu ve gelişmeye devam ettiğini düşünürseniz, süreci tersine dönüştürürsünüz. Önce eski inancınızdan şüphelenirsiniz. Ardından bu şüphe kanaata dönüşür. güçlü bir hafızaya sahip olduğunuza inandınız mı emin olun beyniniz bu inancınızı doğrulamak için tüm gücüyle çalışacaktır. Teknikleri Bu güne kadar hafıza üzerinde pek çok bilimsel araştırma yapılmış; özellikle Batı’lı araştırmacılar orijinal hafıza teknikleri geliştirmişlerdir. Esasen bu hafıza teknikleri insanlık tarihi kadar eskidir. zira tarihte süper hafızalı insanlar yaşamıştır. Ama herkesin kolaylıkla kullanabileceği sisteme yeni kavuştuğumuzu söyleyebiliriz. Bu teknikler üzerinde yeterince çalışarak sizler de birer hafıza ustası olursunuz. Dünyaca tanınmış hafıza öğreticilerinden birinin Dominic O’brain, diğerinin Tony Buzan olduğunu biliyoruz. Türkiye’den kendisi de mükemmel bir hafızaya sahip olan Melik Safi Duyar bilinen hafıza tekniklerini Türkiye halkının hizmetine sunarak çok değerli bir hizmete imzasını atmıştır. Bu isimler dışında inanılmaz hafızalarıyla şaşırtıcı gösteriler yapan pek çok isim bulunmakla birlikte, bu üç ismin imzasıyla yayınlanan eserler hafıza teknikleri konusunda yeterince bilgilenmemizi sağlayacaktır. Bir gerçeğin altı çizilmelidir. derin gevşemeyi bilmeyen kişi için diğer iki faktörün büyük etkinliği kalmaz. Derin gevşemeyi başardığınızda ise beyninizin doğal çalışma biçimi normal hayatta hafıza tekniklerine fazla bir ihtiyaç bırakmaz. Bu kitapta hafıza üzerinde ayrıntılı bilgi vermiyoruz. Ancak konuya ilişkin kitapların bazılarını kitabınızın Ek inde bulabilirsiniz. Konuşma sırasında karılaşacağınız hatırlama sorununu çözmek için konunuzu çalışın ve gerginliği yok edin. Hafızanızın sizi yalnız ve yardımsız bırakmayacağını göreceksiniz. Burada size sadece bir kaç alıştırma verilecektir. ALIŞTIRMA KORKU-HAFIZA 1. Derin Gevşeme ve Telkin Kitabınızın Ek’ de anlatılan derin gevşemeyi yaptıktan sonra aşağıdaki telkinleri, telkin bölümünde tekrar ediniz. - Her gün hafızam gelişiyor. - Her gün daha iyi hatırlıyorum. 2. Duyusal Canlandırma Yapınız Duyularınızı kullanarak zihninizde canlandırma yapınız. Duyusal canlandırma yeteneğinizi bol alıştırmalarla geliştirdikçe bilgilerin daha güçlü olarak hafızanızda yerleşmeye başladığını göreceksiniz. Aşağıda örnekleri verilen bu tür egzersizler iç görü yeteneğinizi artıracaktır. Söz söylemeye kalkmadan önce yapacağınız çalışmada ise böyle bir canlandırma ile hafızanızdaki bilgileri iyice pekiştirmiş olacaksınız. Görsel Canlandırma Kaybettiği yavrusunu arayan bir annenin görüntüsü, Güneş doğarken ve batarken oluşturduğu görüntünün renk özellikleri, akan suda yansıyan ışığın görüntüsü, bir fırtına görüntüsü, lisede iken sizin görüntünüz, çiçeklerin görüntüleri, böcekler, arabalar.... İşitsel Canlandırma Gök gürültüsü, hayvanların sesleri, rüzgar, sinek vızıltısı, uçak sesi, öfkeyle bağırma, ağlama, gülme sesleri ... Dokunsal Canlandırma Tokat attığınızda eliniz ne duyar, ateşte yansa parmağınız ne hisseder, demiri sıksanız, elinizi kesseniz, yumuşak yatağa uzansanız, çocuğu öpseniz... ne duyarsınız. 3. Eski Bilgilerinizi Tarayınız İlk okul, ortaokul, lise döneminde okulda öğretmenleriniz kimlerdi, hangi dersleri aldınız, okulunuzun nasıl bir çevresi vardı, hangi önemli hatıralarınız var? Oturun ve kendinize bunları hatırlama talimatı vererek bekleyin.Hikmetullah YETKİN, Motive ve Diksiyon 9 "Nefis" ile "nefs-i emmare" ne demektir, aynı şeyler mi, yoksa farkları var mı? "Nefis" derken çoğu zaman "nefs-i emmare"yi kastederiz. Kötülüğü emreden bu nefis, zamanla terbiye göre göre, günahlardan uzaklaşa uzaklaşa safiyet kazanır. Sonunda Allah’ın razı olduğu bir nefis olma makamına kadar bir manası da zat demektir. Yani ruhla bedenin her ikisini birden nefisle ifade ederiz. Bir ayet-i kerimede, “Allah’ın müminlerden nefislerini ve mallarını cennet karşılığı satın aldığı” haber verilir. Bu ayette geçen ve cennet karşılığı olarak Allah’a satılan nefis, Onun rızası yolunda kullanılan bütün organları, bütün duyguları, aklı, hafızayı ve bütün his dünyasını içine için değişik tarifler yapılmıştır. Bunlardan birkaçı“Bir şeyin zâtı, kendisi, hakikati.”“Ruh, kalp, can.”“Bedene müdebbir bedeni idare eden olan ruh.” Elmalılı Hamdi Yazır“Şehvet ve gazabın başlangıcı olan kuvve.”“İnsandaki kötü vasıfları toplayan bir asıl.” Gazalehvanî arzulara ve şeytanî yollara itirazsız, severek giren ve daima kötülüğü emreden düşman.”Nefs-i emmare, insan nefsinin en aşağı mertebesi ve “Muhakkak nefis kötülüğü emredicidir.” âyetinin haber verdiği büyük hırs ve hasedin emrine girmekle, ruh ve kalbi aşağıların ve bayağıların hizmetine sokmağa çalışır. Kötülüğe aşık, harama düşkün, sefahate hayrandır. Hayırlı işlerde tembel ve ürkek, şerde cesur ve atılgandır. Şeytanı meleklere secdeden men eden haset ve kibir, bu nefsin önde gelen sıfatları ve en belirgin imtihan dünyasında, insanlar nefislerinden ve şeytandan gelen kötü telkinlerle, İlâhî fermandan gelen hidayet haberleri arasında bir mücadele verirler. Kazanılan her mücadele, yani yapılan her ibadet, vazgeçilen her kötülük, uzak durulan her haram nefis için bir terakki basamağı ve bir temizlenme ameliyesi olur. Yükselme yoluna giren bu nefsin son durağı rıza makamıdır; Allah’ın taktir ettiği her şeyi rıza ile karşılayan ve böylece Allah’ın da kendisinden razı olduğu bir nefis olma makama eren nefse, Cenab-ı Hak şu hitapta bulunur“Ey mutmainne nefis Güvenceye kavuşmuş ruh! Sen Ondan O da senden razı olarak Rabbine dön. Seçkin kullarım arasına karış dahil ol ve cennetime gir.” Fecr, 89/27-30 10 Aklıma beni rahatsız eden vesvese, düşünceler geliyor; ne yapmam gerekir? Esasen sizin bu gibi konularda hiç bir şüpheniz yok. Ancak şeytan sizin içinize sürekli bu gibi şüpheleri telkin ederek vesveseler vermiş. Siz de bu şüpheleri kendinize mal etmişsiniz. Hâlbuki bu şüpheler şeytanın ürünüdür. Öncelikle durumunuzun vesvese olduğunu anlamalısınız. Aklınızdan geçen bu tür düşünceler size ait değil şeytana aittir. Siz ise bu düşüncelerden ve şüphelerden müthiş derecede rahatsız olmaktasınız. Şeytanın istediği de zaten budur. Sizi bunaltıp dinden soğutmak. İçerisinde bulunduğunuz sıkıntı, bu şüpheleri veren şeytana karşı bir tepkidir. Bu da sizin kamil iman sahibi olduğunuzun en açık göstergesidir. Yapmanız gereken çok basit; yalnızca bu gelen vesveselerle meşgul olmayacaksınız. Umursamaz davranacaksınız. Çünkü vesvese ile mücadele etmeye çalıştıkça, vesvese artar ve sizi sıkıntıya sokar. Bu sebeple rahat olun. Telaş etmeyin. Göreceksiniz ki bir süre sonra bu vesveseler kaybolacaktır. Vesvese arılar gibidir. Arı kovanını karıştırdıkça nasıl ki arıların size hücümu artar. Arılarla ilgilenmezseniz arılar sizi terkeder bulaşmaz. Yapmanız gereken vesvese kovanını karıştırmamak olacaktır. İlave bilgi için tıklayınız - Kalbe gelen evham, vesvese ve küfür sözler konusunda geniş bilgi verir misiniz, nasıl kurtulabilirim?.. 11 Kabz denilen ruhi sıkıntıdan nasıl kurtulunur? Kabz hali Tasavvufî bir terim olarak kabz takallüs, sıkılma, sıkışma anlamlarında olup, yayılma, açılma, iç açılması demek olan "bast" ın zıddıdır. Kabz, korku havf durağına tekabül eden ruhî bir haldir. İnsanda bu sıkıntı hâlini meydana getirenin Allah olduğu kabul edilir. Es-Sarrâc bu iki terimi şöyle tarif eder "Kabz ve bast yüce ve rûhî iki hal olup, ariflere mahsustur. Allah onları sıktığı zaman, yemek, içmek ve eğlenmek gibi caiz olan şeylerden ve gıdaların bir kısmından alıkoymada etkili olur. Ariflerin gönlünü açtığı zaman da, kendilerini korumayı üzerine almak sûretiyle, o câiz olan şeyleri yine kendilerine iâde eder. Kabz arifin öyle bir hâlidir ki, kendisine bu durumda marifetullahtan başkasına elverişli bir mekân bırakılmamıştır." Kitâbü'l-Lüma', nşr. Nicholsun, s. 342. Orta Çağ Hristiyan tasavvufunda kabzını karşılığı olan terim, Fransızca "desolation" dur. Bu kelime sözlükte; yıkıklık, haraplık, büyük keder, büyük iç sıkıntısı anlamlarına gelir İ. Hami Danişmend, Cirand Dictionnaire Francais Terc., İstanbul tv. I, 361. EL-KÂBIZ Allah'ın, her şeyi sonsuz kudreti altına alan, bu kudretiyle kuşatıp kavrayan, her şeyi emri altına alıp tutan en yüce varlık olduğu anlamına gelir. Bu isim ile dua etmek kabz halindeki insan için illaki faydası vardır. Kabz ve bast halleri; lügat manası olarak ruhen sıkıntı, daralma ve genişleme, sıkıntı ve ferahlık manalarına gelmektedir. Bu halleri Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu Lahikası'nda şöyle açıklamaktadır “... sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünkü, emn ve ye'sin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca müvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast hâletleri celâl ve cemal tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.” Bu ifadeyi biraz açacak olursak, ruhi bazı sıkıntılarımız Cenab-ı Allah tarafından, bizi; sabra ve nefis ile mücahedeye alıştırmak için verilen Rabbani birer kamçıdır. Burada kamçı ifadesi üzerinde duracak olursak, nasıl ki, tembelleşen, hantallaşan bir mahluku harekete getirmek için kamçı kullanılır. Aynen öyle de, tembelleşen ve yeknesaklık içerinde bulunan bir insan da bu kabz ve bast halleriyle adeta mü’min kamçılanmakta, ve vazifesinde ciddiyete sevk edilmektedir. Ancak bu noktada yukarıdaki ifade de geçen “emn ve ye’sin vartası” ifadesi de gözden kaçmamalıdır. Emn hali bast halinin neticesi olmamalıdır. Yani sıkıntı ardından gelen rahatlık, vazifedeki ciddiyete halel vermemelidir. Bununla beraber kabz halinin neticesinde mü’min ye’se düşmemelidir. Çünki istiklal şairimizin de ifade ettiği gibi “Ye’is mani-i her kêmaldir” Ümitsizlik ile her muvaffakiyetin önü kapanır. Bu haller Cenab-ı Hakk'ın Celal ve Cemal isimlerinin tecellisi iledir. Nasıl ki hastalık Cenab-ı Hakk'ın Şafi isminin tecellisi neticesi ise, sıkıntı haline Cenab-ı Hakk'ın el-Darr celali isim gibi isimlerinin, rahatlık ve genişlik hali de Cenab-ı Hakk'ın el-Vasi cemali isim gibi isimlerinin neticesidir. Bu halden kurtulmak için abdestli dolaşmayı adet haline getirmek, ayrıca Kur'an-ı Kerim ve Cevşeni sık sık okumak gerekir. İlave bilgi için tıklayınız - KABZ... 12 İradem çok zayıf; irademi güçlendirmek için ne yapmalıyım? İrade; nefisten gelen behimi arzu ve iştahların, şuur ve hayata yön vermesini önleme; keza, kendine hakim olma gücü ve iktidarıdır. Terbiye edilmiş iradeler, sırasıyla; önce duygu ve temayülleri, sonra da düşünce ve davranışları kontrol altına alarak, yararlı ve ahlaki olanları tatbik ve icra ederler, uygun olmayanları da şuur altına iter ve hapsederler. İnsan iradesine işlerlik kazandıran, ona başarı ve mutluluklara tırmanma iktidarı veren en meşru ve verimli kaynaklar ise, sırasıyla; doğru bilgi, sağlam inançlar, riyasız ibadetler ve içten kopup gelen ihlaslı dualardır. Çünkü insanlar bildiklerini yapar, inanç ve kanaatleri ile amel ederler. Psikiyatri uzmanları asrımız insanında, ruhi buhran yapan, onu cinnet ve suça, hatta intiharlara iten, en önemli sebebin yalnızlık olduğunu söylüyorlar. Modern insanı yalnızlığa iten başlıca faktörün ise, onu maneviyattan; sevgi, iyilik, hoşgörü ve fedakârlık gibi nice fazîlet değerlerinden uzaklaştırıp, bencil ve aç gözlü bir mahlûk haline sokan maddeci felsefeler ve ona dayalı eğitim sistemleridir. Son asırda gelişen teknik, toplumları büyütmüş olmasına rağmen, aile ve dostluk sınırlarını küçültmüş ve insanı her gün biraz daha yalnızlığa iterek, kendi dar benynine hapsetmiştir. Böylece aile, akraba dayanışması yok olmuş, dostluk ve samimiyetini yitirmiş, yürüyen menfaat ve rekabetler insanları zıt kardeşler haline getirmiştir. Sahte gülüşler, riyakârane sözler, derinlikten mahrum yakınlıklar, insanları ruhsuz ve özsüz yaratıklar derecesine düşürmüştür. Beraber eğlenip birlikte kafa çektiklerine aldanmamak gerekir. Bunlar dahi, sadece içlerindeki sıkıntıyı defetmek için birbirlerinden yararlanma; yani, yine şahsi çıkar maksadına matuf davranışlardır. İbadetler, her zaman nefse karşı koyma hususunda insana kuvvet verip irademizi güçlendiren bir unsur olurken, nefsimizi zayıflatan bir güç durumundadır. İradesini güçlendirmeyi hedefleyen insan ibadetlerine dikkat etmeli, günahlardan uzak durmalı ve kendisine ve insanlığa faydalı işlerle meşgul olmalıdır. 13 Nefis terbiyesi ne demektir? Bir tarladan iyi mahsul almanın yolu, tarlanın iyi işlenmesinden geçer. Eğer tarlaya iyi bir bakım yapılmazsa, yabani otlar ve dikenler her tarafı istila eder. İşte, insanın nefsi de tarla gibidir. Eğer terbiye edilmezse, kötü kabiliyetler boy gösterir. Eğer iyi bir terbiyeden geçse, ondan çok istifade petrolün arıtılması gibi, nefsin de tezkiyesi kötü sıfatlardan arındırılması söz konusudur. Bir kısım tasavvuf ehli, nefsin yedi mertebesinden bahsederler. Bunlar1. Nefs–i emmare2. Nefs-i levvame3. Nefs-i mutmainne4. Nefs-i radiyye5. Nefs-i mardıye6. Nefs-i mülheme7. Nefs-i zekiyyedir. 1Nefsin, terbiyeden geçmemiş hâli, nefs-i emmaredir.2 Bu hâldeki nefis, şiddetle kötülüğü emreder. Günahlara dalmak kınayan nefse ise, nefs-i levvame denir.3 Bu mertebedeki nefis, günahlardan dolayı kendini kınamaya başlar, pişmanlık ilerlemesiyle, nefis mutmainne mertebesine çıkar; Allah’dan gelen her şeyi rıza ile karşılar. Allah’ın razı olduğu bir vaziyet kazanır. İlahi ilhamlara mazhar olur. Arınmış bir nefis hâline gelir. İlk hâli, terbiye edilmemiş vahşi bir ata, son hâli ise terbiye edilmiş ve sahibine çok faydalı uysal bir ata gibi, sirklerde gösteride kullanılan aslanlar daha küçükten terbiye edilirler. Gösteri sırasında, ara sıra ağızlarına yatıştırıcı hap verilir. Ta ki, ormandaki günlerini hatırlamasınlar, sahiplerini parçalamasınlar. Onun gibi, nefsin terbiyesine de küçük yaşlardan başlamak; ayrıca her gün, nefse hitap eden ve onu yatıştıran hakikatlerden okumak gerekir. Yoksa, yıllarca terbiyeden geçmiş bir nefis, fırsatını bulduğunda tekrar eski hâline dönmeye müsaittir. Nasıl ki, bir yaya bastığımızda, onu yere kadar eğeriz. Fakat, ayağımızı gevşettiğimiz ölçüde, o başını kaldıracaktır. Nefis de böyledir. İyi bir terbiyeyle sesini keser. Uygun bir ortam bulduğunda, tekrar hükmünü icra zatlar, “nefs-i öldürmek” tabirini kullanırlar. Bunun da bir nefis terbiyesi olduğunu kabulle beraber, nefsin mahiyetinde yer alan duyguların, kabiliyetlerin hayra yönlendirilmesinin daha isabetli olacağı kanaatindeyiz. Mesela, herkeste şiddetli bir hırs var. Hırsın sesini tamamen kesmek yerine, bu hırsın hayırlı işlere yönlendirilmesi daha faydalı olacaktır. O zaman, yaptığı ibadeti, hizmeti yeterli görmeyecek, daha ilerisini elde etmeye çalışacaktır.4Nefis, terbiyeyi kabule müsaittir. Mesela, herkesin fıtratında cimrilik vardır. İslami bir terbiyeyle, cimri bir insanın çok cömert bir insan hâline gelmesi fıtri hâli, deli dolu akan bir nehre benzer. Terbiye edilmiş hâli ise, bu nehrin önüne bir baraj yapılıp, çevrenin hem aydınlatılması hem de sulanması Yazır, VIII, Yusuf, Kıyame, Bu konuda bk. Nursi, Mektubat, s. 33-34. 14 Hz. Osman'a ait olarak gösterilen, "Allah, nasip etmeyeceği bir şeyi hayal ettirmez." sözünü nasıl değerlendiriyorsunuz; doğruluğu var mıdır? Bu sözün Hz. Osman ait olduğuna dair bir bilgi bulamadık. Bu sözü kim ne anlamda söylemiş insanın hayalinden her türlü düşünce geçtiği gerçeğinden hareketle, bu sözün doğruluğunun şüpheli olduğu açıktır. Hayalimizden geçen o kadar çok şey varki, bunların bir çoğuna ulaşmadığımız gibi, zaten buna ömür de yetmez... 15 Düşünce ve hayalimizden geçenlerden sorumlu muyuz? Hayalden geçen kötü şeylerden dolayı günah işlemiş olmayız. Ancak isteyerek düşünülen bu düşünceler, hem hayal nimetini yanlış yerde kullanmamıza, hem de başka yanlışlara düşmemize neden olabilir, düşüncesiyle dikkatli olmak gerektiğini düşünüyoruz. En azından zaman ve hayal israfı vardır. Bunları isteyerek yapmak bizi başka kötülüklere yönlendirebilir ya da ruh halimize zarar verebilir. Ayrıca bilerek ve isteyerek kötü düşüncelerle hayalimizi doldurmak, hayal nimetini yanlış yerde kullanmak anlamına gelecektir. Elimizde olmadan aklımıza ve hayalimize gelen görüntülerden sorumlu değiliz. Sorumluluk ancak iradî fiiller içindir. Yani insan kendi isteğiyle, kendi iradesiyle bir iş yaptığında o işin getireceği sorumluluğu da yüklenmiş olur. Ancak, akla gelen kötü şeylerde kişinin iradesi söz konusu değildir. Yani, siz kendi iradenizle kötü şeyler düşünmeye karar vermiş ve bunu icra etmiş değilsiniz. Dolayısıyla bu konuda bir sorumluluk da taşımazsınız. Bunları şeytanın bir vesvesesi bilip üzerinde fazla durmamak gerekir. Zira şeytan kalbin yanında bulunan ve “lümme-i şeytaniye” adı verilen bir yerden, insanın kalbine kötü şeyler söyleyebiliyor. Bu söylenen söz ve düşüncelerin kalbin malı olmadığına delil, kalbin ondan telaş göstermesidir. Mesela; bir insan kirli bir dürbünden gökyüzünün güzelliğini seyretse, bu dürbünün kiri ne seyredene nede seyredilene bulaşır. Öyleyse bu gibi söz ve düşünceler de şeytanın fiili olduğundan, bize hiçbir zarar vermez. Asıl zarar, onunla lüzumsuz uğraşıp def etmeye çalışmak veya zararlı olduğunu zannedip korkuya kapılmaktır. İlave bilgi için tıklayınız Kalbin Sorumluluğu... 16 Bay bayan kadın erkeke aşklarında sevenleri ayırmak günah mıdır? Bu konuda kesin bir cevap vermek doğru olmaz. "Sevenleri ayırmak" deyince bunun bir çok sebebi olabilir. Anne babanın evladına evleneceği kişi hakkında tavsiyede bulunması caizdir. Ancak ergen kişi Hanefi mezhebine göre anne babasının tavsiyesine uymak zorunda konusunda sebep önemlidir. Ayırma sebebine göre hüküm değişir. Aşkın gözü kördür. Aşık olan insan doğruyu yanlışı tam olarak ayırt edemeyebilir. Anne babası veya yakınları tarafların iyiliği için ayırmak istemiş meşru / geçerli bir sebep olmaksızın, fitne için, sırf nefis hesabına, kötülük umarak yapılan ayırma elbetteki yanlıştır, mesuliyeti bilgi için tıklayınız 17 Cinsellik, bir nimet midir? Elbette, insana verilen her şey bir nimettir. Ancak her nimeti, helalde kullanmak bir şükür olduğu gibi, o nimeti şerde, günahta kullanmak da bir nankörlüktür, emanete bir hıyanettir. Ateşin ne kadar büyük bir nimet olduğu malumdur. Ancak bazıları ateşten zarar görse, ateşin yaratılmasının rahmet olmadığını iddia edemez. İnsanlık güzel bir nimettir. Bazı insanlar hayvan gibi bir hayat yaşıyor diye, insanlığın yaratılmasını nasıl çirkin bulabiliriz? Cinsellik de bir nimettir. Haramda kullananlar var diye bunun nimet olmadığını iddia edemeyiz. Allah Hakîmdir, asla abes iş yapmaz. Erkek ve kadının karşılıklı her türlü istek ve arzularını helal yönden tatmin edecek bir eşe ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaçlarını giderirken elbette bazı külfet ve sıkıntılar da olacaktır. İşte cinsel zevk, bu külfetlerin rahat karşılanması için verilmiş peşin bir ücrettir. • İnsanların erkek ve kadın olarak iki cins halinde yaratılmasının en büyük hikmeti, şüphesiz insanlık neslinin üretimini gerçekleştirmektir. • İkincisi, farklı yaratılan her varlık, farklı yönlerden Allah'ın ilim, irade, kudret ve hikmetini göstermektedir. İnsan nevinin de hiç olmazsa iki farklı sanat eseri olarak ortaya konması da bu amaca hizmet etmektedir. • Allah her şeyi çift yaratmıştır. Bu kanun, Allah'ın -eşsiz, şeriksiz- yegâne bir tek, olduğuna delalet etmektedir. İnsan nevinin de bu çift yaratılma kanununa uyması, adı geçen ilahî hikmetin bir gereğidir. • İnsan oğlu -ikili sisteme dayalı- yaratılışının gereği olarak, karşılıklı saygı ve sevgiyi paylaşacak bir hayat ortağına ihtiyacı vardır. Kur'an'da da “eşler arasında sevgi ve merhametin konduğuna” işaret edilmiştir. “Yalnızlık Allah'a mahsustur.” atasözü bu gerçeği güzel ifade etmektedir. • Cennette Hz. Adem as ve Hz. Havva biribirine ihtiyaç duydukları gibi, yine cennete giden insanoğlunun orada da ebedî hayat arkadaşlığına ihtiyaçları vardır. Maddi lezzetler arasında cennetin en güzel manzaralarından biri de aile yuvası olsa gerektir. Kur'an'da buna işaret edilmiştir. İlave bilgiler için tıklayınız - Cinsellik İmtihanı Özel Dosyası 18 Kur'an'da; "İnsan zayıf yaratıldı" buyurulmaktadır. İnsanın belli başlı zayıflıkları nelerdir? İnsan, zaafları olan bir varlıktır. Kur’an, şu ayetiyle bu gerçeği bildirir “... İnsan zayıf yaratıldı.”Nisa, 4/28 Bu zayıflık, daha dünyaya gelir gelmez kendini göstermeye başlar. Diğer canlıların yavruları kısa zamanda hayata uyum sağlayıp, kendi başlarına hayatlarını devam ettirebilecek seviyeye ulaşırlar. İnsan yavrusu ise, bir-iki yılda ancak ayağa kalkar. 15-20 yılda ancak bir kısım fayda ve zararları öğrenir. Ömrü boyunca da hayat kanunlarını öğrenmeye muhtaçtır. Ayrıca, insan çok hassas bir canlıdır. Ne fazla sıcağa gelebilir ne fazla soğuğa... Ne açlığa dayanabilir ne susuzluğa... Bir mikrop onu yere serer. Bir kuyruklu yıldız onu ürkütür. Geçmişi düşünür, üzülür. Geleceği düşünür, endişe eder. Emelleri ebede uzanır. Bir de ”beşeri zaaflarımız” vardır. Bu zaaflar, birtakım huy ve karakterlerimizdir. Bunlardan bir kısmını şu şekilde ele alabiliriz 1. Nisyan Unutkanlık İnsan, nisyana müpteladır. Her insanın hayatında pek çok nisyan örnekleri vardır. İlk insan Hz. Âdem de aynı nisyanı yaşamıştır. Ayet bunu şöyle anlatır “Doğrusu daha önce Âdem’den ahid almıştık da unuttu...” Taha, 20/115 Hz. Âdem’e, yasak ağaca yaklaşmaması emredilmiştir. Şeytanın vesvesesiyle yaklaşır ve o ağaçtan yer. Bunun sonucunda dünyaya gönderilir. Bakara, 2/35-37 Hz. Âdem’in tabiatı aynen Âdemoğullarında da vardır. Nisyanın en kötüsü, insanın kendini unutması, ne için yaratıldığını aklına getirmemesidir. Buna, gaflet denir. Cenab-ı Hak, bazı musibetlerle insanı gaflet uykusundan uyandırır. Onu, yaratılış gayesine yöneltir. Fakat pek çok insan yine unutur. Kur’an, bu hâli şöyle bildirir “İnsana zarar dokunduğunda gerek yatarken, gerek otururken, gerek ayakta iken bize dua eder durur. Fakat ondan zararı giderdiğimizde, daha önce o zarar için bize dua etmemiş gibi, geçer gider...”Yunus, 10/12 2. Harislik ve Cimrilik Beşeri zaaflarımızdan biri de mala düşkünlüktür. Kur’an, bu hususu şöyle haber verir “İnsan helu’ haris ve cimri yaratıldı. Kendisine bir zarar dokunduğunda feryadı basar. Bir hayır dokundu mu yoksullara yardım etmez sıkı sıkı tutar...”Mearic, 70/19-21 “Âdemoğlunun bir vadi dolusu altını olsa, ikinci bir vadi dolusu altını ister...” Müslim, Zekat, 117 hadisi, bu beşeri zaafımıza dikkat çeker. Bebeklerde bile aynı tabiatı görmek mümkündür. Onun elindekini almak çok zordur, ama sizin verdiğinizi hemen alır. 3. Acelecilik İnsan, aceleci bir varlıktır. Bir anda neticeye ulaşmak ister. Ahiret saadetini dünyada tatmaya çalışır. “'Ya Rabbena! Bize dünyada ver.’ der. Bu kimsenin ahirette bir nasibi yoktur.” Bakara, 2/200 Halbuki, bu dünya sabrı ve sebatı gerektirir. Asıl olan dünya mutluluğu değil, ahiret saadetidir. Ahiretin elmaslarını, bu dünyanın cam parçalarıyla değiştirmenin bir anlamı yoktur. Sonsuz hayata nispetle bu kısa hayat, bir an gibidir. Fakat insan, ahireti bilmediğinden bütün himmetini dünyaya sarf eder. “Hayat ancak bu hayattır.” deyip, onun lezzetlerini elde etmeye çalışır. Kur’an'ın bildirdiği gibi, “İnsan çok acelecidir.” İsra, 17/11 4. Övülmek Hemen her insan övülmeyi sever. Yaptığını sever, beğenir. Halbuki, övündüğü şeylerde kendisinin hissesi pek azdır. Mesela, sesinin güzelliğiyle iftihar eder. Halbuki, Allah ona böyle bir ses vermeseydi, elinden hiçbir şey gelmezdi. Kur’an-ı Kerim, bu meselede şu hatırlatmayı yapar “Yaptıklarıyla gururlanan ve yapmadıklarıyla övülmeyi sevenlerin, azaptan emin bir yerde bulunduklarını zannetme!”Âl-i İmran, 3/188 Ayette reddedilen iki durum vardır 1. Yaptığıyla gururlanmak. 2. Yapmadıklarıyla övülmekten hoşlanmak. Halbuki insan, kendini methetmek için değil, Allah’a hamd etmek için yaratılmıştır. 5. Hizmette İhmal İnsanın tabiatında hizmetten kaçmak, ücrete koşmak vardır. Bir iş yapılacağı zaman kimse ortalıkta görülmek istemez. Fakat ücret ve mükafat zamanında, herkes talip olur. Kur’an'da zikredilen şu olay, buna güzel bir örnektir. Şöyle ki Peygamberimiz, sahabeyle umre niyetiyle Mekke’ye doğru yola çıkar. O zaman Mekke henüz müşriklerin idaresindedir. Bir savaş çıkabileceği endişesiyle, bir kısım bedevi insanlar sefere katılmazlar; sudan bahanelerle geri kalırlar. Fakat aynı insanlar, Hayber ganimetleri için yola çıkıldığında orduya katılmak isterler. Cenab-ı Hak, onların bu sefere katılmalarını men eder. Fetih, 48/11-15 6. Bahanecilik Müsbet alanlarda bir varlık gösteremeyenler, birtakım bahanelerle kendilerini avuturlar. Nedense kendi kusurlarını görmek istemezler. Mesela, Hudeybiye Seferine katılmayan bir kısım bedevilerin bahanelerine bakalım “'Mallarımız, ailelerimiz bizi alıkoydu. Bizim için mağfiret dile.’ diyecekler. Onlar, ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlar...” Fetih, 48/11 “Suçun sahibi olmaz” derler. Halbuki, “Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur.” Nursi, Lem’alar, 84. Kusurunu gören, o kusurdan kurtulmaya çalışır. İşte, insanın mahiyetinde böyle nice zaaflar vardır. Bu zaaflar, aslında insanın manevi terakkisinde mühim birer esastırlar. Meleklerde böyle zaaflar olmadığından, onlarda mücadele de yoktur. Mücadele olmayınca, terakki de söz konusu değildir. İnsanın meleklere üstünlüğünün mühim bir sırrı, bu zaaflarında gizlidir. Fıtraten cimri bir insanın, nefsini aşarak cömertlikte bulunması, elbette kolay bir şey değildir. Nefsini medhe meyilli bir kişinin, “Bütün medih ve muhabbet Allah’adır. Bütün iyilikler, güzellikler O’ndandır.” diyebilmesi şüphesiz az bir hüner değildir. Bu zaaflar aşılmayacak zaaflar değildir. Zira, “Allah kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez.” Bakara, 2/286 19 Altıncı his hakkında bilgi verir misiniz? Böyle bir şey var mıdır? Bilindiği gibi asrımıza gelinceye kadar, madde ötesi varlıklar hakkında ilmî seviyedeki araştırmalar bugünkü buudlarıyla henüz gerçekleştirilmemişti. Bununla beraber ilmî bir kariyer ifade etmese de, insanoğlu madde ötesi âlemlerle yakından alakadar oluyordu. Bu da bize, her şeyin maddeye bağlı ve bağımlı olmadığını gösterme bakımından önemli bir bir kısım insanlar, o günlerde izahı yapılamayan bir takım gizli kabiliyetler ve maharetler göstermişlerdir. Ne var ki bunlar sadece maden ve su arayıcılığında, bir kısım hastalıkların teşhisinde, cinayet suçlularının tesbit edilişinde, çalınan eşyaların saklandığı yerlerinin tayininde, hırsızların izlerinin takibinde ve kaybolmuş insanların ortaya çıkarılması gibi hususlarda kullanılıyordu. Bugünkü yaklaşım tamamen farklı ve fizik ötesi hadiselerin hayatımızla ne kadar içli-dışlı olmasıyla herkes farkında olsun veya olmasın başından geçmiş bir hayli esrarengiz hadise vardır. Mesela, herhangi bir hadiseyi önceden hissetme veya zikredilen bir şahsın, üç-beş dakika sonra çıkıp-gelmesi, ilk defa karşılaştığı şahsı veya manzarayı önceden görmüş olma hissi,.. birinin içinden geçenleri okuma, bir düşüncenin bir-kaç insan tarafından birden ifade edilmesi, olduğu gibi zuhur eden ilhamlar,.. Hepimizin başından geçen dünya kadar hadise vardır ki, bunların hiçbiri üzerinde ne düşünmüş ne konuşmuş ne de imâl-i fikretmişizdir. Buna rağmen bu sırlı hususlar ve bu esrarengiz alaka, bizlere daima bir takım gizli mesajlar sunmakta, hayatı ve kâinatı daha şuurlu bir şekilde duyup yaşamaya davet duyarak yaşayan ve bir kısım garip hadiselere maruz kalan insanın, belki de en çok karşılaştığı ve telestezinin bir buudu olan "hiss-i kable'l-vukû" önsezi, hadiseleri önceden hissetme mevzuu da yine rûhî duyularla ilgili ve madde ötesi varlıkların mevcudiyetine ayrı bir delil teşkil ile ilgili yüzlerce, binlerce hatta yüzbinlerce misal bulmak mümkündür. Biz burada sadece kendi dünyamıza ait birkaç misal ile yetineceğizİncelerden ince büyük bir kadın Hz. Fatıma anamız, Efendimizin vefatından sonra, her günü bin ölümden daha ağır bir hicran ve ayrılığa ancak altı ay kadar dayanabildi. Babasını kaybedince, âdeta semasının bütün yıldızları sönmüş ve onun için dünya, zindandan farksız bir hale gelmişti. Son bir iki ayı da hep yatakta geçirmişti. Ayağa kalkamayacak, hatta doğrulamayacak derecede hasta idi. Ümmü Seleme validemiz Efendimizin zevcât-ı tâhiresinden ise başucundan ayrılmıyor, Allah Rasulü'nden sav geri kalan bu tek ve biricik emaneti gözü gibi koruyordu. Saçlarını okşuyor, yüzünü, gözünü öpüyor ve her türlü hizmetinde bulunuyordu. Belki o da bu yaptıklarıyla Allah Rasulü'nün rûhâniyatını hoşnud ve memnun etmeye çalışıyordu. Şimdi hadiseyi, nurlu validemiz Ümmü Seleme'den dinleyelim"Son günüydü. Gözleri eskisi gibi pırıl pırıl yanıyor, her tarafından neşeli olduğu belli oluyordu. Bir ara 'Artık ben kalkmayacağım, bana bir gusül abdesti aldırın.' dedi. Denileni yaptım. Bana tekrar baktı ve neşe dolu bir eda ile 'Ben biraz sonra vefat edeceğim ve Sevgili Babama kavuşacağım. Artık beni ikinci bir defa daha yıkamayın.' dedi. Aradan birkaç dakika ya geçmiş ya geçmemişti ki nur kadın vefat etti." İbni Hacer, el-İsabe, VIII/57,58; Ebu Nuaym, Hılye, II/42,43İşte Hz. Fatıma ra vefat edeceği haberini verirken henüz ölümün manyetik alanına girmiş değildi. Hatta sekerâta bile maruz kalmamıştı; acaba ölüm nasıl bir tebessüm ile kendisine görünmüştü ki, biraz sonra vefat edeceğini bunun benzeri bir hadiseyi de Tâhirü'l-Mevlevi anlatıyor "İskilipli Atıf Hoca ile aynı kağuştaydık. Hocanın ertesi gün mahkemesi vardı. Bu yüzden durmadan müdafaa hazırlıyordu. Derken sabah vakti yaklaşmış idi ki, yataktan kalktı ve gece geç vakitlere kadar hazırladığı müdâfaaları yırtıp atıverdi. Niye böyle yaptığını sordum. Şöyle cevap verdi'Bu gece Peygamber Efendimizle sav müşerref oldum. Bana 'Atıf! Hala bize gelmek istemiyor musun?' dedi. Ben de 'İstiyorum Ya Rasulallah!' karşılığını verdim. Artık kendimi müdafaa etmemin bir manası kalmadığı kanaatindeyim. Zira bana gayri, sefer göründü, Rasulullaha kavuşacağım.' dedi. Hakikaten dediği gibi oldu. O gün Atıf Hoca son duruşmasında hüküm giydi ve birkaç gün sonra da idam edildi."Şimdi İskilipli Atıf Hoca acaba, Efendimiz'le sav nasıl bir irtibat kurmuştur ve Allah Rasulü sav gaybî ifadesinde ona öleceğini ne şekilde bildirmişti ki o da müdâfaadan vazgeçivermişti? İşte bunların hiçbirini maddi sebepler ile izah kabil Fatih, iştiyakla Hz. Ebu Eyyûb el-Ensâri'nin ra mübarek merkad kabriinin bulunmasını ister. Zira bu, onda bir aşk, bir iştiyak haline gelmiştir. Gayesinin tahakkuku için Akşemseddin'e müracaatta bulunur. Akşemseddin murakabeye varır. Ve o büyük sahabinin merkadini bu yolla tesbit Ebu Eyyûb el-Ensârî Hazretleri ile ilgili benim de bir hatıram var müsadenizle onu burada arzetmek istiyorumSenelerce önce, Ebu Eyyub el-Ensari Hazretlerini ziyaretlerimden birinde ve tâm ziyaret esnasında içime -ihtimal onun oradaki huzuruyla alakalı- bazı şeyler geçmiş olacak ki, tam benim içimden bu duygular geçerken birden burnuma cennet kokusu gibi bir koku geldi. Uzun süre de kokunun tesiri geçmedi. Sanki bu büyük sahabi bana, "Evet buradayım." der gibiydi. Akşemseddin Hazretleri onu tam yerinde keşfetmişti. Şimdi, ne Akşemseddin Hazretleri'nin keşfini ne de benim duyduğum o enfes güzel kokuyu madde ile izah etmek mümkün değildir. Fakat bütün bunlar birer vak'a ve birer bildirmesi ile insanlar, "gayb" dediğimiz ve insan ilmine perdeli olan malumatları da ilminin muttali olamayacağı kadar uzak mazi ve istikbale ait hadiseler ''gayb" kabul edilmektedir. Gaybı da Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Ancak bu ifadeyi çok iyi anlamak gerek. "Gaybı sadece Allah bilir." demek, "Cenab-ı Hak, gaybı kimseye bildirmez." demek değildir. Nitekim ayette bu husus açık ifade edilerek, istisna yapılmıştır."Gaybı bilen O'dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu elçiye gösterir. O elçinin önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar." Cin, 72/25-26denilmiştir. Peygamber böylece Allah adına konuştuğunu ispat etmiş olacak ve bu da onun hesabına mu'cize taraftan seviye farkı çok değişik olmakla beraber, Cenab-ı Hak bazı veli kullarının da gözlerini açar, onlara, başkalarının göremedikleri noktaları gösterir. Yani bazı kimseler fıtratlarında bu duyuya ait meleke mevcuttur. Hatta bazı medyumlar da böyle bir ruhî melekeye sahip olarak yaratılmışlardır. Onlar, da kendi cehd ve gayretleriyle, Cenab-ı Hakk'ın fıtratlarına yerleştirdiği bu melekeyi çalıştırır ve istikbale ait çok meseleleri hissedebilirler. Ancak bunların hiçbiri, mutlak gaybı bilmek değildir. Mutlak Gaybı bilmek, Allah'a mahsustur. Peygamberlerin, velilerin ve medyumların bildikleri ise, mutlak gayba göre oldukça sınırlı ve mahduddur. Ve yine bu da ancak Allâmü'l-Guyûb'un bildirmesiyledir. Yoksa normal şartlarda ve beşeri ölçüler dahilinde, gaybı bilmek, maziyi ve istikbali, hadiseleriyle ihata etmek Kerim, gaybe ait verdiği haberler ile beşerin dikkatlerini üzerine celbetmiş mû'ciz bir kitaptır. Ne bir velinin ne de herhangi bir medyumun gaybtan haber verme hususunda Kur'ân'la boy ölçüşmesi imkansızdır. Zira Kur'ân, Ezel ve Ebed Sultanı olan Cenâb-ı Hakk'ın kelâmıdır ve verdiği haberler de ezel ve ebed kaynaklıdır. Bu meyanda Peygamber Efendimiz sav de zaman zaman, ilm-i gaybe mazhar olmuştur. Ve mazhar olduğu bu lütuflar, O'nun nübüvvetinin birer mu'cizesi olarak addedilmiştir. Peygamber Efendimizin sav dünya mihrabından, mazi ve müstakbelle alakalı bazı mu'cizevi haberlerinden birkaç misal Gaybı BilmesiKur'ân, Peygamberimize sav verilen bir mu'cize kitap olması hasebiyle, Efendimizin Kur'ân diliyle anlattığı bütün gaybî haberler, aynı zamanda O'nun peygamberliğini de te'yid eder. Fakat bir de Efendimizin sav, doğrudan doğruya kendi diliyle verdiği gaybi haberler vardır ki, biz daha ziyade burada ondan söz edeceğiz. Zira şimdilerde telestezi diye anlaşılan hususlar ile alakalı en mühim vak'alar, önce bin bu kadar sene evvel, Efendimizden sadır olmuş ifadelerdir. Bunlar elbette birer mu'cizedirler. Ancak Peygamber Efendimiz sav, bütün bunları söylerken kendinden söylemiş değildir. O'nun bir beşer olarak bu gaybi ufuklara ulaşması söz konusu olamaz. Halbuki öte yandan on dört asır önce söyledikleri bir bir vaki olmuştur. Bütün bu hâdiseleri ve mucize olarak cereyan eden hadiseleri maddi şeylerle izah etmeye imkan yoktur. Öyleyse, Allah Rasulü'nün verdiği gaybi haberlerin aynen zûhuru, bir bakıma madde ötesi varlıkların isbatına da bir delil teşkil Efendimizin sav gaybi haberlerini iki ana grupta toplamak mümkündür. Bunlardan birincisi kendi devrine ait verdiği gaybi haberler ve vakti gelince bunların tahakkuk etmesi, ikincisi ise yakın ve uzak istikbale dair verdiği haberler ve bunların günü geldikçe zuhurudur. Efendimizin bu tarzda gaybi haberleri oldukça fazladır. Ama biz burada, her iki ana gruptan iki misalle iktifa edip diğerlerinin ise kaynaklarını göstermekle iktifa Peygamberimizin Kendi Devrine Ait Verdiği Gaybi Haberler a Senin Baban Hüzafe'dirBaşta Buhari ve Müslim olmak üzere bütün hadis kitapları ittifakla şu hususu kaydediyorlar"Bir gün Allah Rasulü minbere çıkmışlardı. Gaybî aleme ait bir kısım haberler veriyorlardı. Bu esnada bir hayli de celalli görünüyorlardı. Bir ara"Bugün bana istediğinizi sorun." buyurdular. Herkes bir şeyler soruyor, o da cevap veriyordu. Tam o esnada bir genç ayağa kalktı, "Benim babam kim ya Rasulallah!" diye sordu. Hakkında dedikodu ediliyordu. Babası olmadığı yolundaki bu dedikodular burnunu kızartıyordu ve insanların yüzlerine rahatça bakamıyordu. Bugün bir fırsat bulmuştu ve işte onu soracak ve bundan sonra o ezici bakışlardan kurtulacaktı. Efendimiz şöyle cevap verdi"Senin baban Hüzafe'dir." Genç artık müsterihtir. Aldığı cevap onu memnun etmişti. Bundan böyle o da bir babaya nispet edilerek çağrılacaktı. "Abdullah b. Hüzafet'üs-Sehmi ra" şanlı ve samimi bir sahabi..."Allah Rasûlü sav minber üzerinde celalli bir vaziyette ve herkese bir şeyler anlatıyor. Bu arada, sorulan sorulara da, gaybâşina bir üslupla cevaplar veriyordu. Rasûlullah'ın neden celallendiğini bilemiyoruz ama, Hz. Ömer birden ayağa kalkıp, Allah Rasûlü'ne hitaben sanki O gaybi bilmese de O'na inandıklarını dile getirir bir eda ile "Biz rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan ve peygamberimiz olarak da Hz. Muhammed'den sav razıyız." 1dediğine şahit oluyoruz ki, onun bu ince ve manidar sözleri, Efendimizi sav Efendimizin sav mesciddeki istikbale ve gayba ait bir kısım haberler vermesi, mescidi dolduran binlerce sahabî huzurunda meydana geliyordu. Ve bütün sahabî Allah Rasûlü'nün sav dediklerini aynen tasdik ediyor ve adeta sükûtlarıyla da "sadakte" el-Hak, doğru söyledin ey Allah'ın Rasûlü diyorlardı. b Tek Tek Yerlerini GösteriyorduVe yine Kütüb-i Sitte ashabından rivayet edilen bir hadise göre sahabi anlatıyor"Bedir'de bulunuyorduk. Allah Rasûlü, muharebe adına stratejisini tam tesbit etmiş, kavganın cereyan edeceği yerleri dolaşıyordu. Bir ara gözleri yine gayba ait perdenin verasına kaydı ve bakışları istikbale uzandı. Bazı yerleri eliyle işaret ediyor; burası Ebu Cehl'in öldürüleceği yer, şurası Utbe'nin, şurası Şeybe'nin ve şurası da Velid'in sırtının yere geleceği yer... Ve daha birçok isim... Muharebeden sonra hadisi rivayet eden sahabi kasemle şunu anlatıyor" "Allah Rasûlü sav nereyi kim için işaret etmişse, hepsini işaret edilen o yerlerde ölü olarak bulduk." 2Beşer aklıyla kavranması imkansız bu kabil hadiseler, bugünün insanları için dahi mesajlar vermekte ve on dört asır sonraki nesillere "Sadakte ve bil hakki natakte; doğru söyledin. Ve Hakk'tan başka da konuşmadın." dedirtmektedir. c Biraz Sonra Buraya Bir İnsan GelecekAhmed bin Hanbel'in Müsned'inde şöyle bir hadisenin nakledildiğini görüyoruz"Allah Rasûlü sav ashabıyla mescidde oturuyor. Bir ara, şöyle buyuruyor "Biraz sonra, buraya, nâsiyesi, yüzü temiz bir insan gelecek; şu kapıdan, içeriye girecek. O Yemen'in en hayırlılarındandır. Ve alnında meleğin elini sürdüğü bir iz taşımaktadır.""Bir müddet sonra, aynen Allah Rasûlü sav'nün haber verdiği tipte bir insan gelip O'nun huzurunda diz çöküyor ve Müslüman olduğunu ilan ediyor. Tertemiz, pırıl pırıl, görkemli ve edeb âbidesi bu insan, Abdullah bin Cerir el-Becelî'den başkası değildir." 32 Efendimizin Yakın ve Uzak İstikbale Ait Verdiği Gaybi Haberler a Fatıma Annemizin Vefatını Bildirmesi"Yine bir gün Efendimiz sav, irtihaline sebep olan rahatsızlığı günlerinden birinde, o incelerden ince, oturuşu, kalkışı ve derin bakışlarıyla aynen babasına benzeyen anamız Hz. Fatıma'yı yanına çağırdı ve eğilip kulağına bir şeyler fısıldadı. Hz. Fatıma öyle ağladı öyle feryad-u figan etti ki, bu ancak, İnsanlığın İftihar Tablosunun gurûbuyla yorumlanabilirdi. Bir süre sonra Allah Rasûlü sav yine onun kulağına bir şeyler fısıldadı. Bu sefer de öyle sevindi ki, onu karşıdan görenler, kendisine bütün cennet kapılarının açıldığını zannederlerdi. Bu hadise Hz. Aişe validemizin gözünden kaçmamıştı. Biraz sonra bunun sebebini sordu ama, Hz. Fatıma validemiz, bunun Allah Rasûlü'ne ait bir sır olduğunu, dolayısıyla da açıklayamayacağını söyleyerek onu cevapsız bıraktı. Allah Rasûlü'nün vefatından sonra Hz. Aişe validemiz tekrar sorunca, Fatıma anamız da şöyle cevap verdi""Birinci defada bana, kendisinin vefat edeceğini söylemişti. O'nun için ağlamıştım. İkinci defa ise bana, kendi ailesi içinde, O'na en erken kavuşacak insanın, ben olduğum müjdesini vermişti. Ve işte onun için de sevindim." 4 Hz. Fatıma anamızın vefat-ı nebiden altı ay sonra vefat etmesi, aynen haber verdiği gibi vaki olmuş ve bu gaybî haberi tasdik etmiştir. b Hz. Hasan'ın FeragatıKütüb-ü Sitte ricâlinin ekseriyetinin rivâyet ettiği bir hadiste Allah Rasûlü, hutbe îrad ederken Hz. Hasan'a ra işaretle şöyle buyurmuşlardı"Bu benim evlâdım Hasan. O seyyiddir. Allah cc onunla iki büyük cemaati birbiriyle sulh ettirecektir." 5Evet O, kerim oğlu kerim, Allah Rasûlü'nün evladı ve tam bir efendidir. Bir gün kendisine tevdî edilen hilâfet ve saltanatı, sadece ümmet arasında tefrikaya sebebiyet vermemek için terkederken, nasıl bir seyyid olduğunu mutlaka gösterecektir. Aradan geçen yirmi beş-otuz sene Allah Rasûlü'nü doğrulamıştıHz. Ali'den sonra Emeviler karşılarında Hz. Hasan'ı buldular. Ancak bir sulh ve sükûn insanı olan Hz. Hasan bütün haklarından feragat ettiğini ilân ederek, birbirine girmek üzere olan iki İslam ordusunu uçurumun kenarından geriye döndürdü ve sulhda buluşturdu. Burada bilhassa şu hususa dikkatinizi çekmek istiyorum Efendimiz sav Hz. Hasan'a ait bu hadiseyi haber verdiğinde, o, henüz küçük bir çocuktu. Belki o gün Allah Rasûlü'nün işaret ettiği hadiseyi bile anlayacak yaşta değildi. Yani o, Allah'ın Rasûlü böyle dedi diye bu işi yapmış değildir. Bilâkis Rasûlullah onun öyle olacağını bildiği için bu gaybî sözü sarfetmişti...Dipnotlar[1] Buhari, İlim 28,29; Mevakit 11; Tefsir 5,12; Fiten, 15; İ'tisam, 3; Müslim, Fezail, 134-138.[2] Müslim, Cihad 83; Cennet, 76; Ebu Davud, Cihad 115; Nesei, Cenaiz 117.[3] Müsned, IV/359,363.[4] Müslim, Fezailü's-Sahabe 97-99; Buhari, Menakıb 25; Fezailü Ashabi'n-Nebi 12; İzti'zan 43.[5] Buhari, Fiten 20; Sulh 9; Menakib 25; Darimi, Sünnet 12; Tirmizi, Menakib 25. 20 Önsezi, hiss-i kable'l-vuku, altıncı his hakkında bilgi verir misiniz? İnsan bazan hiss-i kable'l-vukû önsezi, hadiseleri önceden hissetme nevinden, önceden bazı olacak şeyleri hisseder. Bazan bu uyku halinde bazan uyanık olarak da olabilir. Daha çok uyku halinde iken insanın hisleri alem-i şehadete kapanır, mana alemlerine açılır. Bu zamanlarda hiss-i kable'l-vukû önsezi, hadiseleri önceden hissetme olarak bazı olayları hissedebilir. İnsan uyandığı zaman bunları hatırlayamayabilir. Gece uyku halinde hissedip unuttuğu manaları, daha sonra normal hayatta karşılaştığı olaylarla hatırlar ve "sanki ben bunu daha önce yaşamış gibiyim" gibi asrımıza gelinceye kadar, madde ötesi varlıklar hakkında ilmî seviyedeki araştırmalar bugünkü buudlarıyla henüz gerçekleştirilmemişti. Bununla beraber ilmî bir kariyer ifade etmese de, insanoğlu madde ötesi âlemlerle yakından alakadar oluyordu. Bu da bize, her şeyin maddeye bağlı ve bağımlı olmadığını gösterme bakımından önemli bir bir kısım insanlar, o günlerde izahı yapılamayan bir takım gizli kabiliyetler ve maharetler göstermişlerdir. Ne var ki bunlar sadece maden ve su arayıcılığında, bir kısım hastalıkların teşhisinde, cinayet suçlularının tesbit edilişinde, çalınan eşyaların saklandığı yerlerinin tayininde, hırsızların izlerinin takibinde ve kaybolmuş insanların ortaya çıkarılması gibi hususlarda kullanılıyordu. Bugünkü yaklaşım tamamen farklı ve fizik ötesi hadiselerin hayatımızla ne kadar içli-dışlı olmasıyla alakalı. Hemen herkes farkında olsun veya olmasın başından geçmiş bir hayli esrarengiz hadise vardır. Mesela, herhangi bir hadiseyi önceden hissetme veya zikredilen bir şahsın, üç-beş dakika sonra çıkıp-gelmesi, ilk defa karşılaştığı şahsı veya manzarayı önceden görmüş olma hissi.. birinin içinden geçenleri okuma, bir düşüncenin bir-kaç insan tarafından birden ifade edilmesi, olduğu gibi zuhur eden ilhamlar... Hepimizin başından geçen dünya kadar hadise vardır ki, bunların hiçbiri üzerinde ne düşünmüş ne konuşmuş ne de imâl-i fikretmişizdir. Buna rağmen bu sırlı hususlar ve bu esrarengiz alaka bizlere daima bir takım gizli mesajlar sunmakta, hayatı ve kâinatı daha şuurlu bir şekilde duyup yaşamaya davet duyarak yaşayan ve bir kısım garip hadiselere maruz kalan insanın, belki de en çok karşılaştığı ve telestezinin bir buudu olan hiss-i kable'l-vukû önsezi, hadiseleri önceden hissetme mevzuu da yine rûhî duyularla ilgili ve madde ötesi varlıkların mevcudiyetine ayrı bir delil teşkil ile ilgili yüzlerce, binlerce hatta yüzbinlerce misal bulmak mümkündür. Biz burada sadece kendi dünyamıza ait birkaç misal ile yetineceğizİncelerden ince büyük bir kadın Hz. Fatıma ra anamız, Efendimizin sav vefatından sonra, her günü bin ölümden daha ağır bir hicran ve ayrılığa ancak altı ay kadar dayanabildi. Babasını kaybedince, âdeta semasının bütün yıldızları sönmüş ve onun için dünya, zindandan farksız bir hale gelmişti. Son bir iki ayı da hep yatakta geçirmişti. Ayağa kalkamayacak, hatta doğrulamayacak derecede hasta idi. Ümmü Seleme validemiz Efendimizin zevcât-ı tâhiresinden ise başucundan ayrılmıyor, Allah Rasulü'nden sav geri kalan bu tek ve biricik emaneti gözü gibi koruyordu. Saçlarını okşuyor, yüzünü, gözünü öpüyor ve her türlü hizmetinde bulunuyordu. Belki o da bu yaptıklarıyla Allah Rasulü'nün rûhâniyatını hoşnud ve memnun etmeye çalışıyordu. Şimdi hadiseyi, nurlu validemiz Ümmü Seleme'den dinleyelim"Son günüydü. Gözleri eskisi gibi pırıl pırıl yanıyor, her tarafından neşeli olduğu belli oluyordu. Bir ara 'Artık ben kalkmayacağım, bana bir gusül abdesti aldırın.' dedi. Denileni yaptım. Bana tekrar baktı ve neşe dolu bir eda ile 'Ben biraz sonra vefat edeceğim ve Sevgili Babama kavuşacağım. Artık beni ikinci bir defa daha yıkamayın.' dedi. Aradan birkaç dakika ya geçmiş ya geçmemişti ki nur kadın vefat etti." İbni Hacer, el-İsabe, 8/57,58; Ebu Nuaym, Hılye, 2/42,43İşte Hz. Fatıma ra vefat edeceği haberini verirken henüz ölümün manyetik alanına girmiş değildi. Hatta sekerâta bile maruz kalmamıştı; acaba ölüm nasıl bir tebessüm ile kendisine görünmüştü ki, biraz sonra vefat edeceğini bunun benzeri bir hadiseyi de Tâhirü'l-Mevlevi anlatıyor"İskilipli Atıf Hoca ile aynı kağuştaydık. Hocanın ertesi gün mahkemesi vardı. Bu yüzden durmadan müdafaa hazırlıyordu. Derken sabah vakti yaklaşmış idi ki, yataktan kalktı ve gece geç vakitlere kadar hazırladığı müdâfaaları yırtıp atıverdi. Niye böyle yaptığını sordum. Şöyle cevap verdi "Bu gece Peygamber Efendimizle sav müşerref oldum. Bana 'Atıf! Hala bize gelmek istemiyor musun?' dedi. Ben de 'İstiyorum Ya Rasulallah!' karşılığını verdim. Artık kendimi müdafaa etmemin bir manası kalmadığı kanaatindeyim. Zira bana gayri, sefer göründü, Rasulullaha kavuşacağım' dedi. Hakikaten dediği gibi oldu. O gün Atıf Hoca son duruşmasında hüküm giydi ve birkaç gün sonra da idam edildi."Şimdi İskilipli Atıf Hoca acaba, Efendimizle sav nasıl bir irtibat kurmuştur ve Allah Rasulü sav gaybî ifadesinde ona öleceğini ne şekilde bildirmişti ki o da müdâfaadan vazgeçivermişti? İşte bunların hiçbirini maddi sebepler ile izah kabil Fatih, iştiyakla Hz. Ebu Eyyûb el-Ensâri'nin ra mübarek merkad kabriinin bulunmasını ister. Zira bu, onda bir aşk, bir iştiyak haline gelmiştir. Gayesinin tahakkuku için Akşemseddin'e müracaatta bulunur. Akşemseddin murakabeye varır. Ve o büyük sahabinin merkadini bu yolla tesbit Ebu Eyyûb el-Ensârî Hazretleri ile ilgili benim de bir hatıram var, müsadenizle onu burada arzetmek istiyorumSenelerce önce, Ebu Eyyub el-Ensari Hazretlerini ziyaretlerimden birinde ve tâm ziyaret esnasında içime -ihtimal onun oradaki huzuruyla alakalı- bazı şeyler geçmiş olacak ki, tam benim içimden bu duygular geçerken birden burnuma cennet kokusu gibi bir koku geldi. Uzun süre de kokunun tesiri geçmedi. Sanki bu büyük sahabi bana, "Evet buradayım." der gibiydi. Akşemseddin Hazretleri onu tam yerinde keşfetmişti. Şimdi, ne Akşemseddin Hazretleri'nin keşfini ne de benim duyduğum o enfes güzel kokuyu madde ile izah etmek mümkün değildir. Fakat bütün bunlar birer vak'a ve birer bildirmesi ile insanlar, "gayb" dediğimiz ve insan ilmine perdeli olan malumatları da ilminin muttali olamayacağı kadar uzak mazi ve istikbale ait hadiseler ''gayb" kabul edilmektedir. Gaybı da Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Ancak bu ifadeyi çok iyi anlamak gerek. "Gaybı sadece Allah bilir." demek Cenab-ı Hak, gaybı kimseye bildirmez demek değildir. Nitekim ayette bu husus açık ifade edilerek, istisna yapılmıştır."Gaybı bilen O'dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu elçiye gösterir. O elçinin önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar." Cin, 72/25-26denilmiştir. Peygamber böylece Allah adına konuştuğunu ispat etmiş olacak ve bu da onun hesabına mu'cize taraftan seviye farkı çok değişik olmakla beraber, Cenab-ı Hak bazı veli kullarının da gözlerini açar, onlara, başkalarının göremedikleri noktaları gösterir. Yani bazı kimseler fıtratlarında bu duyuya ait meleke mevcuttur. Hatta bazı medyumlar da böyle bir ruhî melekeye sahip olarak yaratılmışlardır. Onlar, da kendi cehd ve gayretleriyle, Cenab-ı Hakk'ın fıtratlarına yerleştirdiği bu melekeyi çalıştırır ve istikbale ait çok meseleleri hissedebilirler. Ancak bunların hiçbiri, mutlak gaybı bilmek değildir. Mutlak Gaybı bilmek, Allah'a mahsustur. Peygamberlerin, velilerin ve medyumların bildikleri ise, mutlak gayba göre oldukça sınırlı ve mahduddur. Ve yine bu da ancak Allâmü'l-Guyûb'un bildirmesiyledir. Yoksa normal şartlarda ve beşeri ölçüler dahilinde, gaybı bilmek, maziyi ve istikbali, hadiseleriyle ihata etmek Kerim, gaybe ait verdiği haberler ile beşerin dikkatlerini üzerine celbetmiş mû'ciz bir kitaptır. Ne bir velinin ne de herhangi bir medyumun gaybtan haber verme hususunda Kur'ân'la boy ölçüşmesi imkansızdır. Zira Kur'ân, Ezel ve Ebed Sultanı olan Cenâb-ı Hakk'ın kelâmıdır ve verdiği haberler de ezel ve ebed kaynaklıdır. Bu meyanda Peygamber Efendimiz sav de zaman zaman, ilm-i gaybe mazhar olmuştur. Ve mazhar olduğu bu lütuflar, O'nun nübüvvetinin birer mu'cizesi olarak addedilmiştir. Peygamber Efendimizin sav dünya mihrabından, mazi ve müstakbelle alakalı bazı mu'cizevi haberlerinden birkaç misal Gaybı BilmesiKur'ân, Peygamberimize sav verilen bir mu'cize kitap olması hasebiyle, Efendimizin Kur'ân diliyle anlattığı bütün gaybî haberler, aynı zamanda O'nun peygamberliğini de te'yid eder. Fakat bir de Efendimizin sav, doğrudan doğruya kendi diliyle verdiği gaybi haberler vardır ki, biz daha ziyade burada ondan söz edeceğiz. Zira şimdilerde telestezi diye anlaşılan hususlar ile alakalı en mühim vak'alar, önce bin bu kadar sene evvel, Efendimizden sadır olmuş ifadelerdir. Bunlar elbette birer mu'cizedirler. Ancak Peygamber Efendimiz sav, bütün bunları söylerken kendinden söylemiş değildir. O'nun bir beşer olarak bu gaybi ufuklara ulaşması söz konusu olamaz. Halbuki öte yandan on dört asır önce söyledikleri bir bir vaki olmuştur. Bütün bu hâdiseleri ve mucize olarak cereyan eden hadiseleri maddi şeylerle izah etmeye imkan yoktur. Öyleyse, Allah Rasulü'nün verdiği gaybi haberlerin aynen zûhuru, bir bakıma madde ötesi varlıkların isbatına da bir delil teşkil Efendimizin sav gaybi haberlerini iki ana grupta toplamak mümkündür. Bunlardan birincisi kendi devrine ait verdiği gaybi haberler ve vakti gelince bunların tahakkuk etmesi, ikincisi ise yakın ve uzak istikbale dair verdiği haberler ve bunların günü geldikçe zuhurudur. Efendimizin bu tarzda gaybi haberleri oldukça fazladır. Ama biz burada, her iki ana gruptan iki misalle iktifa edip diğerlerinin ise kaynaklarını göstermekle iktifa Peygamberimizin Kendi Devrine Ait Verdiği Gaybi Haberlera Senin Baban Hüzafe' Buhari ve Müslim olmak üzere bütün hadis kitapları ittifakla şu hususu kaydediyorlar Birgün Allah Rasulü minbere çıkmışlardı. Gaybî aleme ait bir kısım haberler veriyorlardı. Bu esnada bir hayli de celalli görünüyorlardı. Bir ara "Bugün bana istediğinizi sorun." buyurdular. Herkes birşeyler soruyor, o da cevap veriyordu. Tam o esnada bir genç ayağa kalktı, "Benim babam kim ya Rasulallah!" diye sordu. Hakkında dedikodu ediliyordu. Babası olmadığı yolundaki bu dedikodular burnunu kızartıyordu ve insanların yüzlerine rahatça bakamıyordu. Bugün bir fırsat bulmuştu.. ve işte onu soracak ve bundan sonra o ezici bakışlardan kurtulacaktı. Efendimiz şöyle cevap verdi "Senin baban Hüzafe'dir." Genç artık müsterihtir. Aldığı cevap onu memnun etmişti. Bundan böyle o da bir babaya nispet edilerek çağrılacaktı. "Abdullah b. Hüzafet'üs-Sehmi ra" şanlı ve samimi bir sahabi...Allah Rasûlü sav minber üzerinde celalli bir vaziyette ve herkese birşeyler anlatıyor. Bu arada, sorulan sorulara da, gaybâşina bir üslupla cevaplar veriyordu. Rasûlullah'ın neden celallendiğini bilemiyoruz ama, Hz. Ömer birden ayağa kalkıp, Allah Rasûlü'ne hitaben sanki O gaybi bilmese de O'na inandıklarını dile getirir bir eda ile "Biz Rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan ve Peygamberimiz olarak da Hz. Muhammed'den sav razıyız."1dediğine şahit oluyoruz ki, onun bu ince ve manidar sözleri, Efendimizi sav Efendimizin sav mesciddeki istikbale ve gayba ait bir kısım haberler vermesi, mescidi dolduran binlerce sahabî huzurunda meydana geliyordu. Ve bütün sahabî Allah Rasûlü'nün sav dediklerini aynen tasdik ediyor ve adeta sükûtlarıyla da "sadakte" el-Hak, doğru söyledin ey Allah'ın Rasûlü Tek Tek Yerlerini GösteriyorduVe yine Kütüb-i Sitte ashabından rivayet edilen bir hadise göre sahabi anlatıyor Bedir'de bulunuyorduk. Allah Rasûlü, muharebe adına stratejisini tam tesbit etmiş, kavganın cereyan edeceği yerleri dolaşıyordu. Bir ara gözleri yine gayba ait perdenin verasına kaydı ve bakışları istikbale uzandı. Bazı yerleri eliyle işaret ediyor; burası Ebu Cehl'in öldürüleceği yer, şurası Utbe'nin, şurası Şeybe'nin ve şurası da Velid'in sırtının yere geleceği yer... Ve daha birçok isim... Muharebeden sonra hadisi rivayet eden sahabi kasemle şunu anlatıyor"Allah Rasûlü sav nereyi kim için işaret etmişse, hepsini işaret edilen o yerlerde ölü olarak bulduk."2Beşer aklıyla kavranması imkansız bu kabil hadiseler, bugünün insanları için dahi mesajlar vermekte ve on dört asır sonraki nesillere "Sadakte ve bil hakki natakte; doğru söyledin. Ve Hakk'tan başka da konuşmadın." Biraz Sonra Buraya Bir İnsan GelecekAhmed bin Hanbel'in Müsned'inde şöyle bir hadisenin nakledildiğini görüyoruz Allah Rasûlü sav ashabıyla mescidde oturuyor. Bir ara, şöyle buyuruyor "Biraz sonra, buraya, nâsiyesi, yüzü temiz bir insan gelecek; şu kapıdan, içeriye girecek. O Yemen'in en hayırlılarındandır. Ve alnında meleğin elini sürdüğü bir iz taşımaktadır." Bir müddet sonra, aynen Allah Rasûlü sav'nün haber verdiği tipte bir insan gelip O'nun huzurunda diz çöküyor ve Müslüman olduğunu ilan ediyor. Tertemiz, pırıl pırıl, görkemli ve edeb âbidesi bu insan, Abdullah bin Cerir el-Becelî'den başkası değildir. 32 Efendimizin Yakın ve Uzak İstikbale Ait Verdiği Gaybi Haberlera Fatıma Annemizin Vefatını BildirmesiYine birgün Efendimiz sav, irtihaline sebep olan rahatsızlığı günlerinden birinde, o incelerden ince, oturuşu, kalkışı ve derin bakışlarıyla aynen babasına benzeyen anamız Hz. Fatıma ra'yı yanına çağırdı ve eğilip kulağına bir şeyler fısıldadı. Hz. Fatıma öyle ağladı öyle feryad-u figan etti ki, bu ancak, İnsanlığın İftihar Tablosunun gurûbuyla yorumlanabilirdi. Bir süre sonra Allah Rasûlü sav yine onun kulağına birşeyler fısıldadı. Bu sefer de öyle sevindi ki, onu karşıdan görenler, kendisine bütün Cennet kapılarının açıldığını zannederlerdi. Bu hadise Hz. Aişe validemizin gözünden kaçmamıştı. Biraz sonra bunun sebebini sordu ama, Hz. Fatıma validemiz, bunun Allah Rasûlü'ne ait bir sır olduğunu, dolayısıyla da açıklayamayacağını söyleyerek onu cevapsız bıraktı. Allah Rasûlü'nün vefatından sonra Hz. Aişe validemiz tekrar sorunca, Fatıma anamız da şöyle cevap verdi"Birinci defada bana, kendisinin vefat edeceğini söylemişti. O'nun için ağlamıştım. İkinci defa ise bana, kendi ailesi içinde, O'na en erken kavuşacak insanın, ben olduğum müjdesini vermişti. Ve işte onun için de sevindim." 4Evet, Hz. Fatıma ra anamızın vefat-ı Nebi'den altı ay sonra vefat etmesi, aynen haber verdiği gibi vaki olmuş ve bu gaybî haberi tasdik Hz. Hasan'ın FeragatıKütüb-ü Sitte ricâlinin ekseriyetinin rivâyet ettiği bir hadiste Allah Rasûlü, hutbe îrad ederken Hz. Hasan'a ra işaretle şöyle buyurmuşlardı"Bu benim evlâdım Hasan. O seyyiddir. Allah cc onunla iki büyük cemaati birbiriyle sulh ettirecektir." 5Evet O, kerim oğlu kerim, Allah Rasûlü'nün evladı ve tam bir efendidir. Bir gün kendisine tevdî edilen hilâfet ve saltanatı, sadece ümmet arasında tefrikaya sebebiyet vermemek için terkederken, nasıl bir seyyid olduğunu mutlaka gösterecektir. Aradan geçen yirmibeş-otuz sene Allah Rasûlü'nü Ali ra'den sonra Emeviler karşılarında Hz. Hasan'ı buldular. Ancak bir sulh ve sükûn insanı olan Hz. Hasan bütün haklarından feragat ettiğini ilân ederek, birbirine girmek üzere olan iki İslam ordusunu uçurumun kenarından geriye döndürdü ve sulhda buluşturdu. Burada bilhassa şu hususa dikkatinizi çekmek istiyorum Efendimiz sav Hz. Hasan'a ait bu hadiseyi haber verdiğinde, o, henüz küçük bir çocuktu. Belki o gün Allah Rasûlü'nün işaret ettiği hadiseyi bile anlayacak yaşta değildi. Yani o, Allah'ın Rasûlü böyle dedi diye bu işi yapmış değildir. Bilâkis Rasûlullah onun öyle olacağını bildiği için bu gaybî sözü sarfetmişti...Kaynaklar 1. Buhari, İlim 28,29; Mevakit 11; Tefsir 5,12; Fiten, 15; İ'tisam, 3; Müslim, Fezail, 134-1382. Müslim, Cihad 83; Cennet, 76; Ebu Davud, Cihad 115; Nesei, Cenaiz 1173. Müsned, 4/359,3634. Müslim, Fezailü's-Sahabe 97-99; Buhari, Menakıb 25; Fezailü Ashabi'n-Nebi 12; İzti'zan 435. Buhari, Fiten 20; Sulh 9; Menakib 25; Darimi, Sünnet 12; Tirmizi, Menakib 25. 21 Allah'ın bizi sevdiğini nasıl anlarız? Yaşadığımız sıkıntılar Allah'ın bizi sevmediğini gösterir mi? Allah'ın bizleri sevdiği ispatlanmış bir hadisedir. Asıl bizim bu dünyaya gönderilmemizin gayesi Allah'ı sevip sevmediğimizi ispat etmek içindir. Zira yokluk aleminin karanlıklarından varlık aleminin en nurani tepelerine çıkarıp, bizi Müslüman yapıp ve yine kimseye açmadığı esmasının tecellilerini, yedi milyar insan içinde bize açarak, bizi sevdiğini ispatlamış olmuyor mu? Bir düşünün, sevmediğimiz birisine neden özelliklerimizi, sevdiğimiz şeyleri, sevmediğimiz şeyleri anlatalım ki? Onunla muhatap bile olmayız değil mi? Hem Allah bizi sevmese ve itimat etmese bir çok mahlukuna vermediği yüzlerce organı neden bize versin ki ve neden özellikle akıl, ruh, kalp, gibi kıymeti, kainat ağırlığında olan lüks mücevheratı boynumuza taksın ki? Birisinin bizi sevmesinin ölçüsü bize verdiği hediyenin kıymetiyle doğru orantılı değil mi? Biz bu dünyada peşinen aldığımız bu nimetler karşısında Allahı sevme ve Ona itaat etme sınavına tabi tutulmuşuz. Allah'ın sevilmeye layık olduğuna zaten bizler iman edeceğiz. Bu bizi ilgilendiren bir durum. Bazı şeylerin bize perdeli gelmesi sınavda olmamız nedeniyledir. Allah'ın elmayı bizzat elimize vermesi belki gönlümüze daha hoş gelebilirdi. Kendimizi, daha çok sevilen olarak hissettirebilirdi. Ama ağaçtan vermesi de bundan farksız değil mi? Zira ağacı, elmayı yapmada iktidarsız bırakması zaten buna delildir. O halde, bir tür okuyamama problemiyle karşı karşıyayız. Sizi çok iyi anlıyorum. Gerçekten iyi okunmadığında, altından kalkılması zor bir durum. Ama herhalde zihnimizde bir tür toptancı bir anlayış var. İnsanların içinde kaynadığımızı zannediyoruz. Sanki bize özel bir şey yokmuş gibi... Yine birisinin bizi sevme derecesi "bize özel" ikramlarıyla doğru orantılı görüyoruz. Ama emin olun, etrafınız yalnızca size özel ikramlarla dolu... Örneğin yaşamanız. Siz bunun fabrikasyon bir şey olduğunu mu sanıyorsunuz? Hemen bir biyologla konuşun. Ya da bir fizikçiyle veya bir doktorla veya kitaplarla… "Zira okuduğunuz fenlerden her fen lisan-ı mahsusu ile..." size bunu ispat edecektir. Örneğin; sizin bu soruyu sormanız için gerekli olan hayatın hikayesinin on dört milyar ışık yılı önce başladığını biliyor musunuz? Yani evren o müthiş patlama ile yaratılmaya başladığı anda 1045 on üzeri kırk beş santigrat derece sıcaklıktan yaklaşık beş milyar yıl öncesine kadar genişleyerek -233 derece sıcaklığa düşmesinin sizin hayatınızla münasebetini biliyor musunuz? Bütün uzayın o sıcaklıkta bırakılması dünya gibi bir gezegenin yaratılması için en önemli ve ilk şart olduğunu bugün bütün fizik dünyası açıklıyor. Yani sizin bu soruyu sormanız için evren bu sıcaklığa gelmek zorunda... Dünyamızın yaratılması emin olun bize özel. Çünkü bizim bu dünyada insan olarak hayatımızı sürdürmemiz, biyologlara göre iki yüz elli milyonda bir ihtimaldir... Hadi doğduk... Bize aklın verilmesi ve yine Müslüman olmamız, aklı çatlatacak ihtimal oranlarıyla önümüze gelmiş. Ve verilen bu hayatın devam etmesi bütün kainatın tıkır tıkır işlemesi gibi sayıların aciz kaldığı bir ihtimal oranı ile bize her an ikram ediliyor. Ve hayatımız devam ederken güneşin göz bebeğimize vuran ışık öpücüğü... Bunun bize özel olduğunu anlamak istiyorsanız körlere bakın, felçlilere bakın, geceden gündüze çıkamayan yani o gün güneşi görmeden ölenlere bakın. Emin olun bu size özel... Eğer probleminiz "Bana verilen bir şeyi başkasında görmek istemiyorum." düşüncesi ise.... İnsaflı olun derim ben size... Ne suçu var mahlukatın... Ne olur ki canım onlarda bundan istifade etse... Bütün bunların dışında yalnızca size özel iltifatlarda var. Parmak iziniz, kan grubunuz, ses tonunuz, göz bebeğiniz ve her şeyden öte kimseninkine benzemeyen kaderinizle... 22 Alışkanlık haline gelmiş bir günahtan nasıl kurtulunur? Bırakılmayacak günah yoktur. İlim, zaman, mekan ve çevre ile her günah bırakılabilir. Allah’ı sevmek ve onun razı olduğunu bilmek soyut bir durum olduğu için anlamak zordur. Bir insan ben Allah’ı seviyorum diyebilir. Fakat bu durum içimizdeki bir duyguyu anlattığından dolayı, dışımızda bunu göstermemiz gerekir. Diğer taraftan, Allah bizden razı mı? Biz onun yanında nasıl bir kuluz? Bu sorular da aynı şekilde anlaşılması zor konulardır. Bunu anlamanın da bir yolu olmalı. İşte hem bizim Allah’ı sevdiğimizin anlaşılması, hem de Allah’ın bizden razı olduğunu anlamanın yolunu şu ayeti kerimede Allah’ımız bildiriyor. “Ey Muhammed deki Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun, ta ki Allah da sizi sevsin.” Al-i İmran, 3/31 Dikkat edilirse Allah’ı sevmemizin göstergesi Hz. Peygamber Efendimize asm uyarak İslamı yaşamaktır. Biz Peygamberimize asm uyarak hayatımızı yaşarsak, netice de Allah’ın da bizi sevdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Mesela, babanızı ve annenizi sevdiğiniz nasıl anlaşılır? Onların isteklerini yapar, memnun olmadığı şeyleri de terk ederseniz, o zaman sevdiğiniz ortaya çıkmış olur. Onlar bize demeseler bile biz bundan anlarız ki onlar da bizi seviyorlardır. Tam tersi olsa dediklerinin hiç birini yapmam ama, kalbime bak onları çok seviyorum deseniz kime inandırabilirsiniz. Demek ki Allah, Peygamberimizi asm bir model olarak yaratmış ve en güzel örnekleri onda göstermiş. Bize de, eğer beni seviyorsanız, size peygamber olarak gönderdiğim Hz. Muhammed’e uyunuz. O takdirde anlayın ki ben de sizi seviyorum, diyor. Sözün özü Allah’ın bizi sevdiğinin göstergesi, bizim ne kadar Hz. Muhammed’e benzediğimizdir. Ona göre sonuca varabiliriz. Size, bize ve tüm insanlara yol haritası Kur’an ve sünnettir. Bundan başkasını size tavsiye edemeyiz. Yani Kur’an'ı ve sünneti, yani Rasulullahı kendimize rehber edinmek, kendimizi onlara endekslemek ve imani bahis ve kitapları tefekkür ile okumaktır. Yani imanın ve Kur’an'ın anlattığı ve bahsettiği Kur'anî ve imani kitaplar bulabilseniz veya bu konuları tefekkür ve mütalaa eden şahsiyetlerle beraber olmakla onlardan istifade edebilseniz, sizin hem dünyanıza hem de ahiretinize faydalı olacaktır. Namazları vaktinde kılmak, büyük günahlara dikkat etmek ve namazın arkasındaki tesbihatı yapmak ayrıca sizi tekamül ettirecektir. Bu konuda size bazı tavsiyelerimiz olabilir 1. Çevrenizde güven ve itimat duyduğunuz bazı kimselerle istişare ederek, İslamî çizgiyi koruyan ve sorularınıza cevap verebilecek cemaat mensuplarıyla görüşmenizi; 2. Zafer, Nesil, ve Cihan yayınları gibi yayınevlerinde çıkan kitaplardan bazılarını seçerek okumanızı; 3. Bizim tavsiye edeceğimiz şu kitapları okumanızı öneririz Zafer Yayınları, Yerebatan cd. 45/2 Cağaloğlu, İst. Tlf. 212 5270207 - Gerçeğe Doğru Serisi, 6 cilt. - Nurdan Kelimeler / Cümleler, 2 cilt. - Bir Kader Sohbeti - Ölüm Son Değildir, 3 cilt. - Risale Okumaları, 2 cilt. Nesil Yayınları, Sanayi Cd. Bilge Sk. No 2 Yeni Bosna İst. Tlf. 212 5513225 - Dört Halife, - Sahabe Modeli, - Peygamberimizin Hayatı, - İslamı Nasıl Anlamalı, - Gençliğe Sesleniş, - Vesvese, Sebepleri ve Kurtuluş Yolları, - Kendini Arayan Adam, - Müslüman Nasıl Yaşamalı, - Peygamberimizin Tebliğ Metodu, 2 cilt. - Kur'an'da Cihad ve Savaş. Ayette geçen Nefis ve Malın Allah’a satılması ne demektir? Nur Külliyatı'nda, “Muhakkak, Allah müminlerden nefislerini ve mallarını cennet mukabili satın almış bulunuyor.” mealindeki âyet-i kerimenin tefsiri yapılırken bir temsil getirilir ve temsilin bir yerine de şu mesaj yüklenir. “Hem o fabrikadaki âletler benim namımla ve benim tezgâhımda işlettirilecek. Hem fiyatı, hem ücretleri birden bine yükselecek.” bk. Sözler, Altıncı Söz Bir sohbette arkadaşlarıma, toprağın ve suyun fiyatlarını sormuş ve bir cevap alamamıştım. Muzun fiyatını sorduğumda ise yüksek bir rakamla karşıma çıkmışlardı. İşte toprak ve su Allah’ın bir fabrikası olan ağaca girdiklerinde, öteden muz olarak çıkıyor ve büyük bir kıymet kazanıyorlar. Aynı şekilde, otu inek denilen bir canlı fabrikaya veriyoruz, et ve süt elde ediyoruz. Şeker pancarı, fabrikadan şeker olarak çıkarken, çiçek tozları kovanda bal oluyorlar. İnsan, etrafını saran böyle sonsuz ibret tablolarından ders alarak nefis ve malını, Rabbinin emir tezgâhına soksa, alâ-yı illiyyin denilen o üstün makama erecek ve cennet ehli olma şerefine kavuşacak. Nefis denilince insanın zâtını anlıyoruz, mal denilince de zâtın tasarrufuna verilen emanetleri. Bir başka ifadeyle, “nefis” insana ihsan edilen dahilî nimetleri; “mal” ise haricî nimetleri temsil etmekte. Her ikisi de insanı ya alâ-ı İlliyyîne çıkaran yahut esfel-i safiline düşüren imtihan âletleri. Âyet-i kerimede nefisten başlandığını dikkate alarak nefsimiz üzerinde biraz duralım. İnsan aklı, fizik ve kimyadan, ticaret ve ziraattan, kumar ve soyguna kadar her şeyde istimal edilmeye müsait. Bunların bir kısmı insanı yükseltirken, diğerleri alçaltır. İnsan kalbi bir umman. İman ve küfürden, adalet ve zulme, tevazu ve kibre, itaat ve isyana, muhabbet ve nefrete, af ve intikama ve daha nice müspet ve menfi mânâlara açık. İnsanın alâ-yı illiyyîne yükselmesinde yahut esfel-i safilîne yuvarlanmasında en büyük pay onun. Kalbe bağlı lâtifeler, hisler bedenin organlarından çok. Bunlar da insanı ya yücelere çıkarır yahut çukurlara düşürür. Sevgiden başlayalım. İnsan bu his ile, ya Rabbini ve Mevlâsını sever, yahut nefsini ve menfaatini. İşte birinci hâl yükseliş, ikincisi çöküştür. Bir diğeri, “endişe duygusu.” İnsan, ya maddî ve dünyevî problemleri kendisine dert edinir, bunların endişesiyle ruhunu perişan eder. Yahut, bu dünya yolculuğunun cehennemle son bulma endişesi onu durmadan çalışmaya, gayrete ve duaya sevk eder. Birincisi, aşağıların aşağısı, ikincisi yüceler yücesidir. Beş duyumuz da bu ölçüye vurulmalı. İnsan bunlarla sâlih amel de işleyebilir, isyan ve günah da. Birinciler, insanı en ileri makamlara, ikinciler ise en derin azaplara hazırlar. Yine Nur Külliyatı'nda, “Küfür, mahiyet-i insaniyyeyi yıkar, elmastan kömüre kalbeder.” denilerek, büyük bir hakikat dersi verilir. Demek ki, insan ahsen-i takvim ile ifade buyrulan bir elmas mahiyetinde yaratılmış. Kendisini rıza çizgisinden, istikamet hattından dışarı çıkarırsa, ceza alarak aşağıların aşağısına atılıyor. Bu çöküş “kömür” olmakla sembolize edilmiş. Bilim adamlarımızın ifadelerine göre, elmasla kömürün temel taşları aynı. Sadece kristalleşme şekilleri farklı. İşte bu farklılıktan birbirine zıt iki mahiyet doğuyor. Aynı harflerle farklı kelimelerin yazılabilmesi gibi, aynı insan mahiyetinden de birbirine zıt meyveler çıkabiliyor Mümin-kâfir, salih-fasık, âdil-zâlim, mütevazı-mağrur gibi. Bu misâle göre •Ahsen-i takvim, “en güzeli yazabilecek kıvamda, kabiliyette yaratılmış olma.” •Alâ-yı illiyyîn, “bunu başarabilenlerin yüksek makamı.” •Esfel-i safilîn, ise “yanlış yazanların büyük düşüş ve çöküşü.” Allah Resulü “Dünya âhiretin tarlasıdır.” Aliyyülkârî, el-Masnû', I/135; el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, I/1320 buyurur. O halde insan bu dünyada, çekirdek kabilinden de olsa, “alâ-yı illiyyîn” şerefine erecektir ki, bu mazhariyet âhirette o yüce makam olarak kendini göstersin. Ve yine insan, işlediği isyanlarla, “esfele-i safilîne” lâyık olacaktır ki, bu liyakat o dehşetli azabı meyve versin. Sözün özü Yüksek insanlar da, alçak insanlar da bu dünyada yetişiyorlar. Ve âhirette her nefis kendi ameline uygun saadete eriyor yahut azaba düşüyor. İlave bilgi için tıklayınız - Günah işleyen kişi tövbe etmekle günahlarından kurtulabilir mi? 23 Gaflet nedir ve ondan nasıl kurtulabiliriz? Gaflet, ahlâk ve tasavvuf terimi olarak, dünya veya âhiret hayatı için gerekli olan bir şeyin önemini kavrayamama halidir. Sözlükte "terketmek, önemsememek" anlamında masdar ve "dalgınlık, dikkatsizlik, yanılma, ihmal" mânasında isim olan gaflet kelimesi, "bir şeyin gerekliliği ortada iken bunun idrak edilememesi", "nefsin kendi arzusuna uyması, zamanın boş geçirilmesi" "yeterince uyanık ve dikkatli davranılmadığı için insana arız olan yanılgı hali" gibi manalara gelmektedir. bk. et-Ta'rîfât, el-Müfredât Ğ-F-L md Dini bir terim olarak gaflet; en mühim vazife olan Cenab-ı Hakk'a itaat ve ibadeti terk edip, önemsiz ve kıymetsiz şeylerle uğraşmak ve nefsine ve hevesâtına tâbi olarak Allah’ı ve ahireti unutmak anlamına geliyor. Buna göre, gerçek görevlerini unutma haline gaflet denir. Gaflet uykusuna dalanlar, ömür sermayelerini iyi değerlendiremezler. Kâinata ve onda cereyan eden olaylara gaflet ile bakanlar, gerçekleri göremezler. Suyun buhar, sıvı ve buz halleri olması gibi, gafletin de dereceleri vardır. İnsan dünyaya daldıkça gaflet kalınlaşır, âdeta bir buz dağına dönüşür. Dünyanın fani işlerine dalmak, gafleti artırır ve kalınlaştırır. Fikri harekete geçiren, Allah’ı, ahireti, ibadeti hatırlatan sohbetlere katılmak veya bunlardan bahseden eserleri dikkatle okumak ise gafleti dağıtır. Kur'ân-ı Kerîm'de maddî ve manevî menfaatlerini bilen insanlara "zâkir" ve "ehl-i zikir", bundan habersiz olanlara da "gafil" denilmiştir. Gaflet "unutma ve yanılma" manasını da taşımakla birlikte, aslında bu iki kavramdan farklıdır. Bir şeyi bile bile terketmek gaflet; bilmeden terketmek ise unutmaktır. Kur'an, hayvanlardan daha aşağı seviyede bulunan ve kalpleri mühürlü olanları gafil diye niteler A'râf, 7/179 ve müminlerden gafil olmamalarını isteyerek A'râf, 7/205 Allah'ın âyetlerinden gafil olanların cehennemlik olduklarını bildirir. A'râf, 7/146; Yûnus, 10/7-8 Gaflet içinde bulunanlar âhirette pişmanlık duyacaklardır. Enbiyâ, 21/97 Gaflet kelimesi Kur'an'da "habersiz olma" mânasında da kullanılmıştır Yûsuf, 12/3; Kâf, 50/22 ve Allah'ın gafil olup bitenlerden habersiz olmadığı hususuna sık sık dikkat çekilmiştir. Meselâ Bakara 2/74, 85, 140, 144, 149 Hadislerde de insanların Allah'tan, onun zikrinden ve âyetlerinden gafil olmamaları istenmiş, gafil kalple yapılan duanın tam ve mükemmel bir dua olmadığı belirtilmiştir. Müsned, 2/177; Tirmizî, Daavat, 65 Zâhid ve sufîler gaflet konusu üzerinde önemle durmuşlardır. İbn Ebü'l-Havârî gafleti "en büyük musibet ve kasvet" olarak tanımlar. Ona göre en derin uyku gaflet uykusudur. Gaflet olmasaydı insan nefsinin arzularına kul olmazdı. Cüneyd-i Bağdadî, Allah'tan gafil olmanın ateşe girmekten daha zor olduğunu söyler. Ebû Ca'fer Sinan'a göre bir insanın işlediği günahtan tövbe etmesi gerektiğinden gafil olması, o günahı işlemesinden daha kötüdür. Kalbin gaflet içinde bulunmamasını isteyen Dârânî'ye göre gafleti kalpten kovmanın tek yolu Allah korkusudur. İbn Mesrûk ise gafletle cehalet arasında bir ilgi kurarak cehaletin gaflete yol açtığını söyler. Sûfîlerin tehlikeli buldukları gaflet, insana ibadeti ve kulluğu unutturan veya kalp huzuruyla dinî görevleri yerine getirmesine engel olan gaflettir. Gafletin çok mertebe ve dereceleri vardır. Küfür bir gaflet-i mutlaka olduğu gibi ibadetlerdeki eksiklikler de bir gaflettir. Bu yüzden gaflet sadece küfür ve fısk ile sınırlı bir kavram değildir. Marifetin zirvesinde olan asfiyalar bile gafletten şikayet edip, o hallerine tövbe etmişler. İmanın yoğunluğunda bile gafletler bulunabilir. Hatta manevi terakki yolunda bir alt makam bir üst makama nispetle gaflet telakki edilmiştir. Küfür, gafletin en koyu ve en kesif halidir. Bütün kainat Allah’a ve ahirete güneş gibi parlak birer delil de olsalar -nitekim öyledir- küfrün kesif ve koyu girdabında sönükleşip kaybolurlar. Küfür gafletinin bu koyu ve kesif halini ancak ve ancak hidayet ve iman ışığı yırtabilir ki, burada yine iş, insanın irade ve isteğine bakıyor. Yani insan, iradesini hidayet ve imandan yana sarf etmedikçe, gaflet sarmalından kendini kurtaramaz. Gaflet öyle sinsi bir hastalıktır ki, hidayet ve iman sahasında da varlığını devam ettiriyor. İman etmiş birisi imanın yoğunluğunu ve aktifliğini her daim hissedip yaşayamıyor. İman etmiş ama imanın tadını, kokusunu alamıyor. Bunun yegane sebebi gaflettir. Evet, gaflet imanın tesirini kırıp, imanı kalbin derinliğine hapseden zehirli ve fark edilmeyen sinsi bir düşmandır. Bu düşman uzun vadeli hesaplar yapar, hedefi, imanı kalpten atmaktır. Günahlar gafletin sivri başlarıdır. Nasıl ciğerdeki sinsi bir hastalık deride çıban şeklinde tezahür ediyor ise, gaflet de günah ve fısk şeklinde tezahür ediyor. Günahlar gafletin sinsi ve tehlikeli meyveleridir. Gaflet tövbe ve tefekkür ile imha edilmez ise, neticesi Allah korusun çok tehlikeli olabilir. Gafleti besleyip büyüten; ülfet, ünsiyet, dünyevi meşgale, iman zayıflığı gibi şeylerdir. Bunlar kökten tedavi edilmedikçe, gaflet kanseri de tedavi edilemez. Gafletin en büyük ilacı ve zıddı ise, huşu ve huzurdur. Huşu ve huzur Allah’ın huzurunda olduğunu idrak edip ona göre hareket etmek anlamındadır. Allah’ın huzurunda olduğunu sürekli akılda ve zinde tutmanın tek yolu, her şeyde ona açılan marifet pencerelerini görebilmek ve okuyabilmek ile mümkündür. Yani bir çiçeğe, bir böceğe, bir yıldıza baktığımız zaman, Allah’ın isim ve sıfatlarını o şeylerde görebiliyor isek, o zaman her şey bize onu hatırlatır ve onu gösterir. İşte bu manaya huzuru İlahide meleke kesbetme deniyor. Yani sürekli onun huzurunda olduğumuzu akılda ve zinde tutmamız demektir. Işık nasıl karanlığın düşmanı ise, huşu ve huzur da gafletin düşmanıdır. Böyle bir huzur ve meleke ancak sağlam ve tahkiki bir iman ile kazanılır. İlave bilgi için tıklayınız - Bizi gaflete iten nedenler nelerdir? Bunlardan nasıl kurtuluruz? - İnsanın Gafleti - Namazda Huşu' ne demektir? Huşu ile namaz kılmak ve gafletten kurtulmak için ne yapmak gerekir? 24 "Havf ve reca korku ve ümit arasında olmak" ne demektir? Havf, “korku, korkutmak”, reca ise “emel, ümit, yalvarmak, dilek.” demektir. Sakin su, dalgalı deniz kadar güzel olamıyor. Rüzgârın esmesiyle sağa sola salınan dallar, sakin ağaçlardan daha hoş bir manzara sergiliyorlar. Rüzgârı göremiyoruz, eğer görebilseydik, onu da dalgalı bir deniz gibi seyredebilecektik. Dalların âhenkli salınışları, rüzgârın o dalga dalga esişinin neticesi. İşte insan ruhu o dalgalı deniz, o salınan ağaç gibi. Melekler ise, sakin su, hareketsiz bitkiler gibi. İnsan ruhu imtihan rüzgârına mâruz. Ve insan kalbinde kararsızlık, değişkenlik hâkim. İşte insan ruhundaki bu aralıksız değişme, bu fasılasız dalgalanma ona apayrı bir güzellik kazandırır. Onu meleklerin üstünde bir konuma çıkarır. O kalpte zıt renklerden tek bir kumaş dokunur. Celâl ve cemâl tecellileri o kalbi birlikte kemâle erdirirler. Kahır ve lütuf onda rıza olarak birleşirler. İşte bu zıt tecelliler kalpte iki ayrı neticeyi birlikte doğurur Havf ve reca. Havf, tatlı bir korku Allah’ın celâl, kibriya ve azameti karşısında haşyet duyma... Reca ise zevkli bir ümit Onun lütuf, ihsan ve kereminden daima ümitvâr olma... Dünya imtihanını kazanan insanlar, Allah’ın bütün sıfatlarına, fiillerine ve isimlerine birlikte inanırlar. Celâlî isimler, onların kalplerinde korku ve haşyet doğururken, cemâlî isimler gönüllerini ümitle, sürurla, sefayla doldurur... Onlar, emir ve yasaklar denilen ikili bir imtihana tâbi tutulurlar. Karşılarına helâller ve haramlar çıkar, doğru ve yanlış arasında çoğu kez sıkışıp kalırlar. Hayırları işlemek amel-i salih, şerlerden kaçmak ise takvadır. Amel-i salih işlendikçe reca kapısı, takvada ilerlendikçe havf kapısı açılır. Her iki kapıdan da aynı neticeye erilir Cennet. Mü’min, hem ümit ve hem de korku içinde olmalıdır. Zira Allah hem Gaffar’dır, hem de Kahhar. Bağışlaması da vardır, kahrı ve perişan etmesi de. Bize havf ve reca dersi veren bir hilkat tablosu Arzın merkezinde, magma bir ocak gibi durmadan yanıyor. Üstte Güneş, alevlerini kilometrelerce öteye fırlatıyor. Ve nihayet, insanlar ve hayvanlar, denizler ve ormanlar varlıklarını bu iki ateş arasında devam ettiriyorlar. İnsanın manevî terakkisi de iki ateş arasında sürüyor Nefis ve Şeytan. Bu tablo karşısında insan şöyle düşünmeli Madem ki bedenim, güneş ve magma arasında hayatını devam ettiriyor; ruhum, nefis ve şeytana rağmen hâlâ mü’min. O hâlde, Allah’ın rahmetinden ümit kesmek için hiçbir sebep yok. Ve madem ki, bu iki ateşten de bir an olsun başım sakin olamıyor, öyleyse azaptan emin olmam da akıl kârı değil... Havf da reca da mü’minin sıfatlarıdır. Bundandır ki, hangisi ruhtan çekilse, küfür tehlikesi belirir. Havf etmeyen insan, isyan yolunu tutar, bu yolun sonunun ise küfre çıkma tehlikesi vardır. Recanın azalması da ümitsizliğe yol açar. Bu da sonu küfre çıkabilecek bir başka yoldur. Kur’an-ı Kerim’de bir kısım âyetler, mü’mini cennetle müjdelerken, bir kısmı da âsileri cehennemle tehdit ediyor. Kalbin bir atıp bir sessiz kalması gibi, insanı bir havfa bir recaya sevk etmekle hoş bir âhenk meydana getiriyorlar. Fatiha Kur’an-ı Kerim’in fihristesi, hülâsasıdır. Onda da havf ve reca dersi birlikte veriliyor. “Hamd”de medih ve sena hâkim. “Mâliki yevmiddin”, havf dersi verir. “İbadet” recaya, “istiane” havfa işaret ederler. “Sırat-ı müstakime hidayet talebi” recadır. “Mağdup ve dallinden olma korkusu” havftır. Fatiha’yı okuyan bir mü’minin ruhu, o hissetmese de havf ve reca dalgaları arasında seyran eder. 25 Zevk nedir; niçin verilmiştir? Diyorlar ki Dünyaya bir kere gelinir. Sonun başlangıcı yoktur. Gülün, eğlenin, bir yıldırım hızıyla geçen ömrünüzü zevk ve safa ile geçirin. İman, ahiret, ibadet, helal, haram, ölüm gibi size sorumluluğunuzu hatırlatacak ve zevklerinizi kısıtlayacak kavramları düşünmeyin. Siz bir kelebek kadar hür ve kayıtsız olmalısınız. "İç bade, güzel sev, var ise aklü şuurun / Dünya var imiş, ya ki yok imiş ne umurun."Bu bir hayat felsefesidir ve adına hedonizm denir. Dilimizde "hazcılık" veya "zevkçilik" diye ifade edilebilir. Kökleri Eski Yunan'a kadar gider. İlk filozofu Epikür'dür. Felsefe tarihleri, her ne kadar Epikür'e "İlk" diyorlarsa da bu beni tatmin etmiyor. Kanaatime göre ilki şeytan, ikincisi nefistir; Epikür, ancak üçüncü olabilir! Daha sonra bu fikirlerin bir benzerini Ömer Hayyam'da Nedim'in, "Gülelim, eğlenelim, kâm alalım dünyadan." mısrasıyla sloganlaşır. Günümüzün maddeci toplumları; zevk kıskacının kurbanı oldular. Bu salgın hastalık, bazı şer odaklarının marifetiyle, vatanımızı hedef almış durumda. Gençlerimizin beyinleri, sözde sanatlarla yıkanıyor; şarkı sözlerine kulak verin, hedonizmin içyüzü üstünde durmak istiyorum. Bir sistemin kabul görmesi için, toplumun tamamına, yahut ekseriyetine hitap etmesi gerekir. Oysa hazcılık, kısmi bir azınlığı içine alıp, çoğunluğu dışarıda bırakıyor. Çünkü, cemiyetin ekseriyetini çocuklar, hastalar, fakirler, ihtiyarlar ve musibete uğrayanlar teşkil ederler. Dilediği gibi eğlenmek, her arzusunu tatmin etmek, her zevki tatmak, ancak belli bir gruba vergidir. Hem genç olacak, hem sağlıklı, hem zengin ki, keyif peşinde koşabilsin. Karnını doyuramayan fakire, ızdıraplar içinde inleyen hastaya, kabir kapısında ölümü bekleyen ihtiyara "ye, iç, eğlen, keyfine bak" demek gülünç olmaz mı? Fakir, ancak bu dünyada tadamadığı lezzetlere, ahirette kavuşacağını düşünüp, ümit ederek teselli olabilir. Hastalar, aczini anlayıp, Yaradan'ına dua etmekle huzura bükülmüş, fani zevklerden elini çekmek zorunda kalmış ihtiyarlar ise, ölümün yokluk olmadığını, ebedi bir aleme gitmek için vasıta olduğunu düşünmekle tarifsiz kederlerden tefekkürünün abidelerinden olan Sadi'nin de dediği gibi; "İnsanlar bir vücudun azalarıdırlar." Organların karşılıklı yardımlaşmalarıyla hayat devam eder. Toplum hayatı da fertlerin dayanışmasına ve birbirleriyle müspet manada ilgilenmesine kalb ve vicdan sahibi her insan, sair hemcinslerine merhamet eder, etmelidir. Çevresindeki kişilerin dertlerine, kederlerine, ızdıraplarına kayıtsız kalabilenler, insani özelliklerini yetimlere, kıvranan açlara, inleyen hastalara ve titreyen ihtiyarlara rağmen zevkini düşünenlere, sadece keyif için yaşayanlara insan mı denir?Hazcılar, çalışmayı da sevmezler. Kazanmak için ter dökmek istemezler. İş, zamandan ve keyiften fedakarlık etmeyi gerektirir. Şu hâlde zevk için harcanacak parayı nerden temin edecekler? Şüphesiz saf ve masum insanların sırtından. Bu sebeple, cemiyette zevkçilik arttıkça, vurgunculuk da çoğalıyor. Bir yanda gayri meşru kazancı meslek hâline getirenler, diğer yanda çalıştığı halde yeterince kazanamayanlar. Dünya, zalim asalaklarla, mazlum vatandaşların gaye olursa, aile müessesesi zayıflar. Çünkü, cemiyetin çekirdeği olan aile, ancak fedakarlıklarla ayakta durabilir. Kadını, "yasak zevklerin aracı" kabul eden zihniyet, "şefkat kahramanı anayı" tanımaz. Çocuk ise, keyif aracı olan parayı paylaşarak azaltan düşmandır; doğmadan devlet yapanlar, kahramanlardır. Esir milletleri, efendi haline getirenler, ideal adamlarıdır. Ölüm uykusuna yatmış cemiyetleri ayaklandıran, coşturan ve yüce hedeflere koşturanlar, arzuları peşinde sürüklenenler kahraman olamazlar. Sefahat döşeğine rahat için yatanlar, fedakarlık edemezler. Benciller, ölüme gülümseyen, mana için yaşayıp, dava için ölenleri anlayamazlar. Bunlardan meydana gelen toplum, içinden gayesini zevk zannedenlerin beyinleri, midelerine inmiştir. Maddi zevkten başka zevklerin de olabileceğine ihtimal vermezler. Açı doyurmanın, yetimi okşamanın, düşküne yardım etmenin hazzına yabancıdırlar. Gürültülü müzikten, kasıkları patlatan komediden, şehvet kokan edebiyattan hoşlanırlar. Ömürleri, yeni zevkleri hayal etmekle geçer. Zevkin sınırı yoktur. Tekrarlanan hazlar, tat vermez olur. O zaman yeni ve değişik zevklerin peşine düşerler. Bulamayınca, sıra aklı uyutmaya gelir. Yeni dostları afyon, eroin ve alkoldür artık. Uyuyan, uyuşan ve sızan bir cemiyet ortaya çıkar. Böyle bir toplum, dostu düşmandan ayırt edemez. Hürriyet kapısı kapanmaya, esaret kapısı açılmaya başlar. Ruhun cüzzamı olan bu korkunç hastalığa yakalananlar, manen ölüdürler. Ölülerse, mülklerini koruyamazlar. İşte bunun için materyalist dış odaklar ve onların içerdeki kuklaları, zevki ve hazzı gaye olarak gösteriyorlar!Zevk, vasıtadır; ferdi hayatın ve neslin devamı için yaratılmıştır. Yiyeceklerde zevk olmasaydı, yemek içmek bir azap olurdu. Yiyemez, içemez ve zaruri ihtiyacımız olan gıdaları alamazdık. Hayat devam etmezdi. Keza, evlilikte lezzet olmasaydı, aileler kuramaz, çoğalamaz, yeryüzünü şenlendiremezdik. İnsan nesli kesilirdi. Halbuki biz, iman ve ibadet için yaratıldık. Bu yüce vazifeleri yapmak için yaşamalı, neslimizi devam ettirmeliyiz. Yanlış olan, vasıtayı gaye yerine koymaktır. Zevk için yaşayanlar, eşeğini doyurup, kendisi açlıktan ölenlere ve lezzetin yaratılmasındaki bir hikmet de şudur Biz bu dünyaya bir imtihan için gönderildik. Burası ücret ve mükafat yeri değildir. Her padişah gibi, şu dünya mülkünün maliki olan Allah'ın da bazı emirleri ve yasakları var. Haram zevkler de bu imtihanın bir parçası. Bizden, meşru dairede kalmamız isteniyor. Hür bir iradeyle yaratılmışız. Helal çizgisinde yaşayıp cenneti kazanmak da elimizde, haram zevklere kapılıp cehenneme gitmek bakarsanız, Allah'ı tanımayan, ahireti bilmeyen ve kulluk şuuruna ermeyen kişi, dünyada da mutlu olamaz. Çünkü dünyanın lezzetleri geçicidir. Zevkin bittiği yerde elem başlar. Ölüme kadar sürer gider bu nöbet. Hazların fani olduğunu düşünmek bile, hayatı zindan etmeye yeter. Hayattan tam zevk alanlar, ancak inananlardır. Onlar bilirler ki, lezzetler geçicidir, ama nimetleri veren Allah bakidir. Tükenen nimetlerin devamını da yaratmaya muktedirdir. Bu dünyada vermese bile, ebedi saadet yeri olan ahirette verebilir. Şu halde lezzetin sonunu düşünüp kederlenmek manasızdır. Evindeki bir sepet elmanın biteceğini düşünerek üzülen fakir bir adam, öğrense ki, padişah kendisini elmasız bırakmayacak, her ne zaman elması kalmasa o yine verecek, sevinir ve lezzetini tam hayvandan ayıran en mühim özellik, akıldır. Fakat bu müstesna kabiliyet, yerinde kullanılmazsa bela olur. Çünkü, akıl sayesinde geçmişi ve geleceği düşünmek mümkündür. İnanmayan adam, geçip giden güzel günlerini hatırlayarak hayıflanır. Gelecek zaman ise, meçhul tehlikelerle doludur. Ölümü her şeyin sonu sanan için, mazi, bir yoklar ülkesidir. İstikbal ise, kendisini yutacak bir ejderha ağzıdır. Allah'a teslimiyeti olmadığı için, her olay ruhunu titretir. Dış görünüşüne bakılırsa mutlu zannedilir, lakin iç dünyası, acılarla cehenneme inanan kişi için ölüm yokluk değil, bir başlangıçtır. Nurani ahiret alemine geçiş vasıtasıdır. Gelecek ise, sonsuz merhamet sahibi olan Allah'ın emrindedir. Dünya da, içindekiler de fanidir, ama O insan bu dünyada ebediyen kalacak olsaydı, belki zevkine gereğinden fazla önem verebilirdi. Fakat yeryüzünde her an ölüm rüzgârları esiyor. Çevremizde ölümlü hayatın kavgasına şahit oluyoruz. Her yaratıkta ölümün yüzünü görüyoruz. Dün dalında gülümseyen çiçekler, bugün ayaklar altında. Bahar ve yazın yeşil gelinleri olan ağaçlar, kışın kefenler içinde. Masmavi göklerde uçan kuşlardan artakalan, bir avuç tüy yumağı. Elif gibi dik duran gençler, bir de bakıyoruz ki, dal gibi eğilmişler. Zevk cilasıyla parlayan gözler toprakla doluyor. Sevdiklerimiz bizi birer birer terk ediyorlar. Bütün yollar kabre çıkıyor. Şeksiz şüphesiz biliyoruz ki, bizim de sonumuz ihtiyarlık ve ölümdür. Şu halde, hakimiyet davasında hayattan hiç de geri kalmayan ölümün bizden bir isteği olmalı. İşte, insanın en önde gelen meselesi budur ve hiç kimse bu gerçeğe kayıtsız kalamayacaktır. Zevkperest, ölüm karşısında titrerken, Müslüman rahattır. Çünkü ölüm, toprağa girip çürümek değil, sevgili Peygamberine ve sair sevdiklerine kavuşmak demektir. Başkalarını dehşete düşüren Azrail, güvenilir bir emanetçidir. Ve onlar için cenaze merasimiyle, düğün alayı, aynı şeydir. Gidiş Rahman ve Rahim'e olunca, kabir gülistana gayesi zevk değildir, diyoruz. Öyleyse niçin yaratıldık?Şimdi de bu sorunun cevabını arayalım"Çoklukta birlik" diye tarif edilen ahengin en mükemmelini kâinatta görmekteyiz. Her yaratık, kendisine düşen vazifeyi eksiksiz olarak yerine getiriyor. Cansızlar, hayata hizmet ediyor. Hayatın en ulvisi de insana verilmiş. Hiç tereddüt etmeden diyebiliriz ki, kâinat insan için çalışıyor. Bitkiler hayvanların, hayvanlar ise insanların emrinde. Her mahlukun bir gayesi olduğuna göre, insan da bir maksat için yaratılmıştır. Aksini düşünmek abes olur. Şu halde bu nasıl bir gaye olmalı? Bu sorunun cevabı, Rabbimizin ilahi kitaplar aynı noktaya parmak basarak diyorlar ki Temel vazifeniz, sizi yoktan var eden ve sayısız nimetlerle yaşatan Allah'ı tanıyıp, kulluk etmektir. Sonsuz bir gençlik, ebedi bir saadet ve tükenmez zevkler isterseniz, O'nun emirlerine itaat edip, yasaklarından sakınınız. Dünyanın zevkleri, aldatıcı seraba benzer. Fani lezzetlerin cazibesine kapılarak gerçek hedefinizi unutursanız, azaba uğrayanlardan olursunuz. İsyan ve küfür ev sahibinin sözüne itaat etmelidir. Kendisini yediren, içiren, istirahatını temin eden zatı dinlemeyerek, içinden geleni yapan adam nankördür. Vazifesi teşekkürken, misafirhane sahibini tanımak istemeyen misafir, kahra müstahaktır. İşte, dünya misafirhanesine gelip de nimetlere mazhar olan, fakat Allah'ı bilmeyen kulun hâli bu misale gelmişken bir konuya daha temas etmek istiyorum Batılı psikologlar, daima nefisle ruhu birbirine karıştırmak gibi affedilmez bir hataya düşüyorlar. Pek tabii, bizdeki taklitçiler de aynı hatayı tekrar ediyorlar. Sonuç, nefsin isteklerini, sanki ruhun arzularıymış gibi kabul etmek ve psikolojik sistemleri bu yanlış kabule dayandırmak oluyor. İşte tavsiyeleri "Hiçbir arzunuzu bastırmayın, içinize atmayın, bir an önce tatmin edin." Bu fikirler, kabul de görüyor. Günahlar, ilmi kisvelere bürünerek meşrulaşıyor. Böylece, azgın ihtiraslarına sınır koymayan "bilimsel sapıklar" ve "aydın zalimler" çoğalıyor. Zayıflar eziliyor, masumlar lekeleniyor, kuzular kurtlara peşkeş ruh ayrı, nefis ayrı varlıklardır. İkisi aynı kişide bulunmakla birlikte, mizaçları taban tabana zıttır. Birinin zevk aldığından, diğeri tiksinir. Nefis, kötülüklere meftundur. Lugatinde "doymak" kelimesine yer yoktur. Hep daha fazlasını ister. Şımarıktır, isyankardır, yüzsüzdür. Aldıkça daha çok kuvvetlenir. Nihayet öyle bir raddeye gelir ki, insana "Hayatın gayesi zevktir." hükmünü verdirir. Mesuliyetten kaçar. Kaideler, yasaklar ve kanunlar, onun en sevmediği kavramlardır. Dini ve ahlakı da sırf bunun için sevmez. Çünkü bunlar insana, başıboş olmadığını, hayvan gibi istediği yerde otlayamayacağını, ibadet için yaratıldığını hatırlatır. Ona, Allah'a isyanın nankörlük olduğunu da kendine has gıdaları vardır. O, ilimle olgunlaşır, ibadetle teneffüs eder ve tefekkürle yücelere erer. Yaratıklardaki harika sanatları görerek Rabbini düşünmek, muhatap olduğu nimetler için minnet duyarak şükretmek, en mühim gayesidir. Bu yolla, geçmişin elemlerinden ve geleceğin endişelerinden kurtulur. Teslimiyet ve tevekkülle huzura kavuşur. Organlar, yaptıkları işe göre kıymet alırlar. Sadece maddi zevkler için kullanılan kabiliyetler, değerlerini kaybederler. Ruh, bu gerçeğin farkındadır. Aklını ve diğer manevi cihazlarını midesine ve cinsi isteklerine hizmet ettirenlerin mutlu olmaları kabil midir? Efendilerin uşaklara köle olduğu yerde, saadetten bahsedilebilir mi?Hazcılığın sonu pesimizm, yani karamsarlık felsefesidir. Çünkü, "Devam etmeyen şeyde lezzet yoktur." Dünya nimetlerinin ve kendisinin fani olduğunu bilen insanın mesut olması mümkün müdür? Aklı uyuşturan maddelerin sefahat toplumlarında çoğalması da bu hakikati gösterir. Yine, maddi hazlara doymuş Batı cemiyetlerinde intihar olayları daha çok görülüyor ki, bu durum, mutlu olamadıklarının en açık delilidir. Mesut bir insan niçin aklını uyutsun ve niye intihar etsin!Şuna hep inanmışımdır; eğer zevkine düşkün olanlar, cennetteki lezzetlere şüphesiz inansalar, herkesten ziyade ibadetle meşgul olurlardı. Çünkü her hazzın aslı oradadır. Dünya zevkleri ise, bir gölgeden şunu söylemek isterdim Zevk ve safa içinde sonsuza kadar yaşamak mı istiyorsunuz, hiç durmayınız; iman ab-ı hayatından ve ibadet şerbetinden içiniz. Yarın çok geç olabilir. Öbür güne ise hiç kısası,"Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet, yalnız imandadır ve iman hakikatları dairesinde bulunur." Bundan dolayı zevk ve saadet isteyenlere söylenecek söz şudur"Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz." 26 Şefkat ve hoşgörü ne demektir. Bu duyguları nasıl kullanmalıyız? Şefkat Büyük insanlarda bulunan yüksek bir vasıf. Merhamet, hamiyet, ihsan ve kerem gibi yüksek seciyelerin müjdecisi...Üstat Bediüzzaman Hazretlerinin “acz, fakr, şefkat, tefekkür” yolu olarak tarif ettiği, iman ve Kur’an hizmetinin dört esasından birisi de şefkattir. Şefkat, insanı “Rahîm ismine “ ulaştıran en büyük bir ismine kâmil mânâda mazhariyet, insanlara iyiliklerin en büyüğü olan iman vadisinde yardımcı olmakla, onları ebedî azaptan kurtarıp sonsuz bir saadete kavuşturmak için bütün himmet ve gayretiyle çalışmakla olur. Allah Resûlü asm. bu mânânın en ileri temsilcisidir. O, müşrikleri tevhide davet eder, onların cehennem azabından kurtulmaları için en ağır ve dayanılmaz şartlar altında gayret gösterirdi. Ama, şirkin de amansız ki, kâfire düşmanlık küfrü içindir. Üstat Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle,“Bir insan zâtı için sevilmez, sıfatı için sevilir.” Münazarat Bu kaideye göre, bir insana zatı için değil kötü sıfatları için düşmanlık edilir. O halde biz, kâfirin küfür sıfatına düşman olacak, o sıfatı taşıdığı için de onu sevmeyeceğiz. Ama onun, küfürden kurtulması için de şefkat ile gayret da şefkate yakın gibi görünen ve çoğu kez onunla karıştırılan “hoşgörü” üzerinde duralım. Hoşgörü çoğu zaman “sabır, afv, hilm ve şefkat” karışımı, değişik bir mânâda denilince, “mânen hasta insanların nazını çekme, onlara iyi davranıp kurtuluşları için sabırla çalışma” anlaşılmalıdır. Bu mânâsıyla hoşgörü, şefkatin bir şubesidir ve ulvî bir hoşgörüyü bu yönüyle ele alanlar maalesef çok az. Hoşgörü denilince, kimsenin hatasına karışmamak, insanların günahlarına isyanlarına ilişmemek, onlarla uğraşıp da canımızı sıkmamak, huzurumuzu bozmamak gibi görünüşte insancıl, gerçekte ise tam bir egoizm ifade eden tuhaf bir mânâ anlaşılıyor. Tuhaf diyorum, çünkü bunun görünüşü nezaket, centilmenlik, hakikati ise muhatabının ebedî cehenneme gitmesini gülerek hususun da önemle belirtilmesi gerekiyor Her şey gibi, hoşgörünün de hudutları vardır. Bunun ötesinde hoşgörülü olma hakkına sahip değiliz. Günlük hayatta karşılaştığımız hâdiseler ya “hukukullah” ile namaz, oruç gibi yahut “hukuk-u ibad” yâni “kul hakkı” ile ilgilidir. Allah’a karşı işlenen suçlarda, günahlarda, haramlarda insanoğlunun hoşgörü yetkisi olamaz. Bilâkis, bu gibi hallerde insanları ikaz etme görevi pek mukaddes addedilmiş ve Kur’an’da Ümmet-i Muhammed’in asm. diğer ümmetlerden daha hayırlı olmasının en büyük bir sebebi olarak haber verilmiştir“Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a inanırsınız.” Âl-i imran, 3/110Buna göre, Allah’ın razı olmadığı, yasakladığı bir davranışı biz de hoş görmeyecek ve onun ortadan kaldırılmasına imkânımız ölçüsünde gayret hakkına gelince, bir başkasının hukukuna yapılan maddî veya mânevî bir tecavüz karşısında da hoşgörülü insanın kendisine karşı işlenen suçlar kalıyor. İşte hoşgörünün sahası burasıdır. Malımıza zarar veren, yahut gıybetimizi yapan bir kimseyi affetme yetkisine sahibiz. Bu hakkımızı kullanmamız, intikam almamızdan daha Allah’ın kullarına karşı şefkatli olalım ki, Rabbimizden de rahmet raiyetimizin hatalarına karşı affedici, hoşgörülü olalım ki, Cenâb-ı Hakk’ın af ve gufranını ummaya yüzümüz olsun. 27 Depresyon, davranış bozukluğu ve sosyal fobiler Allah’tan uzaklaşmaya, sorgulamaya ve ibadetleri terk etmeye bir mazeret olabilir mi? - Psikolojik sorunlarda yaşamın gerekleri kadar, ibadetin düzenli takip edilmesi çok önemlidir. Mutlaka ibadetler sürdürülmelidir. Sürdürülemeyen veya terk edilen ibadet, bizi daha sorunlu yapar. En azından ibadeti hayata tutunduğumuz bir dal olarak kabul etmemiz önemlidir. Yaşamak Allah’ın bize emrettiği ve takdir buyurduğu bir süreçtir. - Yaşanılan acılara gelince. Elbette zorlanmışsınız. Sizi anlıyorum ve inanıyorum da. Lakin size iki soru soracağım 1. ''Allah kuluna kaldıramayacağı yükü yüklemez'' veya ''Allah dağına göre kar yağdırır, duman verir.'' sözlerine inanır mısınız? 2. Cevabınız ''Hayır'' ise bu konuda güvendiğiniz kişilere sorunuz. Cevabınız ''Evet!'' ise, kendinize acımaktan hoşlandığınızın farkında mısınız? Acındığınızın ve çevrenizi de buna zorladığınızın farkında olunuz ve vazgeçiniz. Elbette zordu, ama siz de bu güçlükleri yenecek kadar güçlüydünüz. Baksanıza hepsi geçmiş ve siz hala ayaktasınız. Belki alkışlanmak istiyordunuz, takdir edilmediniz, güvenilmediniz vs. vs. Çevrenizin bütün cümlelerinden daha önemlisi ve büyüğü hâlâ ''Allah'' diyebilmeniz ve nefes alabiliyor olmanızdır. İnançlarınıza ve yaşama sıkı sıkıya sarılarak ''Evet, sıradaki dert gelsin.'' demeliydiniz. Unutmamalıyız ki sıkıntılarımız bizi olgunlaştırır ve güçlendirir. Düşünsenize yaşadıklarınızdan dolayı edindiğiniz tecrübeleri bilmek için sabırsızlıkla bekleyen kaç insan var. Alkış bekleyen figüran oyuncu muyuz, yaşamanın gereklerini yapan kahraman mı? Tercih ve sorumluluk sizin. Hangi denizleri, hangi fırtınaları aştığınızın ne önemi var, geminizi limana götürmeye bakın. - Psikolojik rahatsızlıklar da bir hastalıktır ve bedensel hasta bireylerin şer'i ibadetlerindeki gibi istisnai haklara sahiptirler. Eli olmayan bireyin secdede elini, göz hizasına koymamasına tepki veremezseniz, psikolojik olarak kolunu bile oynatamayacak kişinin de elini nereye koyduğuna bakmamalısınız. İlaçlarınızı düzenli alınız; ancak yaşamınızı düzenlemeye, hayatınıza önem vermeye, sosyal ilişkilerinizi geliştirmeye, yaşamsal ödevlere dikkat etmeye, sevmeye, güvenmeye, gülümsemeye de gayret gösteriniz. Mutlaka tanımadığınız kişilere dahi selam veriniz ve iyi dileklerinizi söyleyiniz. Bazıları garipsese de alacağınız güzel yanıtlar sizin gününüzü renklendirecektir, bunu iyileşmek için ilaç gibi düşününüz. Her fırsatta çevrenize “teşekkür” ediniz; bu teşekkürler Allah'ın kaderine razı olduğunuz anlamına da gelecektir ve hem değerinizi hem de ruh halinizi iyileştirmiş olursunuz. - Size derdi verene mazeret sayamazsınız. Çok iyi olsanız da bu iyiliğin de anlamı yok. Allah içinizde olanı mutlaka ve elbette bilir. Yapmamız gereken tek şey; her zaman Allah'ın huzurunda olduğumuzu bilerek, O'nun kuluna yaraşır biçimde, "edep"li, yani Kur'an ahlakı ile davranan kişi olmaktır, mazeret sayan değil. Yapamadıklarımız için mazeret saymak yerine; bir özür, bir af dilemek, yine şans istemek, yapabilmek için O'nun desteğini dilemek, yani dua etmek ve bir damla samimi gözyaşı yeter de artar bile; çünkü O er-Rahim'dir, yani bağışlayandır. 28 Bütün varlık âlemi beş duyu ile algılanabilir mi? Duyularla algılayamadığımız varlıklar inkâr edilebilir mi? Şurası bir gerçektir ki; varlık âlemi sadece beş duyu ile hissedilebilenlerden ibaret değildir. İnsan görme duyusu ile maddî varlıkları görür. Dili ile tatlar âlemini, kulağıyla sesler âlemini, burnuyla kokular âlemini hisseder. Hâlbuki; elektrik, yerçekimi, mıknatısın itme ve çekme kuvveti gibi nice gerçekler vardır ki, bunlar, ne görülürler ne de işitilirler. Bununla birlikte gerçeklerin varlığı şüphe bu prensibi göz ardı eden bir kısım insanlar, "görmediğime inanmam" diyerek, bütün varlık âlemini sadece gözleriyle gördüklerine özgüleyerek büyük bir hataya düşerler. Hâlbuki bir şeyin gözle görünmemesi olmamasına delil olmaz. Zira bu âlemde gördüklerimize oranla göremediklerimiz çok fazladır. Hatta insan vücudunda akıl, hayal, hafıza gibi görünmeyen varlıklar, görünenden kat kat fazladır."Görmediğim şeye inanmam" safsatasının altında, aklın görevini göze yükleme yanılgısı yatmaktadır. Hâlbuki insandaki her bir duyu ayrı bir âlemin kapısını açar; birinin görevi diğerinden beklenmez. Mesela, göz kulağın; burun, dilin görevini göremez. İnsan, gözüyle ne yemeğin tadına ne bülbülün sesine ne de gülün kokusuna bakabilir. Göz bu organların işlevlerini yerine getirmezken, elbette aklın fonksiyonunu da icra ki; herhangi bir eser, göz ile göründüğü hâlde, ustası akıl ile anlaşılır. "Görmediğime inanmam", diyen bir insan, bir eserin yapıcısını inkâr durumuna düşer. Aynen bu örnekte olduğu gibi, sonsuz bir kuvvet, ilim ve sanat potansiyelinin ürünü olan bu muhteşem kainatı seyrettiği hâlde, onun ustasını, sanatkârını göremiyorum diyen insan son derece, ilim ve aklıdan uzaklaşmış bir insan, bu kâinatta her an tecelli eden ve Allah’ın varlığını güneş gibi gösteren, yaratma, rızkı verme, hayat verme gibi sınırsız olayları nasıl açıklayacaktır?Evet, Allah’ın görme organımız olan göz ile görünmemesi, kudret ve ilmiyle her şeyi kapsamasından ve zıddının yokluğundandır. Mesela, atmosferin yer küreyi her yandan kuşatması gibi, güneşin de bütün feza âlemini, cismi ile kuşattığını farz etsek, o zaman güneşi göz ile görmek mümkün olmaz. Her yer güneşin ışığıyla kaplandığından güneş görünmez olur. Hem gece gibi bir zıddı da olmadığından zıddının yokluğundan dolayı, güneş görülmez ve bilinmez. Bununla beraber, ışığıyla her yerde bulunan ve her yeri kapsayan, güneşin varlığını inkâr etmek de nihayetsiz cehalet mantık perspektifi içerisinde, isim ve sıfatlarıyla her şeyi kuşatan ve her yerde hazır olan ve zıddı olmayan Allah’ın da göz ile görülmemesine bir derece bakılabilir.“Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür.” 29 "Benlik" duygusu insana niçin verilmiştir? Benlik, insanın kendi varlığından ve sıfatlarından haberdar olması, nefsini ve malını kendine nispet edebilmesidir. Bilirsiniz, insan, güttüğü koyunlar için "benim koyunlarım" diyebildiği hâlde o koyunlar, meselâ, kendi ayakları için benim ayaklarım’ diyemiyorlar. Güneş de gezegenlerine sahip çıkamıyor. - İnsana bu imtiyaz niye tanınmış? “Benim aklım, benim elim, benim çocuğum, benim bahçem, benim koyunlarım.” diyebilmesi için mi? Bu sorunun cevabı şu olacaktır Arzın halifesi olduğu için. Halife, sultanın mülkünde, Onun namına tasarruf eder. "Benim malım, benim mülküm" derken, mülkün gerçek sahibini hatırından çıkarmaz. Onun böyle deyişi, bir askerin "Benim tüfeğim." yahut "Benim koğuşum." demesi gibidir. Benlik, gerçekte büyük bir nimet, büyük bir sermaye. Ama onu yerinde kullanmak şartıyla. Arzın halifesi olduğunu unutmayıp Kâinat Sultanı’nın namına hareket etmek, Onun emanetlerini, yine Onun rızası yolunda kullanmak şartıyla. Hiçbir icraatına şahsî reyini, hevesini ve nefsini karıştırmamak şartıyla. "Nefsini bilen Rabbini bilir." sırrına ermek, "ben" diyebilmeyi bir anahtar yapıp "O" diyebilmek şartıyla. Tarlasına tohum serperken, rüzgârdan pek farklı bir iş yapmadığını, keza bahçesini sularken de yağmurun vazifesini taklide çalıştığını bilmek, tıpkı onlar gibi kendisinin de Allah’ın mülkünde bir hizmetçi olduğunu unutmamak şartıyla. Kendi varlığını düşünürken, "Bana bu varlığı kim lûtfetti ise, şu bütün âlemi de yoktan var eden ancak Odur." diyebilmek ve mutlak varlığın ancak Ona mahsus olduğunu bilmek şartıyla. İlmini ve kuvvetini düşünürken de "Bana ilmi tattıran elbette Âlim, bana kuvvet bahşeden elbette Kâdir'dir." diyebilmek şartıyla. Kendisine takılan diğer sıfatları, kabiliyetleri ve halleri de bu mânâda değerlendirebilmek şartıyla. Kâinat, bir yönüyle, "benlikten" uzak tutulanlar ordusu!.. Semâ yüksekliğine güvenmez, toprak çiğnenir aldırmaz. Ay, dünyaya bağlı olmayı mesele yapmaz, bülbül sesiyle övünmez, arı balıyla gururlanmaz... Niçin? Cevap tektir Hiçbirinde benlik olmadığı için. Benlikten uzak tutulan her mahlûk, bir yönüyle mahrumdur, ama diğer yönüyle korunmuştur. Meselâ, şu güneşimiz, “ben” diyebilseydi, belki Allah’ı bilme ve sevmede hayli yol kat edebilirdi. Ama bilemiyoruz, belki de büyüklük iddiasında bulunur, kuvvetine güvenir, gezegenleriyle gururlanır, ziyasıyla övünürdü... Bu ise onun için feci bir hâl olurdu... Şimdi bu gafletten korunmuş ve bu sapıklıktan uzak, sürdürüyor görevini... Bir de melekler âlemi var. Onlar benlik dâvâsı gütmekten çok uzaktırlar. Gurur nedir bilmez, kıskançlıktan anlamaz, hasedi tanımazlar. Bu isyansız varlıklar, Rablerine kim daha iyi ibadet ederse onu daha çok severler. İnsanda da bu kabiliyet var, ama onu çoğu zaman yanlış kullanıyor. Kendisini, yahut babasını, dedesini kim daha çok methederse ona daha gönülden bağlanıyor. Halbuki, Rabbimizin hatırı, hiçbir hatırla kıyaslanamayacak kadar yüksek. O hâlde, ona bizden daha iyi kulluk eden, onun yoluna bizden daha çok koşanları niçin alkışlamıyoruz? Bu sorunun cevabı da benliktir. Daha doğrusu, benliğin yanlış kullanılmasıdır. 30 Haset nedir, zararları nelerdir? Fudayl bin İyaz’ın, “Mü’min gıpta eder, münafık haset eder.” buyurur. Bu söz bizim için hem güzel bir ölçü hem de büyük bir tehdit içerir. Bir insan, bir başkasının nâil olduğu maddî veya manevî bir ihsana kendisinin de erişmesini arzu edebilir. Bu haset değil gıptadır. Hasette ise, haset edilen şahıstan o ihsanın mutlaka geri alınması arzu edilir. Yani, zengin komşusuna haset eden adamın temel hedefi, kendisinin zengin olması değil, komşusunun fakir olmasıdır. Bu ise, ancak münafıklara yakışacak kadar aşağı ve bayağı bir düşüncedir. Bununla beraber, bu güzel sözü yanlış yorumlayarak, haset edenlere hemen münafık damgası vurmak elbette doğru değil. Çünkü münafığın tarifi açık Münafık, gerçekte iman etmediği hâlde iman etmiş gözüken kimsedir. Haset eden bir mü’mine, bu mânâda, münafık demek mümkün değildir. O hâlde bu sözü, “Sakın haset etmeyiniz, zira bu ancak münafıklara yakışan alçak bir sıfattır.” şeklinde anlamamız gerekir. Haset hastalığına tutularak, kendi kaybına değil de başkalarının kazancına üzülen bir insan, ticaret bilmezliğin en ileri örneğini sergiler. Hasetten kurtuluş için Bediüzzaman Hazretleri’nin bir tavsiyesi var “Hasit adam haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet; fânidir, muvakkattir.” Mektûbat, s. 266 Haset hastalığının temelinde, haset edilen kimseyi ve onun elindeki dünya nimetlerini ebedî zannetme gafleti yatar. Akıl planında, gerçeğin böyle olmadığını herkes bilir; ama, hissiyat hükmünü icra etti mi, zavallı akla kıvranmaktan öte bir şey kalmaz. Bir asır sonra bütün haset edenler ve edilenler gibi, hasede konu olan mevki ve makamlar, servet ve devletler de başka insanların eline geçecekler; bir süre de onları oyalayacak ve hiçbirine gerçek yâr olmadan, bir başka gruba intikal edecekler. Hasedin bir de kadere itiraz yönü var. “Yoksa onlar, Allah’ın lütfundan verdiği şeyler için, insanlara haset mi ediyorlar?” Nisa, 4/54 Âyet-i kerimede, “Allah’ın lütfundan verdiği” şeklinde çok hikmetli bir kayıt var. Bu kayıttan hareketle müfessirlerimiz, meşru olmayan kazançlara haset edilebileceğini belirtmişler ve “Vurguncunun elindeki malın gitmesini temenni etmek haset değil, gayrettir, adalettir.” demişler. Buna göre bir adam hırsızlık ederek zengin olsa, o malın ondan alınmasını arzu etmek haset değildir. Haset; “Allah’ın lütfuyla verdiği” meşru servet, makam yahut fazileti çekememektir. Bunların, bir müminden alınmasını arzu etmek ise, kaderi tenkit ve rahmete itiraz mânâsı taşır. Bir insan düşünelim Belli bir nimete ulaşmak için elinden gelen gayreti göstermiş, meşru dairede çalışmış, fiilî ve kavlî duasını yaptıktan sonra Rabbinin rahmetini, inayetini gözlemeye başlamıştır. Bu insana yapılan İlâhî lütuf karşısında mü’mine düşen vazife, o nimete kendisi nâil olmuş gibi sevinmektir. Kadere iman da İslâm kardeşliği de bunu gerektirir. 31 Suizan/kötü tahmin ve kanaatler, günah mıdır; dile getirilmeyip sadece kalpte kalırsa yine günah olur mu? Suizan gıybetten farklı mıdır? Suizandan korunmak için ne yapmalıyız? Konuyla ilgili ayet meali şöyledir“Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.”Hucurat, 49/12Bir Müslüman diğer Müslüman kardeşleri hakkında iyi niyet hüsnüzan beslemelidir. Zira bu dinimizin gereğidir. Ayrıca fitnenin def’i böyle bir tutumu gerekli kılmaktadır. Birbirimiz hakkında iyi düşünmeli ve birbirimize müminler olarak kişi hakkında iyi düşünmek ve ona güvenmek, onunla ilgili gerekli tedbirlerin alınmasına engel de teşkil etmemelidir. Bu, herkes için geçerli ve hatta gerekli bir kuraldır. İman sahibi oluşundan dolayı Müslüman kardeşimize güvendiğimiz ve hakkında kötü düşünmediğimiz gibi, nefis sahibi olduğumuzdan dolayı da hiç birimizin kötü bir davranış sergilemeyeceğimiz ihtimal dışı değildir. Bir insan hakkında hüsnüzanda bulunmakla birlikte, ona karşı tedbirli olmak birbirine zıt hususlar gibi görülmemelidir. Çünkü evham ve asılsız şüphelere yol açmamak için gerekli tedbire başvurmak daha uygundur. Zira bu tedbir, hem insanı suizandan korur, hem de bu yolla günaha girmesini önlemiş zanlar ve tahminler değil; ama kimi zanlar, gıybet hâlini almaktan kendini kurtaramaz. İmam Gazalî, bunu kalp ile gıybet’ şeklinde tanımlamış; bir kimsenin ayıbını insanın kendi kendine söylemesini’ bile reddetmiş; kalp ile gıybeti, gözü ile kötü bir şeyi görmeden, kulağı ile duymadan, bir kimseye suizanda bulunmak’ şeklinde tarif etmiştir. bk. Gazali, Kimyayı Saadet, Merve Yayınları, göre, kötü zan ve tahmin haramdır ve kalp ile yapılan bir gıybettir. Eğer bu kalp ile yapılan gıybet, bir başkasına anlatılırsa iki katlı bir günah söz konusu olmakta ve“Eğer söylediğin onda varsa gıybetini yapmış oldun; eğer yoksa bir de iftirada bulundun.” Ebu Davud, Edeb 40hadisine göre, daha büyük bir günaha neden olunmaktadır. Bu açıdan hem kalp ve dil ile günah işlenmiş hem de iftira edilmiş anlamına nedenle öncelikle kötü tahmin ve zandan sakınılmalı ki, bütün bu günahlara girmekten sakınmış olalım. Zehrin bedene girmesine izin vermemek nasıl önemli ise, kötü zannın ruhumuza girmesine izin vermemek da o kadar önemlidir. Çünkü zehrin bedenimize girdikten sonra yapacağı tahribat çok büyük olacaktır. Bunun gibi kötü zan ve tahminlerin ruhumuza girmesine izin vermek de son derece tehkile sonuçlara neden olabilecektir. Biri dünya hayatımızı tehdit ederken, diğeri ebedi hayatımızı tahdit etmektedir. Bu açıdan abedi hayatı tehdit edenlerden sakınma konusunda daha dikkatli olmak taraftan, haksız zan ve tahminden kul hakkı da doğar. Bu durum temelde insanlara karşı işlenen bir suçtur ve onun affedilmesi yetkisi, kötü zan ve tahminde bulunulan insanlardadır. Bu yüzden masumun ahlâkı, onuru hakkında delil olmaksızın kötü zanda bulunur da içimizdeki kötü zannı doğru kabul edersek, ağır bir bedel ödeyeceğiz. Bu zan ve tahmini başkalarıyla paylaşmak, günahın büyüklüğünü artırdığı gibi sorumluluğun ağırlığını da o oranda en önemli zararlarından birisi, kötü zan, kanaat ve tahminin içeriğini oluşturan olumsuz ruhsal enerjinin muhatabını araması ve sonunda haksız olan ruhun bu ruhsal enerjiden tahrip olmasıdır. Bu sonuç için gıybetin alenî veya gizli olması değil, taşıdığı duygu yükü önemlidir. bk. Muhammed Bozdağ, Ruhsal ZekaEsasen mealini verdiğimiz ayette, kardeşliği yaralayan üç düşük davranış yasaklanmıştır Sûizan, tecessüs ve gıybet. Başkalarının özel durumlarını, izinleri olmaksızın öğrenmeye çalışmak, mahremiyetine girmek, genel bir yasaktır. Tecessüs yasağı, bir insan hakkı olan "özel hayatın gizliliği" kapsamında, özel hayatın gizliliğinin korunmasını sağlayan fiiller arasında yer diğer Müslüman kardeşi hakkındaki düşüncesinin ve özellikle hüsnüzannını ortaya koyması açısından şu hadis dikkat çekicidir“Ben Hz Peygamberin Kâbe’yi tavaf ettiğini ve tavaf esnasında şöyle söylediğini gördüm "Ey Kâbe! Sen ne güzelsin ve senin kokun ne güzeldir. Senin azametine ve senin kutsallığının azametine hayranım. Muhammed’in canı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, müminin hürmeti Allah katında senin hürmetinden şüphesiz daha büyüktür. Müminin malı, kanı ve hakkında hüsnüzanda bulunma kutsallığı seninkinden üstündür.” Buhari, Edeb, 57, 58; Müslim, Birr, 28-34; Ebu Davud, Edeb, 40-56Bu hadis-i şerifte Hz Peygamber asm, bir Müslüman hakkında hüsnüzanda bulunmanın önemini, onun can ve malının önemiyle birlikte anmaktadır. Çünkü bir insanın iyi veya kötü olarak bilinmesi, özellikle onun şeref ve haysiyetini ilgilendirmekte olup, yerine göre en az mal ve can kadar önem arz etmektedir. Suizan ise, tüm huzursuzluk ve düşmanlıkların kaynağı olan fitne-fesada sebep teşkil ettiğinden, o derece zararlı olup dinen taraftan, Müslümanlar arasında suizan, dedikodu ve gıybetin yaygınlaşması sonucunda fitne-fesadın yaygınlaşması, toplumsal bir felâket olarak kabul edilmelidir. Zira toplumu ayakta tutan en önemli dayanaklardan biri, birlik ve beraberliktir. Bunu sağlayan en güçlü bağ ise sevgi, hak ve hukuka bu ayetin uyarısı gösteriyor ki, insan hüsnüzan etmekle sorumludur. Yani gördüğü ve karşılaştığı olay ve durumları hayra yormalı, güzel düşünüp güzel görmeli ve bu düşünce ve niyetle herkesi kendisinden üstün insanı hep olumsuz düşünceye sevk ettiği için insandaki iyimserlik halini öldürür. Hüsnüzanla bir olaya ya da işe bakamaz. O olumsuz görünen ya da eksik iletişim ya da algılama sonucu meydana gelen yanlış anlaşılmaların neticesi hayra yorulmaz. Böylece suizan hastalığı artıkça sahibini tenkit hastalığına sevk edecektir. Her şeyi ve herkesi tenkite başlayacaktır. Onların bütün iş ve hareketlerini kötü zanla yorumlayıp onları tenkit edecektir. Hatta tenkitte ileri giderek onları eleştirme ve gıybete kadar götürecektir. Belki bir zaman sonra ise kalpte yapılan gıybetler dile çıkacak, iftirayla süslenecek sahibinin amelini hastalığından korunmanın en güzel yolu, güzel düşünmek güzel görmektir. Çirkinliklere ve suizanna sevk edecek şeylere gözünü kapamaktır. Böyle yapıldığı zaman güzel manzaralar ile göz, kalp ve akıl meşgul olacak; kendi ayıp ve kusurlarını görüp başkalarınınkini ise görmeyecek; kendi hatalarını ve kusurlarını bilecek başkalarının kusurları için suizan dürbünlerini kullanmayacaktır. Hüsnüzan dürbünleriyle güzel şeylere bakacak. Suizan ile kalbini ve aklını kirletip meşgul etmemiş suizan besleyen kardeşlerimiz varsa, acilen kardeşinden helallik almalı ve hem kendileri hem kendi günahlarına tövbe etmeli, hem de suizan ettikleri kişiler için duada da ifade etmeliyiz ki, elimizde olmadan aklımıza ve hayalimize gelen görüntülerden ve düşüncelerden sorumlu olmayız. Sorumluluk ancak iradî fiiller içindir. Yani insan kendi isteğiyle, kendi iradesiyle bir iş yaptığında o işin getireceği sorumluluğu da yüklenmiş olur. Ancak, akla gelen kötü şeylerde kişinin iradesi söz konusu değildir. Yani, siz kendi iradenizle kötü şeyler düşünmeye karar vermiş ve bunu icra etmiş değilsiniz. Dolayısıyla bu konuda bir sorumluluk da taşımazsınız. Bunları şeytanın bir vesvesesi bilip üzerinde fazla durmamak bilgi için tıklayınızSÛİZAN SÛ-İZAN 32 Dünya sevgisi hakkında farklı değerlendirmeler yapılıyor. Bazıları dünya zevkinden başka bir şey düşünmezlerken, bazıları da dünyanın her türlü zevkine karşı çıkıyor, sadece ahiret için çalışmak gerektiğini söylüyorlar. Bazı kimseler, maneviyat büyüklerinin, kalpleri mahlûkattan keserek Hâlık’a bağlamak üzere yaptıkları hikmetli tavsiyelerini yanlış değerlendirir ve dünya hayatından fiilen çekilme gibi, İslâm’ın aksiyoner ruhuna taban tabana zıt bir yola Külliyatı'nda, dünyanın üç yüzü olduğu nazarımıza sunulur “İlahî isimlere âyine olma”, “cennete tarla olma” ve “ehl-i hevesatın oyuncak yeri olma” yüzleri. Bir Müslüman dünyanın ilk iki yüzünü sever. İbadet ve tefekkür ile bu yüzleri değerlendirmeye çalışır. Öte yandan, bu dünya nimetlerinden meşru dairede faydalanır, zevk alır. Dünya sevgisinin tehlikeli olanı ilk iki yüzü unutarak dünyanın sadece üçüncü yüzüyle Efendimiz asm.,“İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.”buyurmakla, dünyanın bu üçüncü yüzü ile oyalananların gafletini güzelce dile bu dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden başka bir şey olmadığını bize haber veriyor En’am, 6/32. Oyunla ancak çocuklar oyalanır, eğlence ise ancak sefihleri tatmin çocukluktan kurtuldu mu, defalarca söküp yaptığı oyuncak evleri bırakır, daimî bir yuva arayışına geçer. Ve yine insan büyüdü mü, onun dünyasında eğlencenin yerini çalışma ve ilim Hazretlerinin,“Bize gösterdiğin nümûnelerin, gölgelerin asıllarını, menbalarını göster.”Sözlerduasıyla bu hâdis-i şerif birlikte düşünüldüğünde şöyle bir mânâ kalbe gelir Rüyadaki insan da yer, içer. O yemekler, onu rüyada tatmin eder. Burada bir gölgenin bir başka gölgeyi doyurması söz konusu. Ama bu adam uyandığında aç olduğunu anlar ve gerçek gıdasını aramaya ile oyalanan ve hakikî saadeti unutan insanlar da gölgeyle tatmin olmaktalar. Bunlar, öldüklerinde uyanacaklar ve gerçek tatminin ancak cennette olacağını hakkıyla anlayacaklar. Ama çoğu insan için artık vakit bitmiş, fırsat kaçmış Resulü asm. kasemle ifade ediyor“Allah’a yemin olsun ki, âhirete göre dünya, ancak sizden birinin parmağını denize daldırması gibidir. Baksın bakalım kendisine ne dönecek? Parmağı denizden ne getirebilecek?”Hâkim, Müstedrek, 4/319Ebedî saadet bir derya. Dünya lezzetleri ise parmağı ıslatan su kadar bir şey. Bu ıslaklıkta boğulmayan, hafif bir nemde sırılsıklam olmayanlar deryayı buluyorlar. Fâniye aldanmayanlar bâkiye eriyorlar. 33 Akıl nedir ve nasıl kullanılmalıdır? Akıl için, “Anlama âleti. Düşünme kabiliyeti. Zekâ. Zihin.”, “Madeni kalp ve ruhta, şuaı dimağda bulunan bir nur-u manevî.” gibi değişik tarifler yapılmıştır. Felsefeciler aklı değişik mânâlarda anlamış, farklı şekillerde tarif etmişler; ama üzerinde anlaştıkları tek bir tarif gösterilemiyor. Bu ne demektir? Yâni, insanoğlu henüz aklının mahiyetini anlamış değil. Akıl hakkında yapılan güzel bir tarif “Akıl, zâtıyla maddeden mücerret, fiiliyle maddeyle alâkadar bir cevherdir.” Hem maddeden mücerret hem de maddeyle alâkadar olmak nasıl olur? Şu misal konuya açıklık getirebilir. Çalışan bir buzdolabına yahut çamaşır makinesine elimizi rahatlıkla dokundurabiliyoruz ve bizi elektrik çarpmıyor. Demek ki, elektrik, zâtı ile o cihazda yok. Ama fiiliyle onunla alâkadar. Akıl ile beyin arasında da aynen olmasa bile, benzer bir ilgi vardır. Aklın vazifesi üzerinde çok şeyler söylenmiş. Bunlardan oldukça kabul görmüş birisi şu “Akıl anlama âletidir.” Akıl âlet olunca, bir de onu kullanan olacaktır. Herhalde, gözü kullanıp bakan, dili kullanıp tadan kim ise, aklı kullanıp anlayan da o olmalı. Bu da ruhtan başkası değil. Nitekim, yanlış iş gören birisini ikaz ederken, “Aklını kullan!..” demiyor muyuz? Bu sözü herhalde o adamın eline, koluna yahut iç organlarına söylemiyoruz. İşte, aklını kullanmasını istediğimiz o ruh, aklı tarif edemiyor. Nasıl etsin ki, daha kendi mahiyetinden habersiz, onun da cahili. Her âletin bir kapasitesi, her terazinin tartabileceği asgarî ve azamî yükler vardır. Bir tonluk kantarla, ne on tonluk demir tartılabilir, ne de on gramlık altın. Her iki hâlde de âlet bize bir fikir vermez, sadece hareketsiz kalmakla yetinir. İnsanın bütün duyu organları da birer terazi gibidir. Nitekim insan, çıplak gözle mikropları da göremiyor, ışığı dünyamıza ulaşmamış yıldızları da. Bir mikroskop, bir teleskop onun görüş ufkunu biraz genişletir, ama yine de belli sınırların dışına taşamaz. İnsanın işitmesi de öyledir, koku alması da. Gelelim “anlama” meselesine. Her âleti yerli yerinde kullanmayı düşünen, hiçbirine gücünün üstünde yük yükletmeyen, onları hırpalamayan, ezmeyen, perişan etmeyen insan, nedense, sıra akla gelince bütün bu tedbirleri unutur; ona her şeyi yüklemeye kalkar. Metafizik sahanın bile en ince meselelerini anlamaya, en derin problemlerini çözmeye, en uzak gerçeklerini keşfetmeye çabalar. Halbuki aklın da iş görebileceği belli sahalar vardır. Hele bazı konularda insanın, değil konuşması, tahmin yürütmesi bile doğru değildir. Aklın, rehbersiz dolaşamayacağı nice sahalar var. Bunlardan birisi Kâinat niçin yaratılmıştır? Akıl ancak “kâinatın nasıl yaratıldığı” konusunda bir şeyler söyleyebilir. Onun yaradılış gayesi, aklın sahasını aşar. İnsan, bu vadide, sadece aklı ve kâinatı yaratan Allah’ın kelâmını dinleyecektir. İnsan, her mahlûkun hikmetli ve gayeli yaratıldığını, kendisinin de başıboş olamayacağını aklıyla kavrayabilir. Ama yaratıcısına, Rabbine karşı neler yapması gerektiğine kendisi karar veremez. Her nimetin şükür gerektirdiğini anlayabilir, ancak bunun nasıl yapılacağı konusunda tahminler yürütemez. Aklın tek başına yanaşamayacağı bir başka saha, “Cenâb-ı Hakk’ın zâtıdır." İnsan bu konuda izinsiz konuşmaya nasıl cesaret edebilir ki, daha aklının ve ruhunun mahiyetlerini anlayabilmiş değildir. Bir başka saha, ölüm ve ötesi; kabir, haşir, hesap, mükâfat ve ceza.. Bunlar hakkında tahminler yürütmek de aklı aşar. Bütün bu ve benzeri konularda, aklın gereği, İlâhî fermana aynen uymaktır. “Fikrin sönük ise Kur’an’ın güneşi altına gir. İmanın nuriyle bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine, her bir âyet-i Kur’an, birer yıldız misüllü sana ışık verir.” bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf Kur’an güneşinin altına girenler, aydınlığa kavuşur, yeni doğmuş gibi olurlar. Dar fikirleri birden bire genişlenir. Görmeyen gözleri açılır. Daha önce bir adım olsun atamadıkları sahalarda yol almaya, yüzmeye, uçmaya başlarlar. Ama elbette, belli bir sınıra kadar. Çünkü kuldurlar, mahlûkturlar. Gerçekte, akıl için yol birdir. O da ne şunun, ne bir başkasının sözüne değil, vahyin ta kendisine uymaktır. “Allah birdir. Onun yolu da birdir. Görmez misin ki, iki şeyin arasında var olduğu kabul edilen doğru tektir. Ama, cehalet ve sapıklık yolları çoktur. Nitekim, iki şeyin arasında düşünülen eğri çizgiler sonsuzdur.” Kınalızade Felsefe tarihi, akıl üzerinde yapılan münakaşalarla doludur. Bu tartışmalarda aklın ne olduğu üzerinde uzun uzun durulmuş, ama onun nasıl kullanılması gerektiği çoğu zaman dikkate alınmamıştır. Halbuki bu ikincisi, birinciden çok daha önemlidir. Malûmdur ki, insan bir âleti kullanmayı bildiği takdirde, ondan rahatlıkla faydalanabiliyor. Onun inceliklerini bilmesi, çoğu zaman, gerekmiyor. Şu âyet-i kerime mealini dikkatle okuyalım “Bir de sana ruhtan soruyorlar De ki ruh Rabbimin emrindedir ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.” İsra, 17/85 Bu İlâhî haber, akıl için de aynen geçerli. Zaten “ruh”, “kalp”, “akıl” kelimeleri çoğu zaman aynı mânâda kullanılıyor. Bazı zâtlar, aklı ruhun bir sıfatı olarak kabul ederken, diğer bir kısmı da, akıl, kalp ve ruh kelimelerini, aynı mahiyetin değişik isimleri olarak değerlendiriyorlar. Evet, gerek Kur’an-ı Kerim’de, gerek hadis-i şeriflerde aklın mahiyetinden çok, nasıl kullanılması gerektiği üzerinde durulur. Sema ve arzın yaratılışı, insanın yaratılış safhaları, dağların nehirlerin faydaları, arının ilhama mazhariyeti, baharın haşire benzerliği gibi nice ibretli tablolar insan aklına takdim edilir. Ve ondan düşünmesi, anlaması ve şükretmesi istenir. 34 Eşcinsellik konusunda dinimizin hükümleri nelerdir? Hemcinse duyulan ilgi, yani eşcinsellik fıtri midir, yaratılıştan mıdır? Böyle düşünmek, hissetmek günah mıdır? Bunun tedavisi var mıdır?.. Eşcinsellik Lut kavminin helakine sebeb olan büyük günahlardandır. Bu gibi insanlar, yanlış fiilde bulunmadıkları müddetçe, bu hissi taşımaları kendilerine bir mesuliyet getirmez. İslam dini, imkanat değil, vukuat ile hüküm verir. Yani, bir insanın kendi içinde bir his taşıması onu mesul etmez; bu hissi fiil ortamına taşıdığı zaman mesul olur. Hissi olarak bazı kadınları erkek ve bazı erkeklerin kadın hissine yakın his taşıdıkları bir vakıadır. İşte bu hislerini fiil ortamına taşımadıkça ve dine zıt hareketlerde bulunmadıkça, mesul olmayacaklardır. Bu dünya imtihan meydanıdır. Herkesin bir imtihanı vardır. Allah hiç kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez. Kimi insanlar cinsellikle, kimileri kumar içki gibi hususlarda imtihanı şiddetli olabilir. Bu durumda hiç mücadele etmeden teslim olmak doğru değildir. Zaaf sahibi olmak teslim olmayı gerektirmez. İnsan cinsellikle ilgili kapıldığı duygulardan dolayı mesul olmaz. Ancak bunları fiiliyata dönüştürürse mesul olur. Kısa dünya hayatında günaha karşı sabırla mükellef olan insan, zaaflarına sabretmeli ve sonsuz bir hayatta sıkıntısız bir hayatı kazanmak için çalışmalıdır. İlave bilgi için tıklayınız Eşcinsellik, erkeğin erkeğe ilgi duyması durumunda, alınması gereken tedbirler nelerdir? Eşcinsellikle ilgili dini hüküm nedir?.. 35 "Kendi nefsinize zulmetmeyin, nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır." Bu sözü açıklar mısınız? İnsanın Kendi Nefsine ZulmetmesiNefse zulmetmek, Allah’ın yasak ettiği yolda yürümek demektir. Şöyle ki; bir insan ister Allah’a isyan etmiş olsun, ister diğer insanlara zulmetmiş, isterse kendine zulmetmiş olsun, aslında o her defasında kendine zulmetmiş demektir. Çünkü haksızlık yapan, er veya geç o haksızlığın karşılığını görür. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “Kim bir günah kazanırsa onu sırf kendi aleyhine kazanmış olur.” buyrulmaktadır. Bu açıdan baktığımızda örneğin şirk, inkâr, âyetleri yalanlama, ahiret gününe inanmama gibi tutumlar da itikadi açıdan nefse karşı işlenen bir zulüm olarak değerlendirilirler.“Biz onlara zulmetmedik, asıl onlar kendi kendilerine zulmettiler. Rabbinin azap emri gelince Allah’tan başka taptıkları tanrılar, kendilerine hiçbir fayda vermedi. Hatta onların ziyanlarını arttırmaktan başka bir şeye yaramadı.”Hud, 11/101“Âyetlerimizi yalan sayarak sırf kendi kendilerine zulmeden o kimselerin hali, ne çirkin bir ibret levhasıdır!”A'raf, 7/177Konuya ameli açıdan yaklaştığımızda da görüyoruz ki Kur’an-ı Kerim’deki pek çok âyet-i kerime büyük ve küçük günahlar manasında birçok davranışı “nefse zulüm” içerisinde mütalaa etmiştir. Adam öldürmek, Allah’ın çizdiği sınırları aşmak, kadınları boşadıktan sonra yanlarında tutarak onların evlenmelerine mani olmak vs. bunlar hep kişinin nefsine karşı işlemiş olduğu Kerim’de “nefsine zulüm” tabiri, iki yerde ism-i fail olarak nefse muzâf halde Nisa, 4/97; Nahl, 16/28 âyetlerinde geçmektedir. Diğerleri ise fiil-mef’ûl olarak zulüm konusunda Kur’an-ı Kerim’de dikkatimizi çeken bir husus da şudur Kur’an-ı Kerim’de dört yerde, işlenen günah dolayısıyla nefse yapılan zulüm itiraf edilerek Cenab-ı Hakk’tan mağfiret dileniyor. Bu dualar Cenab-ı Hak tarafından icabet görüp kabule mahzar oluyor. Aşağıda meallerini vereceğimiz bu dualarda sanki müminlere örnek bir duanın nasıl yapılacağı öğretiliyor. Önce günahımızı, suçlu olduğumuzu kabul, itiraf ve ikrar edeceğiz, sonra Cenab-ı Hakk’tan mağfiret ve Havva validemiz yasak meyveyi yedikten sonra pişman olup, Cenab-ı Hakk’tan telakki ettikleri kelimelerle şöyle istiğfar ettiler“Dediler ki Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.”A'raf, 7/23Aynı şeyin Yunus duasında da geçtiğini görüyoruz“Zünnûn’u da hatırla. Hani öfkelenerek halkından ayrılıp gitmişti de kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Derken karanlıklar içinde 'Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni eksikliklerden uzak tutarım. Ben gerçekten nefsine zulmedenlerden oldum.' diye dua etti.”Enbiya, 21/87Zünnûn, balık sahibi demektir. Burada Hz. Yunus as’u ifade etmektedir. Hz. Yunus, peygamber olarak gönderildiği kavminin yola gelmemesi üzerine, Allah Teala’nın henüz bir izni olmadan kavmini bırakarak ayrılıp gitti ve bir gemiye bindi. Geminin yürümemesi veya batma tehlikesi geçirmesi gibi bir nedenle, yolculardan birinin denize atılması gerekti. Kura çektiler, Yunus as’a çıktı ve denize atıldı. Denizde kendisini bir balık yuttu. Bir süre balığın karnında Allah’a dua eden Yunus’u balık sahile melikesi Belkıs da Allah’tan mağfiret dileyip Müslüman olurken aynı ifadeleri kullanmıştı“... Belkıs, Ey Rabbim! Şüphesiz ben nefsime zulmetmiştim. Şimdi ise Süleyman ile birlikte alemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum, dedi.”Neml, 27/44Konumuzun başında, "İnsan ister Allah’a, ister diğer insanlara, isterse kendi nefsine zulmetmiş olsun, sonuç itibarıyla aslında o kendi nefsine zulmetmiştir. Çünkü insanın işlediği bütün günahlar ancak kendi aleyhinedir.", demiş idik. Peki buna göre nefsine zulmeden kişinin durumu nedir?İnsanın kendi nefsine zulmetmesi ile ilgili bütün bu yazdıklarımızdan sonra şu sonuca varabiliriz. İnsanın nefsine zulmü şâyet Allah’a şirk koşmasından kaynaklanıyor idiyse Allah Teala bunu bağışlamayacağını Nisa sûresi’nde bize bildiriyor. Şâyet kişinin nefsine zulmü başkalarının hukukuna tecavüzden kaynaklanıyorsa, bu kişinin hak sahiplerine haklarını verip onlardan helallik almaktan başka tövbesi bulunmadığı için hiçbir amel bu suçun ve bu günahın azabından kişiyi kurtaramaz. Çünkü hadis-i şeriflerde bize bildirilen, yapılan haksızlıkların kimsenin yanına kâr kalmayacağı, ahiretle Allah Teala’nın mazlumun hakkını zalimden alacağı kişinin nefsine zulmü bu iki alanın dışında ise mağfiret talebinde bulunulduğunda Cenab-ı Hak bu kimseler için çok bağışlayıcı ve esirgeyici olduğunu bildiriyor“Kim bir kötülük eder veya günah işleyerek nefsine zulmeder de sonra Allah’tan af dilerse, Allah’ı gafûr ve rahîm bulur.”Nisa, 4/110 36 "Övünmek, övülmek ve övmek" fiillerini hiç yapmamalı mıyız? Medh övgü, medih ise yapılan güzel işlerden dolayı dil ile yapılan övgü. Medhin zıttı zemmdir. Zemm birinin aleyhinde kötü sözler söylemek ve onun çirkin, eksik hallerini ortaya dökmek demektir. Medhe lâyık kimseleri medhetmek, toplum arasında faziletin ve kemalin artmasına neden olabileceği gerekçesiyle hoş görülmüş ve hatta teşvik edilmiştir. Ancak medhe lâyık olmayan kişileri medhetmek, oldukça çirkin bir davranıştır. Bir kişiyi medhederken, medhedenin dikkat etmesi gereken bazı noktalar vardır. Bunlar; övgüde fazlaya kaçıp sözü yalanla bitirmemeli; söylenen sözün içine riyâ karışmamalı; zalim ve alçak kişileri övme yoluna gitmemelidir. Hz. Peygamber huzurunda bir zat, orada bulunan diğer kişiyi övmeye kalkışınca Resulullah "Kardeşinin boynunu bıçaksız olarak kestin." buyurarak, yüz yüze övgünün yasak olduğunu belirtmek istemiştir. Hz. Ebu Bekir kendisi övüldüğü zaman, utancından ve Allah korkusundan dolayı el açıp şöyle dua ederdi "Ey Rabbim! Sen beni benden daha iyi bilirsin. Ben de kendimi başkalarından daha iyi bilirim. Ey Âlemlerin Rabbı! Halkın bende zannettiği iyilik ve faziletleri bana nasip et ve bende olup halkın bilmedikleri günahlarımı af et! Söyledikleri güzel özellikler karşılığında beni, kendini beğenmişlik ve gurur gibi şeylerden koru!" Medhetme konusuna dikkat etmeli ve olur olmaz, her zaman ve her durumda medhe kalkışmamalıdır. Zira Peygamber Efendimiz "Onu bunu medhedip duranları görünce yüzlerine toprak saçınız." buyurarak, bu tür bir medhe kalkışanın, aşağılayıcı bir sonuçla karşılaşacağını bildirmiştir. Övgüde Ölçü Sevgi, övgüyü celp eder. Yapılan bir medih, ölçülü olmazsa, övülen şahıs üzerinde menfi bir tesir icra eder. Aşırı övgü, muhatabının üzerinde bazan kibre, bazan da riya ve gösteriş hevesine sebep olur. Övülmeye alışmış olan kimseler, kendilerinin medh edilmelerini arzu ederler ve halkın arasında kendisini vicâhen medh edenleri mükafatlandırarak maksatlarını açığa koymuş olurlar. Bu işi sanat haline getiren "meddah", elde edeceği mükafatı artırmak için, muhatabının hoşlanacağı lafları söyleyerek gününü gün etme yolunu tutar. Bir kimseyi kendisinde mevcut haslet ve üstünlükler ile öven kimsenin sözü doğru olsa bile yaptığı hareket doğru değildir. Zira muhatabında gizli bulunan "kendini beğenme" hastalığını açığa çıkarmış olur. Neticede, yıllar boyu yaptığı ibadetlerin ve hayırlı işlerin sevap harmanlarını "riya" ateşi ile yaktırmış olur. Ashabtan biri, Allah Resûlünün huzurunda bulunan bir şahsi, yaptığı bir hayır sebebiyle övmüştü. Hak ve hakikat istikametine ışık tutan Peygamber "Yazık sana! Sanki sen, arkadaşının boynunu kestin." Müslim, 8/227 buyurdu. İslâmî ölçülere riayetkâr olan bir mü'min, din kardeşlerinden bir şahsı muhakkak övmek isterse ve dile getireceği şeyler onda mevcut ise, sözlerini onun bulunmadığı bir mecliste ifade etmelidir. Huzurunda bulunan bir şahsi övmek isterse "Onun şöyle şöyle olduğunu zannediyorum. Hiçbir kimseyi Allaha karşı temize çıkarmaya çalışmıyorum." İbn Mâce, 2/1232 demelidir. Bir adamı medh eden ve övgüsünde aşırı laflar sarf eden kimsenin söylediklerini Resûl-i Ekrem işitmişti. Bunun üzerine, "Andolsun ki siz onu kibre sevk ederek helâk ettiniz veya bu adamı sırtından bıçakladınız." Müslim, VIII/228 buyurdu. Resûl-i Ekrem bir kimseyi kendisinde olmayan hasletlerle övmeyi şiddetle takbih etmiş ve bunu önlemek için, "Meddahların suratına toprak serpiniz." Feyzü'l-Kadir, 1/182 emrini vermiş bulunmaktadır. Bu işi bir menfaat beklemeden ve karşılıklı nezaket tavrı olarak yapmak da yasaktır. Bu hükmü tesbit eden bir hadis-i şerifte, "Karşılıklı övüşmelerden sakınınız. Zira bu, hiç şüphesiz, birbirini boğazlamaktır." İbn Mace, Edeb, 36 buyrulmaktadır. Halife Hz. Osman huzuruna bir adam gelerek onu yüzüne karşı övmeye başladı. Ashaptan olup Hz. Osman'ın huzurunda bulunan Mikdâd bin Esved bir avuç toprak alarak adamın yüzüne serpti. Hz. Osman neden böyle hareket ettiğini sorunca, Allah'ın Resulü "Meddahlarla karşılaştığınız vakit yüzlerine toprak serpiniz." buyurdu, cevabını verdi. İmam Ebû Yusuf, huzuruna şahitlik yapmak üzere gelmiş bulunan devrin veziri Cafer-i Bermekî'ye, "Sen, geçen gün, Halife Hârûn'un huzurunda 'köleniz' diye konuşuyordun. Bu sözün doğru ise kölenin şahitliği makbul değildir. Söylediğin doğru değilse, yalancının şahitlik yapması caiz değildir." diyerek, şahitliğini reddetmiştir. Kendisini öven, başkasını kötüler. İnsanın kendini övmesi ve başkaları tarafından övülmeyi sevmesi, kalb hastalıklarındandır. Övünmenin ve övülmeyi sevmenin sebebi, insanın kendini beğenmesi, yüksek ve iyi sanmasından kaynaklanmaktadır. Lokman suresinin 18. âyet-i kerimesinde ise, mealen; "Allah, kendini beğenip övüneni sevmez." buyurulmaktadır. Kendisini öven bir kimse, farkına varsın veya varmasın, başkasını kötülemekte, onu kötü bilmektedir. Çünkü övünmek, başkasını hakir, aşağı görmekten ileri gelir. Halbuki Peygamber Efendimiz sav, "Din kardeşini hakir görmek, kötülük olarak yeter." buyurmaktadır. Övünmek zararlı olduğu gibi, övülmeyi sevmek de zararlıdır ve felakettir. Zira hadis-i şerifte; "Övülmeyi sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kusurlarını görmez olur. Doğru sözleri, verilen nasihati işitmez olur." buyurulmuştur Ağırbaşlı Olmak... Şecâatten meydana gelen iyi huylardan birisi de, ağırbaşlı olmaktır. Ağırbaşlı olan bir kimse, övülmekten sevinmez, kötülenmekten de üzülmez. Böyle bir kimse, fakîrlere de, zenginlere de eşit davranır, tatlıyı, acıyı ayırt etmez, hâdiselerin değişmesi ile ve korkulu, sıkıntılı hâller karşısında, çalışması sarsılmaz. Sefîh; malını dinin ve aklın uygun görmediği yere harcayan, aklı az olan kimse demektir. Böyle olan kimsenin, bu kötü hâlleri, bazı sebeplerle, zamân zamân artar. Çalışmadan, alın teri dökmeden eline mal girer, kötü arkadaşlar, bu mala konmak için, dağıtmasına, saklamanın, artırmanın erkeklik, yiğitlik olmadığına inandırıp onu kandırırlar ve böylece isrâfa yol açarlar. Bunun içindir ki, kötü arkadaşlardan kaçmakla emrolunduk. Zengin çocuklarının çoğu, böyle isrâfa alışmakta ve sefîh olmaktadırlar. Sefâheti artıran sebeplerden birisi de, insanların çok hürmet, saygı göstermeleri, yüz vermeleri ve övmeleridir. Dinimizde övünmek, haramdır. Bir kimse, kendindeki iyilikleri, nimetleri, kendinden bilirse, Allah Teâlâ'nın verdiğini düşünmezse, bu hal, övünmek olur. Ayrıca başkalarının sevgisine ve onların övmelerine kavuşmak için, dünyâ işleri ile, onlara iyilik yapmanın, riyâ olduğu ve iftihâr için yani gösteriş, övünmek için yapılan davetlere gitmenin de câiz olmadığı, kitaplarda yazılıdır. Ancak bir kimse, eline geçen bu nimetlerin Allah Teâlâ'dan geldiğini bilir, kendinin kusurlu olduğunu düşünürse, o zaman bu hal, şükür olur. Hadis-i şerifte; "Allah Teâlâ'nın verdiği nimetleri bildirmek, bunlara şükretmek olur." bk. İbn Abdirabbih, el-İkdü’l-Ferid, 1/277 buyurulmuştur. Bazı kimseler, malı, mevkii, güzelliği ve nesebi, soyu ile övünür. Halbuki bunlar geçicidir, insanda kalmaz. Peygamber Efendimizin sav zamanında, iki kişi birbirine üstünlük taslayarak biri diğerine, “Ben falancanın oğlu filanım. Ya sen kimsin?” der. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz buyururlar ki "Musa aleyhisselâmın yanında iki kişi birbirine karşı övünmeye başladı. Biri ecdadını dokuz göbek geriye doğru saydı. Allah Teâlâ, Musa aleyhisselâma, 'Ona söyle, iftihâr ettiği, övündüğü dokuz kişi Cehennemdedir. Kendi de onuncusudur.' diye vahyetmiştir." Şu hususu hiçbir zaman unutmamak lâzımdır ki; bir kimse, herhangi bir yerde veya zamânda, sıradan bir kimseye, onun yaptığı iyi bir şey için, ona teşekkür etse, onu övse, bu şükür ve övmelerin hepsi, Allah Teâlâ'ya yapılmış olur. Çünkü, her şeyi yaratan, terbiye eden, yetiştiren, her iyiliği yaptıran ve gönderen, hep Allah Teâlâ'dır. Ayrıca önemli bir konu da şudur Övünmeyeceğiz, tevazu göstereceğiz diye ALLAH'ın nimetlerini inkar etmeyeceğiz. Bazen tevazu küfran-ı nimettir. Bu açıdan bazen tevazu, nimetleri inkar etmek anlamına gelebilir. Bazen de tahdis-i nimet, yani nimetleri sayıp dökmek iftihar ve gurur vesilesi olur. Bu durumun tek bir çaresi vardır nimetler konusunda ne nimetleri inkar edelim ne de iftihar ve gurur olsun. ALLAH’ın bize bahş ettiği nimetleri sayıp, fakat sahiplenmeyerek, ALLAH’tan geldiğini tekrar edip şükrümüzü artırmak gerekir. "Mesela nasıl ki, mükemmel bir elbiseyi birisi sana giydirse, sen bu elbiseyi giydikten sonra güzelleşsen, birisi sana “ sen güzelleştin ” dese, sen eğer “ hayır ben güzelleşmedim, nerede güzellik var” desen elbiseyi sana giydiren kişiye karşı saygısızlık edersin. Veya “ evet ben güzelim, benim gibi güzel nerede var” deyip şükretmesen o zaman gurura gidersin. Bunun ortası şöyledir “evet ben güzelleştim. Ama bu güzellik benim değil, elbisenindir dolayısıyla elbiseyi bana giydirenindir." bk. Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi İşte her nimet için, “Elhamdulillah, bu nimeti bana Allah verdi.” dersek, hem nimeti inkar etmemiş, hem gurura girmemiş hem de şükür vazifemizi yerine getirmiş oluruz. 37 Yeis ve ucb nedir? İnsanın geçmişte yaptığı hatalardan, işlediği günahlardan pişmanlık duyması güzel; fakat bu insanı ümitsizliğe sürükleyebiliyor. Bundan nasıl kurtulabiliriz? İkisi de Ruha Zarar YEİS VE UCUB...Ruh dünyamızın iki büyük düşmanı. En kısa ifadesiyle, yeis "kişinin cehennemini garanti görmesi", ucub ise "cennetini kesin bilmesi"dir. Bir başka ifadeyle, yeis "Allah’ın rahmetinden ümit kesmek"; ucub ise "O’nun azabından kendini emin sanmaktır."Halbuki hayrı da şerri de yaratan ancak Allah’tır. İnsan, hayrın ve şerrin sebeplerine müracaat etmekle, cenneti yahut cehennemi istemiş olur. İstemek kuldan, cevap vermek ise Allah’tandır. Şu var ki, istemek neticenin tahakkuku için kâfi değildir. Her şey, ancak Allah’ın dilemesi ve yaratmasıyla varlık sahasına Kelâmı'nda "istikamet" olarak ifadesini bulan rıza çizgisinin iki düşmanı vardır ifrat ve biri insanı yukarı doğru, diğeri ise aşağı doğru felâkete sürükler. Yeryüzünün "istikameti" temsil ettiği düşünüldüğünde, güneşe doğru yaklaşmak ifrat, mağma tabakasına doğru inmek ise tefrittir; ikisi de insanı yakar, böylece yoldan çıkaran aşırılıkların bir halkası da "yeis ve ucub"dur. İbadet yapmada ve hayır işlemede başarılı olamayan insanlarda "ümitsizlik" hastalığı kendini gösterir. Başarıya ulaştığı halde nefsine söz geçiremeyen insanlarda ise, sonu kibir ve gurura varan "ucub" hastalığı tezahür eder. Bunlardan birincisi tefrit, ikincisi ifrattır. İkisi de kaynağı Mesnevî-i Nuriye’de şöyle tespit edilir“Arkadaş! Amele ve taate muvaffak olamayan azabdan korkar, yeise düşer.” Mesnevî-i Nuriye, s. 65Ahirete inanan, fakat İslâm’ı yaşama konusunda nefsine söz geçiremeyen bir kişinin yakalanacağı ilk hastalık yeistir. Bu hastalığa düşen insan, Cenab-ı Hakk’ın keremini, ihsanını, affını hatırlamalı ve O’nun rahmetinin bütün günahları örtecek kadar geniş olduğunu düşünmeli. Böylece, kendisini "mutlaka cehenneme gidecek birisi" olarak görme hastalığından kurtulur ve yeis âfetinden uzak Kerîm’de bu husus şöyle ders verilir“De ki Ey günah işleyerek kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlayıcıdır. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan ve esirgeyendir.” Zümer, 39/53Ucub hastalığında yeisin zıddı bir durum söz konusudur. Burada kişi İslâm’ı elden geldiğince yaşamış, ancak bu ilâhî ihsanı kendi nefsinden bilerek başkalarına karşı üstünlük davasına kalkışmış ve cennetini garanti görme hastalığına hastalıktan kurtuluş reçetesi de yine Mesnevî-i Nuriye’de şöyle ifade edilmiştir“A’mâle güvenmek ucbdur. İnsanı dalalete atar. Çünki insanın yaptığı kemâlât ve iyiliklerde hakkı yoktur; mülkü değildir, onlara güvenemez.” Mesnevî-i Nuriye, s. 65Bu noktada Kur’ân’daki şu ilâhî ikaza kulak vermek, kurtuluşun yolunu açacaktır“Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her kötülük de nefsindendir.” Nisâ, 4/79İyilik dediğimiz her ne varsa, bütün bunlar peygamberler tarafından insanlara öğretilmiştir ve onları işlemek için gerekli bütün şartları da Allah yaratmıştır. Meselâ, doğru söylemek bir hayırdır. Bu hayrı insanlara öğreten ilâhî kitaplar ve peygamberler olduğu gibi, o doğruyu söylemek için gerekli ağız, dil, tükürük bezi, gırtlak, beyin, sinir sistemi ve hava gibi bütün şartları yaratan da ancak Allah’ bunları düşündüğünde, o hayırda çok az bir hisseye sahip olduğunu görür. Binlerce ilâhî mucizenin bir araya gelmesiyle ortaya çıkabilecek böyle bir hayırda, insanın hissesi, sadece o güzel amele meyletmesi, cüz’î iradesini de bu yönde böylece bilip, övünmek ve kendine güvenmek yerine, Allah’a şükretme ve O’na minnettar olma yolunu tutmak gerekir. Bu yolda gitmeyenler ucub çukuruna bilgi için tıklayınız- HIRS- Günah işleyen kişi tövbe etmekle günahlarından kurtulabilir mi? 38 Nefs nefis nedir, nerededir ve özellikleri nelerdir? Anlamadığım şey nefsimiz biz miyiz? Yani nefis= insan mı? Bu nefse karşı ne yapmalıyız?.. Nefis ruha ait bir özelliktir. Ruhda bulunan bu özellik insana devamlı olarak günah işlemeyi telkin eder. Nefsin isteklerini yerine getirdikçe güç kazanır; ameli salih ve takva ile yaşadıkça zayıflar. Kur'an'da nefs kelimesi çoğulu olan enfüs ve nüfûs biçimleriyle birlikte genellikle çeşitli varlıkların kendilerini belirtmek üzere kullanılır. Ama zaman zaman hayat ilkesi anlamında ruh, kalb ve iç anlamlarında kullanıldığı da görülür. Söz gelimi "Gelin... kendimizi enfüsena ve kendinizi enfüseküm çağıralım... Âli İmran, 3/61 ayetinde "kendimiz = lenfüsena" Hz. Peygamber asm'i, "kendiniz = lenfüseküm" ise Hz. İsa as hakkında tartışmaya kalkışan Hristiyanları dile getirilmektedir. Kelime, "...sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben senin nefsinde nefsike olanı bilmem..." Maide, 5/I 16 örneğinde olduğu gibi altı ayette Allah'ı, bir ayette Furkan, 25/3 ilahları, bir ayette de En'am, 6/130 insan ve cin topluluğunu belirtmek üzere kullanılır. "Haydi canlarınızı, ruhlarınızı enfüseküm çıkarın..." En'am, 6/93 ayetinde insan ruhunu karşılayan nefs kelimesi, diğer bazı ayetlerde "kötülüğü emreden" emmâre Yusuf, 12/53, "kınayan/levvame" Kıyamet, 75/2 ve "huzura eren/mutmainne" Fecr, 89/27 nitelikleriyle kullanılır. " ... Yusuf bunu içinde nefsihi sakladı..." Yusuf, 12/77 ve "...Allah içinizden enfüseküm geçeni bilir..." Bakara, 2/235 örneklerindeki gibi, kelime iç ve kalp anlamlarını karşılayacak biçimde de kullanılmaktadır. Kur'an'daki kullanılışının da etkisiyle Emeviler döneminden itibaren nefs kelimesi yaygın biçimde ruh anlamında kullanılmaya başlandı. 39 İnsanın, kendi nefsine zulmetmesi ne demektir? Zulüm, “haddi tecavüz” demektir; başkasının mülkünde onun rızası olmaksızın tasarruf etme mânâsına Hakiki ancak Allah'tır, mülk Onundur. Kimin tasarrufunda ne varsa ancak emanettir. O hâlde insan, diliyle her dilediğini söyleyemez. İlâhî rızaya muhalif söz sarf eden insan, diline zulmetmiş demektir. Göz, Allah'ın bir başka mûcizesidir. Cenâb-ı Hak, o yağ parçasında ziyayı göz nuruna çevirir. O nuru, haram sahalarda dolaştırmak göze zulmetmek ruh âleminde nice görünmez fabrikalar çalışır. Akıl, bilgiyi nasıl edinir, nasıl yoğurur ve nasıl karar verir? Hâfıza bu bilgileri nasıl depolar, lâzım olanları nasıl ânında takdim eder? Kalp nasıl inanır, nasıl sever, nasıl korkar? Hayal çok uzak mesafelere bir anda nasıl ulaşır? Ve daha nice akıl almaz icraatlar sergileyen bu fabrikalar ruhumuza ilâhî bir lütuf olarak nakşedilmiş. Bunları, Rabbimizin rıza dairesinde kullanmadığımız takdirde o kıymetli lâtifelere zulmetmiş ve salih amelden uzak kalarak, bütün o kıymetli cihazları, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle “cehennem kapılarını açacak çirkin bir sûrete çevirmek” nefse en büyük bir rüya olan dünya hayatının her şeyi ebet yurduna nispetle gölge hükmünde. Bu gölgelerden birisi de malımız ve servetimiz. İşte, kalp, akıl, hâfıza, hayal, göz, kulak gibi nice kıymettar cihazatını, sadece bu gölgelere sarf etmekle gerçek saadeti ve hakikî serveti kaybeden insan, nefsine zulmetmiştir... 40 Nefsin tezkiyesi, temizlenmesi nasıl olur? Nefsin tezkiyesi iki ayrı mânâya geliyor Birincisi nefsini temize çıkarmak, ona toz kondurmamak, kusurlarını örtmek, hatta elinden gelirse bunları faziletmiş gibi göstermektir. Yukarıdaki ifadelerde, tezkiye bu mânâda kullanılmıştır.“Nefislerinizi temize çıkarmayın.” Necm, 53/32âyet-i kerimesi bize bu mânâyı ders Külliyatı'nda, tezkiye edilmemiş bir nefsin hâli şöyle tasvir edilir“Tezkiyesiz nefs-i emmaresi bulunmak şartıyla, kendi nefsini beğenen ve seven adam başkasını sevemez. Eğer zâhirî sevse de samimi sevemez; belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Daima kendini beğendirmeğe ve sevdirmeğe çalışır ve kusuru nefsine almaz. Mübalâğalar ile belki yalanlarla nefsini medih ve tenzih ederek âdetâ takdis eder.” Lem’alarBir de “Muhakkak, nefsini temizleyen kurtuluşa erdi.” Şems, 91/9 âyetinde teşvik edilen nefis tezkiyesi vardır. Âlimlerimiz bunu, nefsin kötülüklerden arıtılması, yâni iman etmekle şirkten, takva ile günahlardan temizlenmesi ve salih amellerle de bu temizliğinin artırılması şeklinde izah bilgi için tıklayınız- Nefis, Allah’ın hangi isminin tecellisidir? Nefsinizi tezikiye etmeyiniz ayeti ile, nefisini tezkiye eden kurtulmuştur ayetini nasıl anlamalıyız? 41 Ben her zaman kötü hayaller kuruyorum ne yapmalıyım? Nefsimize nasıl mani olabiliriz? Hayalden geçen kötü şeylerden dolayı günah işlemiş olmayız. Bir kimsenin karşı cinsi sadece hayal etmesi zina işlemek gibi değildir. Ancak bu düşüncler hem hayal nimetini yanlış yerde kullanmamıza hem de başka yanlışlara düşmemize neden olabilir, düşüncesiyle dikkatli olmak gerektiğini düşünüyoruz. En azından zaman ve hayal israfı suresinin 32. ayetinde Cenab-ı Hak,"Sakın zinaya yaklaşmayın!"buyuruyor. Buradaki "yaklaşmayın" emrinden hareketle, İslam fıkıh alimleri insanı zinaya götürebilecek her türlü amelin yasak olduğunu ifade etmişlerdir. Müstehcen resim veya görüntelere bakmayı da bu kategori içinde mütalaa edebiliriz. Bu sebeple bu tür resimlere bakmak caiz bütün günahlar ve ahlâkî bozulmalar müstehcene bakışla başlar, bakışın ısrarıyla gelişir, sonra fiilî günaha dönüşür. Üstelik gözler baktıklarının resimlerini de çeker, hayal arşivinde depo eder. Nereye gitse, nerede olsa artık çektiği bu resimler, hayal âleminde gözlerinin olmadan aklımıza ve hayalimize gelen görüntülerden sorumlu değiliz. Ancak bunları isteyerek yapmak bizi başka kötülüklere yönlendirebilir ya da ruh halimize zarar verebilir. Ayrıca bilerek ve isteyerek bu gibi fantazilerle hayalimizi doldurmak, hayal nimetini yanlış yerde kullanmak anlamına bilgi için tıklayınızNefse mani olma, nefisle cihad hakkında bilgi verir misiniz?.. 42 Beddua eden kimseye beddua ile karşılık vermek hakkında bilgi verir misiniz? Bu kişi size kötü sözlerde bulunuyorsa ve bundan rahatsız oluyorsanız, bir daha bu kişi ile internette görüşmeyin. Böylece ne rahatsız olursunuz ne de beddua Efendimiz"Ben lânetçi olarak gönderilmedim." Müslim, birr 87 buyurur. Bir mü'mine lânet beddua etmenin, onu öldürmek gibi olduğunu bildirir. Buhârî, edep 44 Yapılan bir lânetin bedduanın yerine vardığında haksız yere yapıldığını görünce sahibine döneceğini haber verir. Tirmizî, birr 48; Ebû Dâvûd, edep 45Haklı bile olsanız beddua etmenizi tavsiye etmeyiz. 43 Karamsar olmanın insana verdiği zararlar nelerdir? Bazı kasvetli, karamsar kişiler vardır. İnsanlarla, olaylarla, gelecekleri ile ilgili olabildiğince kötü beklentilere sahiptirler. “Ben çok şanssızım, hiçbir işim yolunda gitmez, çok mutlu zamanlarımda bile mutlaka hemen ardından bir üzüntü yaşarım, güvendiğim insanlardan hep darbe yedim, kimse beni anlamadı, herkes beni kullanmaya çalıştı, neye elimi atsam kuruyor.” gibi sözleri sıklıkla kullanırlar. Siz de tanımışsınızdır böyle birisini mutlaka. Acaba nedir bu insanların problemi? Gerçekten bir felaket bulutu mu takip etmektedir onları gizli gizli? Niye hiçbir işleri yolunda gitmez? Neden hiç kimsede aradıklarını bulamazlar da devamlı şikayet ederler? Ve onlara nasıl yardım edebiliriz? Bu tür yakınmalarla ve genellikle de depresyona girerek bana başvuran birçok hastam oldu. İlk başlarda üzülerek ve acıyarak yaklaştığım bu kişilerin yine de beni rahatsız eden bir yanları vardı. Sanki onların da bu tersliklerde bir payı vardı gibi, ama nasıl? Tarif edemiyordum. Birgün alkol bağımlılığı ile ilgili bir araştırma okuduğumda “jeton düştü”. Bilirsiniz, alkol kullananların klasik sözüdür “İçiyorsam sebebi var.” İşte bu sözün doğruluğunu test etmek için bir araştırma yapılmış. Alkolü bıraktığı halde yaşadığı stresler yüzünden, yeniden içmeye başlayan kişilerin son altı ayda yaşadıkları üzücü olaylar sorgulanmış ve alkol problemi olmayan kontrol grubunun yaşadıkları benzer olaylarla kıyaslama yapılmış. Sonuç çok ilginç Hemen hemen hiçbir fark yok. Yani “dertler beni içiriyor” diyenlerin dertleri, normal insanların dertlerinden çok da fazla değil aslında. Peki ne anlama geliyor bu? Demek ki aslında problem bu kişilerin yaşadıkları olaylarda değil, olayları yorumlama biçimlerinde. Ondan sonra hastalarımı bu mantıkla değerlendirmeye başladım. Gerçekten de öyleydi. Bu kişiler herkesin yaşayabileceği olayları, olabilecek en kötü şekilde değerlendiriyor ve kendi kendilerine azap çektiriyorlardı aslında. Güzel, sevindirici bir olay yaşadıklarında dahi olabildiğince olumsuz yönlerini görüyor ya da “Bekleyelim bakalım, mutlaka altından bir terslik çıkar.” diye mutluluğu erteliyorlardı. Ve hep yakınıyorlardı “Hiç gün görmedim, hep darbe yedim.” O arada astrolojiyle de ilgilendiğimden yay burcu ile ilgili bir tarifi hatırladım “Tipik yay insanı hem iyimser hem de şanslıdır.” Bir de oğlak burcu tarifi geldi aklıma “Karamsar olurlar, pek de şanslı değillerdir. Başarıları hep uzun zahmetlerden, sıkıntılardan sonra gelir.” Astroloji bir yana, acaba iyimserlikle şanslı olmak, karamsarlıkla da şanssızlık arasında bir bağ olabilir miydi? Hayalen bir deney yaptım. İki kişi seçtim. Bay iyimser ve bay kötümser. Bir firmada işe girmek için başvurmuşlardı. Bay iyimser çok keyifliydi. “Bu iş tam bana göre, kesin alırlar beni, beklediğim fırsat bu, kendimi hemen gösterir, kısa zamanda yükselirim.” Bay kötümser ise çok farklı bir havadaydı. “Yok canım, bu işe beni almazlar, niye beni seçsinler ki, zaten işe alsalar da mutlaka bir problem çıkar, beni beğenmez, huzurumu kaçırırlar.” Sonuçta ne olacağı o kadar belliydi ki, hayalî deneyim çok kısa sürdü. Bay iyimser işe alınacak, kısa sürede yükselecek; aynı yeteneklere sahip olduğu halde bay kötümser ise, işe alınsa bile ilk terslikte “biliyordum zaten” diye pes edip istifa edecek, hayat boyu meslekî ve sosyal sıkıntılar çekecek ve “kötü kaderine” yanacaktı “Benim işlerim hep ters gider.” Evet, işin püf noktası buydu. Çoğu insanın depresyonunun sebebi de bu olmalıydı Olayları çarpıtarak yorumlamak, herşeyi “kara bir gözlükten” görmek, olumsuz beklentiler içinde olmak ve moralini bozup kötü olayları da bir anlamda davet etmek. Ve o sıralarda öğrendim ki zaten bu bakış açısı “depresyonun kognitif teorisi” adıyla formüle edilmişti ve kullanılıyordu bile. En “moda” ve etkili psikoterapi yöntemi, kognitif terapiydi zaten. Kişinin kendisi ile, çevresi ile, geleceği ile ilgili karamsar yorumları, mantıksız genellemeleri, kötü beklentileri, otomatikleşmiş olumsuz düşünceleri fark edilmeli ve iradî olarak değiştirilmeliydi. Aslında bu formülasyonu Kur’an tefsirlerinde de pek üzerinde durmadan okuyorduk yıllardır. "Sekizinci Söz’de bir bahçeye giren iki kardeşin kıyaslamasında geçtiği gibi, “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır; fena düşünen fena hülyalar görür, hayatın lezzetini kaçırır”dı. Sonuçta kulağımı tersten de olsa göstermiştim. Artık hastalarıma da göstermeliydim bu püf noktasını. “Bakın Mahmut bey, yaşadığınız olaylar herhangi bir insanın yaşadıklarından çok farklı değil aslında. Ama siz sadece olumsuz yönlerini görüyor, güzel taraflarına hiç bakmıyorsunuz. Olumsuz ayrıntılardan genelleme yapıp “her şey kötü” diyorsunuz. Üstelik bu yüzden güzel şeyleri de atlıyor ve kaçırıyorsunuz." "Mesela geçenlerde bir sohbette yaşadıklarınızı hatırlayın. Ne anlatmıştınız bana? Beş arkadaş tatlı tatlı sohbet ediyordunuz, bir ara arkadaşlarınızdan biri sizinle alay ediyormuş hissi uyandıran bir söz soylemişti ve siz üzerinize alınıp çok üzülmüştünüz, ardından da içinize kapanmış, “kimse beni sevmiyor” diye kendi kendinize yorumlar yapmış, iyice moralinizi bozmuştunuz. Oysa o sohbette o kadar kişi, o kadar zaman, size iyi davranmışlar, hatta iltifatlar etmişlerdi. Ama siz tek bir söz ile bütün iyi olayları unutup kendinize azap çektirmiştiniz. Hatırladınız değil mi?" "Evet, bu dünya cennet değil, ama cehennem de değil. Evet, insanlar melek değiller, ama şeytan da değiller. Her şeyin ya beyaz ya siyah olması da gerekmiyor zaten. Gri tonları da var, unutmayın. Demiyorum her şey güzel." "Burası cennet olmadığına göre çirkin, üzücü şeyler olacak muhakkak. Ama güzel şeyleri görüp moralimizi yüksek tutalım ki daha güzellerini de bulabilelim. Ve biz, insan olduğumuza, melek olmadığımıza göre mutlaka hatalarımız, eksiklerimiz olacak. Ama en günahkâr insanların bile birçok faziletleri, yetenekleri vardır mutlaka. Onları da görmeye çalışmalıyız gerek kendimizde, gerek başkalarında." Az gayret edin; zihninizle, nefsinizle bir tür mücahede öneriyorum. "Aklınıza geldiği gibi değil, olması gerektiği gibi düşünmelisiniz. Aklınıza otomatik olarak gelen karamsar yorumları denetlemelisiniz. Eldeki veriler bu kadar karamsar olmayı destekliyor mu, yoksa bütünün küçük bir parçasına takılıp, sonra onu genelleyip yanlış sonuçlara mı varıyorum diye kendi kendinizi sorgulamalısınız." "İsterseniz, -dindar bir insan olduğunuza göre- şu şekilde de uygulayabilirsiniz bunu Acaba Peygamberimiz asm olsaydı nasıl düşünürdü?" "Böyle kara kara yorumlar yapıp moralini mi bozardı, yoksa olayların iyi yönlerini görüp şükür mü ederdi? "Size bir ipucu olarak şu hadisi hatırlatmak isterim Peygamberimiz asm bir gün Medine civarında ashabı ile gezerken, çöplükte kokmuş bir köpek leşine rastlarlar. Ashab, “Ne kötü çürümüş, fena kokuyor...” vs. derken, Peygamberimiz asm “Dişlerine bakın, ne güzeldir.” buyurmuş." "Sonuç olarak derim Yeise, depresyona düşmemek için sadece davranışlarımızı değil, düşüncelerimizi de sünnete uydurmamız lazım. İşte o zaman hayatın güzel yönlerini görüp lezzetli bir ömür geçirebiliriz." "Yani, “Huz ma safa, da’ ma keder.” Keyif vereni al, keder vereni bırak" Yusuf Karaçay, Zafer Dergisi, Nisan-2002, Sayı 283 44 Ra`d Sûresi 28. ayatte, "Kalpler ancak Allahın zikriyle tatmin olur." buyrulmaktadır. Bu ayeti biraz açıklar mısınız? Günlük hayatımızda, yer yer, “falanın kalbi bozuk” yahut,“filânca kalp ameliyatı geçirmiş” gibi sözler ederiz. Bu konuşmalarımızda, kalbi, iki ayrı mânâsıyla kullanırız. Bunlardan biri maddî, diğeri ise mânevîdir. Bir başka ifadeyle, biri zâhirî, diğeri bâtınî...Her ikisinin de aynı isimle yâd edilmesine değişik açıklamalar getirilmiş. Bunlardan birisine göre, insan ruhunun bedenle ilk alâkası kalpte başlıyor. Bir diğerine göre, kalbe bu ismin verilmesi mecazdır “Maddî kalbin bedendeki rolü ne kadar önemli ise, mânevî kalbin de insanın ruhî hayatında öyle büyük bir vazifesi vardır.” Bazı zâtlar da, kalbi, ruh mânâsında kalp, bedenin her yanına kan ulaştıran ve dakikada ortalama beş kilo kadar kan pompalayan harika bir cihaz. Bu kalp bütün bir kâinata muhtaçtır. Kâinat fabrikasında kan üretilecek ki kalp de o kanı bedenin her köşesine pompalasın. Kâinattan insanı süzen ve insan fabrikasında gıdaları ete, kemiğe, kana, iliğe çeviren bir kudret, o kalbi çalıştırmakta ve o kanı bedenin her köşesine sevk kalbin zâhiri bütün kâinata muhtaç. Ve kalp bu hâliyle Allah'ın Samed ismine âyine. Maddî kalbin kâinata ve içindeki eşyaya olan ihtiyacını, ancak her muhtacın ihtiyacını gören ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah yerine getiriyor, Samed isminin tecellisiyle... Kalp bu yönüyle bir ağaçtan, bir çiçekten pek fazla ileri değil. Onlar da kâinatın her şeyine muhtaç. Onlar da bu ihtiyaçlarının görülmesiyle Samed ismine ayna bâtınına gelince, samediyete asıl âyine o... “Bâtın-ı kalp âyine-i sameddir.”Bu hakikati“... Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur.”Ra'd, 13/28âyet-i kerimesi ders her organın kendine göre bir çeşit tatmini söz konusudur. Göz görmekle, kulak işitmekle tatmin oluyor. Dilin tatmini tat ile, mideninki gıda ile. Kalbin ise en büyük ihtiyacı, kimin mahlûkuyum? Şu âlem kimin mülkü? Bu dünyada kimin misafiriyim? Daha sonra nereye gideceğim? Beni misafir eden zât, benden ne istiyor? İşte kalbin bâtını, bu gibi soruların cevaplarıyla tatmin oluyor. Onun talebi marifetullah Allahı tanıma olunca, elbette, Samediyete en büyük âyine o olacaktır. Diğer mahlûklar bu kâinatın maddesine muhtaç. O ise, bu âlemin sahibini tanımaya, bilmeye, Ona iman ve itaat etmeye anlamayan ve kalplerinin gıdasını ihmal eden insanlarda, bu ihmâlin peşin cezası olarak, hemen huzursuzluk, sıkıntı, tatminsizlik, korku, endişe gibi hastalıklar kalbi açlığını elbisenin güzelliği, yahut gömleğin kalitesi gideremiyor; o ancak rızık istiyor. Kalbin boşluğunu da hiçbir rütbe, hiçbir içtimaî makam, hiçbir beşerî teveccüh ve hiçbir fâni hedef Rabbi, onun ancak zikirle tatmin olacağını bildiriyor Nedir zikir?Kelime mânâsıyla hatırlama. Allah'ı hatırlatan her hâdise, her levha, her ilmî eser birer zikir vesilesi. Kalp, bir fabrika, bir saray, bir misafirhane olan şu muhteşem kâinatın ancak Allahın emir ve iradesiyle var olduğunu bilmekle tatmin ruhun hanesi ise, kâinat da onun şehridir. Kalp hem bu haneyi sever, hem de o şehri. İkisini de Allah'ın mülkü bilir. Onun kutsi sıfatlarının bütün eşyayı ihata ettiğine inanmakla hem bedende rahat yaşar, hem kâinatta. Bedeni de huzurla terk eder, kâinatı da. Çok iyi bilir ki, bunların ikisi de kendi mülkü değildir. Böylece ikisinden de geçer, onların hakiki sahibine iltica eder. Dileyeceğini Ondan diler. Hiçbir hâdiseden sarsılmaz, hiçbir musibetten korkmaz. Çok iyi bilir ki, mutlak kudret ve irade ancak Allah'ındır. Onun izni olmadan ne karınca bir adım atabilir ne hava deprenebilir ne kan deveran edebilir ne güneş ışık kalp bu iman ve bu marifet ile tatmin bir meyvenin ne rengi ne güzelliği ne kokusu ne tadı kalbe ulaşır. Ve kalp bunların hiçbiriyle tatmin olmaz. Ama, insan o renge hayran kaldı mı, o nimete minnettarlık hissetti mi, o tada meftun oldu mu, işte o zaman bu mânâlar kalbe yerleşir. Bu hayret, şükrü getirirse kalp gıdasını almaya başlamış bu kâinatın özüyle beslenir, mânâsıyla ilgilenir. Onun işi bu âlemle değil, onda tecelli eden ilâhî isimlerledir. Göz elmaya bakarken, kalp onda tecelli eden Allahın isimlerine nazar eder ve ancak böyle bir nazarla tatmin olur. 45 Nefs / nefis mertebelerine nasıl çıkılır? - Nefsin içinde bulunduğu belli alışkanlıkları vardır. Bu alışkanlıklarından vazgeçmesiyle bir yukarı mertebeye çıkması söz konusudur. Mesela nefsin ilk mertebesi; Nefs-i emare kötü emmarelik mertebesi dir. Bu makamda bulunan bir nefis sürekli sahibini kötüye teşvik eder. Bütün telkinleri, dürtüleri bu yönde olur. Nefs-i emmare, insan nefsinin en aşağı mertebesi ve “Muhakkak nefis kötülüğü emredicidir.” âyetinin haber verdiği büyük düşmandır. Şehvet, hırs ve hasedin emrine girmekle, ruh ve kalbi aşağıların ve bayağıların hizmetine sokmağa çalışır. Kötülüğe aşık, harama düşkün, sefahate hayrandır. Hayırlı işlerde tembel ve ürkek, şerde cesur ve atılgandır. Şeytanı meleklere secdeden men eden haset ve kibir, bu nefsin önde gelen sıfatları ve en belirgin özellikleridir. İkinci mertebesi nefs-i levvamedir. Bu mertebeye yükselen bir nefis, sahibini daha önce yaptığı yanlışlardan dolayı levmeder, ayıplar, böyle şeyleri bir daha yapmaması gerektiğini telkin eder... Daha sonra mutamainne, radiye, mardiye mertebeleri gelir. Her birinin kendine has özellikleri vardır. Bu imtihan dünyasında, insanlar nefislerinden ve şeytandan gelen kötü telkinlerle, İlâhî fermandan gelen hidayet haberleri arasında bir mücadele verirler. Kazanılan her mücadele, yani yapılan her ibadet, vazgeçilen her kötülük, uzak durulan her haram nefis için bir terakki basamağı ve bir temizlenme ameliyesi olur. Yükselme yoluna giren bu nefsin son durağı rıza makamıdır; Allah’ın taktir ettiği her şeyi rıza ile karşılayan ve böylece Allah’ın da kendisinden razı olduğu bir nefis olma makamı. Bu makama eren nefse, Cenab-ı Hak şu hitapta bulunur “Ey mutmainne nefis güvenceye kavuşmuş ruh! Sen Ondan O da senden razı olarak Rabbine dön. Seçkin kullarım arasına karış dahil ol ve cennetime gir.” Fecr, 89/27-30 - Kalb, ruh, hafi gibi ıstılahlar Kur’an’dan alınmıştır. Kalb, daha çok duygusallığın, hissiyatın yer aldığı yer olması hasebiyle, ehl-i tarik onun bu özelliğinden yaralanarak Allah sevgisini özümsemek için kalbi bir mekanizma olarak kullanmışlardır. Çünkü, sevginin gözü kördür. Allah’a aşk-ı hakikiyle bağlananlar, onun isim ve sıfatları hakkında olduğu gibi, yaptığı fiilleri hakkında da hiç bir dedikoduya kulak asmazlar. Bediüzzaman Hazretlerinin yalnız kalb ayağıyla yapılan seyru süluku şöyle eleştirmiştir “Eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı; bütün masivayı terk, hattâ esma ve sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenab-ı Hakk'ın zâtına rabt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letaifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki Bütün o letaifi; kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubudiyette, hakikat canibine sevketmek ile sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letaif askerleriyle kahramanane maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ızdırardır.” bk. Sözler, s. 495 - Ruh dairesi, kalb dairesinden daha geniş bir dairedir. İnsanın “Elestü bezmi”nde verilen söz doğrultusunda ilahî hakikatlerle hayat bulması ruh dairesinin bir tezahürü olur. Kalbin, aklın, fikrin dahi bazen haberdar olmadığı sahada seyr-u süluk eden ruhun dairesi oldukça geniştir. İman ve salih amelin ihlasla tahakkuku nisbetinde kişinin ruhanî seyru seyahati kuvvet bulur. - Hafi kelimesi kalbdeki sırrın öte tarafı anlamına gelir. Kalb, sır, hafi, ahfa terimleri Kur’an’dan alınmıştır. “İster yavaş konuş, ister açıktan, O’na göre birdir. Zira O SIRRI da gizliyi de, AHFAyı da gizlinin gizlisini de bilir.” Tâhâ, 20/7 mealindeki ayette, SIRR ve AHFA kelimeleri kullanılmıştır. - Kalb İmanın mahallidir. Hissiyatın mâkesi olduğu için, aşk dercesine varan ilahi aşkın da mahallidir. Kur’an’ın Hz. Muhammed’in kalbine indirilmesi, kalbin önemini göstermeye yeterli bir vakadır. Kalb gizli bir duygu madeni olduğu için, hem ihlasın hem de nifakın yeri olabilir. Bu sebeple, kalbe ihlası kazandırmak kişiyi en yüksek bir kulluk kulesine çıkardığı gibi, kalbteki samimiyetsizlik, özellikle nifak duygusu kişiyi esefel-i safiline atar. Sır ise, kalbten daha içeride olan bir gizlilik odasıdır. Oradaki samimiyet kişiyi daha da parlak bir makama ulaştırır. Hafi ve Ahfa ise, daha da kapalı kapılar ardında bulunan ihlasın odalarıdır. Bütün benliğini dinine veren ve bütün samimiyetiyle Allah’ın rızasını esas maksat yapan kimsenin bu makama gelmesinde, sır ve ahfasının rolü büyüktür. - Şunu özellikle belirtelim ki, bizim bu isimleri bilmemiz bu odaları girdiğimizi göstermediği gibi, onların ne olduğunu bilmememiz de bizim oralardaki ihlas ve samimiyeti bulmadığımız anlamına gelmez. Bize düşen, Kitap ve sünnet dairesindeki Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmektir. Bunlara riayet etmek ise, samimi bir imandan geçer. Samimi bir iman ise, imanın mertebelerini tahkiki bir şekilde öğrenmek ve onları hayatımıza aktarmaktan geçer. - Bir akciğer taraması için, basitten derinliğe doğru, normal bir röntgen, tomoğrafi ve emar çekilir. Sır, hafi ve ahfa da bunun gibi, en ince iman ve ihlasın, tevekkül ve teslimiyetin derecelerini ortaya çıkaran mekanizmalardır. Kimi, cennet kazanmak için, kimi cehennemden kurtulmak için amel eder. Kimi Allah’ın azabından, kimi gazabından kurtulmak için amel eder. Kimi sadece Allah’ın rızasını kazanmak için amel eder. Kimi, bir batman sıkıntıya, kimi yüz batman, kimi de bin batman sıkıntıya tahammül eder. Kiminin ufak bir sıkıntıdan dolayı Allah’a olan muhabbeti kaybolur veya azalır. Kimi de Hz. Eyyüb Peygamber gibi sonsuza dek bu muhabbeti kalbinden eksiltmez. İmanın kalbteki, sırdaki, hafi ve ahfadaki kuvvetinin dercesine göre kişilikler meydana gelir. Dinini bir dinara satanlar yanında, bütün dünyayı dinin bir tek meselesine feda edenler de vardır. Hülasa Allah’a olan iman, teslimiyet, tevekkül ve muhabbetin kuvveti, bu olguların sır, hafi ve ahfaya yerleşmesi derecesine göredir. Onun içindir ki, evliyalar için “Allah sırlarını takdis etsin.” diye dua edilir. İlave bilgi için tıklayınız - NEFS-İ MUTMAİNNE, NEFSİN MERTEBELERİ... 46 Küllî irade ve cüz'i irade ne demektir? Küllî irade, sonsuz işleri birlikte dileyebilen ilâhî iradedir. Cüz’i irade ise, bir anda ancak bir şey dileyebilen, iki şeye birlikte taallûk edemeyen insan bedeninde yüz trilyon kadar hücre olduğu söyleniyor. Her hücrenin de nice fonksiyonları var. İnsan, bir anda iki şey irade edemezken, bedenindeki bu sayısız faaliyetleri nasıl izah edecektir? Demek ki, insan kendine malik değil. O bir kuldur. Bedeni, küllî bir irade ile tanzim ve idare kurtulup gerçeği bulan bahtiyar kullar ise şöyle düşünürler“Madem ki, hiçbir organım, hiçbir hücrem başıboş değil, öyle ise ben de başıboş olamam! İç âlemimde cereyan eden bütün işler hikmetli ve faydalı. O halde ben, irademi doğru kullanarak ne dünyama ne de âhiretime fayda sağlamayan boş işlerin peşinde koşmamalıyım. Bedenimdeki her hücre, semadaki her yıldız ve kâinattaki her sistem küllî bir irade ile hareket ettiklerine göre, ben de cüz’i irademi o küllî iradeye uygun olarak kullanmalıyım. Kulluk görevimi aksatmamalı, ibadetimi eksiksiz yerine getirmeliyim.”Sonra, düşüncesini genelleştirir"Ben kendi iç âlemime karışamadığım gibi, ağaç da kendi içinde işleyen fabrikanın gerçek sahibi değil. Ve o tezgahın muntazam çalışması onun kendi hüneri değil. Şu ağacı elma, bunu da armut verecek şekilde programlayan bir hikmet, bir kudret, bir ilim var.""Ve yine, ben kan nehrimde akan alyuvarlardan ve akyuvarlardan habersiz olduğum gibi, deniz de içindeki balıklardan habersiz. Sema da yıldızlarını tanımıyor. Saçımı kendim yapmadığım gibi, ağaçlar da yapraklarını kendileri takmıyorlar. Ormanlar, dağın hüneri değil. Güneş de gezegenlerine sahip çıkamaz."İşte kâinatta meydana gelen bu sonsuz işler, birlikte nazara alındığında, küllî ve mutlak bir iradeyi açıkça bir düşünelim Bu âlemde birbirinden farklı ne kadar çok fiil birlikte icra ediliyor! Her an, mikroplar âleminden, bakterilerden, al ve akyuvarlardan, böceklerden, kuşlara, insanlara varıncaya kadar, nice canlılar ölümü birlikte tadıyorlar. Onların yerleri ise, boş kalmıyor. Bir o kadar, hatta daha fazla varlık dünya ile sayısını bilemeyeceğimiz kadar çok canlı hastalanırken, aynı anda bir o kadarı da şifâ buluyor. Niceleri izzete doğru tırmanırken, niceleri de zillete henüz yemeklerini yerken, başkaları açlığa yaklaşıyorlar. Her biri bir ilâhî ismin tecellisini gösteren böyle sonsuz ve birbirinden farklı, hatta çoğu zaman birbirine zıt fiilleri birlikte icra etmek, ancak küllî bir iradenin insan o cüz’i iradesini ölçü tutarak ve onun aczine, noksanlığına bakarak bu sonsuz icraatları hayret ve hayranlıkla düşünür; imanı kemâle erer. 47 Nefsi terbiye etmek mi, yoksa onu öldürmek mi tercih edilmelidir?.. Nefis terbiyesini "nefsi öldürmek" şeklinde uygulayanlar, nefsin hoşuna giden her şeyden uzak kalırlar. Bunun neticesinde; dünyayı sevmez, hırs göstermez, inat etmez, hiç öfkelenmez bir hâle gelebilirler. Bunun da bir nefis terbiyesi olduğunu kabulle beraber, nefsi öldürmek yerine, onu hayra yönlendirmenin daha iyi olacağı kanaatindeyiz. Birincisi, huysuz atın yemini kısıp, onu zayıflatarak ona hakim olmaya; ikincisi ise, yemini normal verip, ama onu iyi bir terbiyeden geçirerek güçlü bir atla hedefe daha kısa zamanda varmaya benzer. Evet, dünyanın sevilecek tarafları vardır, sevilmeyecek yönleri vardır. Hırs gösterilecek yerler vardır, gösterilmeyecek yerler vardır. İnadın güzel olduğu durumlar vardır, çirkin olduğu durumlar vardır. Öfkenin kötü olduğu hâller vardır, iyi olduğu hâller vardır. Dünyayı, Cenab-ı Hakk'ın isimlerine ayna ve ahirete bir tarla1 olarak sevmek güzeldir. İnsanın heveslerine hitab eden ve gaflet perdesi olan yönünü sevmek çirkindir.2 İlimde ve hizmette hırs göstermek güzeldir, şöhret için malda ve makamda hırs göstermek çirkindir. Hakta inat etmek güzeldir. Batılda inat etmek, çirkindir. Zalimlere öfke duymak güzeldir, müminlere öfke duymak çirkindir. İşte, nefsin mahiyetinde yer alan duyguların, arzuların hayra yönlendirilmesi, nefsin öldürülmesinden, yani büsbütün sesini kesmekten çok daha faydalıdır.3 Bu ise, nefsin arzu ve isteklerine iyi bir mecra bulmak, onu hayırlı şeylere sevk etmekle olur; coşarak çevreye zarar veren bir nehrin önüne baraj yapmak ve onunla çevreyi sulamak gibi. Kaynaklar 1. Acluni, I, 412. 2. Nursi, Sözler, s.,584. 3. bk. Nursi, Mektubat, Envar Neş. İst. 1993, s. 33-34. 48 Günlük hayatta çekingenlik sorunu yaşayan gençlerin, kendine güveninin gelmesi için ne yapmak gerekir? Bununla ilgili bir dua var mı? - İnsanların güveni veya güvensizliği yüzleşeceği konuyla yakından ilişkilidir. “İnsan bilmediğinin düşmanıdır.” diye hakikatli bir söz vardır. Bu sebeple, her şeyden önce karşısına çıkacağımız toplumun karşısında kullanabilecek bilgi donanımına sahip olmak gerekir. - Bu çekingenlik, doğuştan var olabileceği gibi, kişinin yetiştiği çevrenin etkisiyle de oluşmaktadır. İlk önce senli benli olan küçük çaptaki çevrelerde deneyimlerini gerçekleştirmek uygun olur. - Daha önce düzgün konuşamayan Çiçeron, iyi konuşma azmiyle yaptığı ısrarlı çalışmalar, hatta küçük çaptaki çakıl taşlarını ağzına alarak konuşmaya çalışması ve sonunda dünyanın en büyük hatipleri arasına girmesi, azmin elinden bir şeyin kurtulamayacağını göstermektedir. - Bir düşünceyi başka düşünceyle değiştirmek, yeni fikrin eskisinden daha kuvvetli olması şartıyla mükemmel bir arzudur. Rutherfort diyor ki; “Tembelliğin ilacı çalışmaktır, bencilliğin ilacı fedakârlıktır, imansızlığın ilacı Allah’ın emirlerine itaattir, çekingenliğin ilacı korkulan şeye cepheden bakmaktır.” - İnsan her nerede olursa olsun Allah'ın huzurundadır. Eğer çekinme gerekli olan güzel bir davranışsa, buna en layık olan Allah'tır. İnsan davranışıyla, sözleriyle, her haliyle Ona layık olamamaktan korkmalı ve Ondan çekinerek yanlışlardan sakınmalıdır. Bu anlayışa sahip olan her insan diğer varlıkların yanındayken daha rahat hareket edebilecektir. Çünkü Yaratanın huzurunda olmadığı bir yer ve an yoktur. Onun huzurunda yapılması uygun olan bir davranışı ya da bir sözü, yine Onun iziniyle diğer varlıkların yanında yapmaktan neden çekinsin. Bu konuda Hz. Musa as’ın okuduğu şu duayı okumak uygun olur “Rabbişrah li sadrî ve yessir li emri vahlul ukdeten min lisanî yefkahu kavlî.”Ta Ha, 20/25-28 Meali "Rabbim! dedi, yüreğime genişlik ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimden şu bağı çöz. Ki sözümü anlasınlar." 49 Hayattan zevk alamıyorum, beni yaşama bağlayan hiçbir şey yok. Çok mutsuzum ve huzursuzum, nedeni nedir? Bana ne tavsiye edersiniz? Huzursuzluğun, bunalımın, stresin en önemli bir kaynağı da şu güzel ifadelerle açıklanmış “Bir şey ma vudia leh’inde istihdam edilmezse atalete uğrar, matlup eseri göstermez.” Bediüzzaman, Sünuhat “ma vudia leh”, bir şeyin yapılış gayesi mânâsına geliyor. Gözün vazediliş, yâni yaratılış gayesi görme... Onu tatların kontrolünde kullanmaya kalkarsanız o âlete zarar verir ve rahatsız olursunuz. Her duygusunu ve hissini onu Yaratanın rızası dairesinde ve istikamet çizgisinde kullanan insanlar dünyada da bir nevi cennet hayatı yaşarlar. Kendilerini ebed ülkesinin sonsuz saadetine hazırlayan ve Kur’an’dan aldıkları ders ile bu geçici dünya hayatını bir oyun ve eğlence olarak değerlendiren insanların ruhları, her türlü musibet karşısında dipdiri, sapasağlamdır. Onlar bu dünya sahnesinde fakir rolünü oynayacaklarsa bunu en güzel şekilde başarırlar. Hastalandıklarında kıvranmayı çok iyi becerirler. Trajedide gözlerinden yaşlar boşalır. Ama onlar oyunda olduklarını unutmadıkları için, sevinmeleri de üzülmeleri de çok sınırlıdır; oyunun icap ettiği kadardır. Dünyayı oyun ve eğlence bilenlerin bakışları âhiretedir. Gayretleri o belde içindir. O beldenin saadeti de, azabı da ebedî... Bunun şuurunda olan ve “innalillah” yâni “biz Allah’ın kuluyuz, hayatımız, ölümümüz, bedenimiz, ruhumuz, mevkiimiz, makamımız, kısacası her şeyimiz, onun için, onun rızası içindir” sırrına eren insan, fâni dünyanın geçici sıkıntılarında boğulmaz. Her şeyiyle sınırlı olduğunu bilir ve sınırsız elemlerin altına girmez, onları ruhuna yüklemez. Dostlarını sonsuz rahmet ve ihsan sahibi Allah’a emanet, düşmanlarını da yine onun sonsuz adaletine havale eder. Ruhunu da bedenini de emanet bilir; onları ne ezer, ne de başkasına ezdirir. Ama gücünü ve kuvvetini aşan sahalarda, bu ağır imtihanı kolayca verebilmek için Rabbine iltica eder. Ve neticede o’nun takdirine rıza ile rahat bulur. Dünyadan, dünya ehlinden ve bu âlemin sıkıntılarından korkacağına onların hâlikından korkar, o’na iltica eder. “Allah’tan havf eden korkan başkaların kasavetli, belâlı havfından kurtulur.” Bediüzzaman, Sözler Her hayır gibi, kalp huzuru da o’nun elindedir. Buna lâyıkıyla iman etsek başkalarının kapılarında dolaşmaktan kurtulacak, aradığımız her güzelliği Rabbimizin rahmet kapısında bulacağız. Ve Üstad Bediüzzaman’dan bir Kur’anî bir reçete “... Hem kur’an mü’mine der İhtiyarın cüz’î ise, kendi malikinin irade-i külliyesine işini bırak. İktidarın küçük ise, kadîr-i mutlakın kudretine itimad et. Hayatın az ise hayat-ı bâkiyeyi düşün. Ömrün kısa ise ebedî bir ömrün var, merak etme. Fikrin sönük ise Kur’an’ın güneşi altına gir. İmanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine her bir âyet-i Kur’an birer yıldız misüllü sana ışık verir. Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa nihayetsiz bir sevap ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor. Hem hadsiz arzuların, makasıdın varsa, onları düşünüp muzdarip olma. Onlar bu dünyaya sığışmaz, onların yerleri başka diyardır ve onları veren de başkadır.” bk. age. 50 Allah rızası için evladı sevmek, arkadaşı sevmek, anne babayı sevmek ne demektir? Allah rızası için sevmenin ölçüsü nedir? Muhabbet kâinatın hem nuru hem hayatıdır. İnsan kâinatın en kapsamlı bir meyvesi olduğu için, kâinatı kapsayacak bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine yerleştirilmiştir. Böyle sonsuz bir muhabbete ancak nihayetsiz bir Kemâl Sahibi cc lâyık olabilir. Sevgimizi kime yönlendirelim? Korku ve muhabbeti öyle birine yöneltmeliyiz ki, bizim korkumuz lezzetli bir boyun eğme olsun; muhabbetimiz de zilletsiz bir mutluluk olsun. Evet Celal sahibi Rabb’imizden korkmak O’nun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir. Korku bir kamçıdır; bizi O’nun rahmetinin kucağına atar Aynen bir annenin yavrusunu korkutup kendi kucağına yönlendirmesi gibi. Böyle bir korku o yavruya gâyet lezzetlidir. Halbuki bütün annelerin şefkatleri rahmet-i İlahiye’nin bir yansıması, parıltısıdır. Demek Allah’tan korkmakta büyük bir lezzet vardır. Mâdem Allah’tan “korkmakta” dahi böyle bir lezzet varsa, Muhabbetullah da, yani Allah’ı sevmekte ne kadar sonsuz lezzet bulunduğu ortaya çıkar. Hem sadece Allah’tan korkan başkalarından korkmaktan kurtulur. Aynı şekilde muhabbeti de Allah hesabına olduğu için mahlukata ettiği muhabbet dahi ayrılıklı elemli olmaz. İnsan önce kendi nefsini sonra akrabalarını, milletini, canlıları ve en son olarak da kâinatı sever. Bu aşamaların her birisiyle ilgilidir. Sevilen şeyler de birer birer onu terk ediyor, birçoğu da üzüyor ve yaralıyor. İşte aklımız varsa bütün o muhabbetleri toplayıp hakikî sahibine verip bu belâlardan kurtulmalıyız. “Sonsuz muhabbet”e ancak “sonsuz ve ebedî olan Rabb’imiz” layıktır ve böyle bir sevgi ancak ona mahsustur. Her şeyiyle kâinatı kuşatabilen ve Rabb’ini sevmek için yaratılan kalbi, dünyevî fani şeylerin sevgisiyle doldurmak, Rabb’imize karşı haksızlıktır. Bu sevgiyi hakikî sahibine verirsek, işte o zaman bütün eşyâyı O’nun nâmıyla ve O’nun âyinesi olduğu için ızdırapsız sevebiliriz. Yoksa muhabbet en leziz bir nimet iken, en elîm nimetsizlik haline dönüşebilir. Sevgimizi tamamen kendi benliğimize sarf edemeyiz. Kendi nefsimizi kendimize “mâbud” ve “mahbub” yapamayız. Her şeyi kendi nefsimize fedâ edemeyiz. Ona bir nevi rubûbiyet veremeyiz. Nefsimiz Rabb’imizin “ef’al-esma ve sıfatlarına” aynadır. Benliğimizdeki “ben-ene-ego”yu yırtıp, onun içindeki gizli “Hüve”yi cc görüp kâinata dağınık bütün sevgilerin O’nun isim ve sıfatlarına karşı verilmiş bir muhabbet olduğunu anlamalıyız. Eğer bu sevgiyi yanlış yerde kullanıp sûiistimal edersek sonunda cezasını biz çekeriz. Çünkü “Yerinde sarf olunmayan gayri meşru bir muhabbet merhametsiz bir musibettir.” Rabb’imizin bize yönelik küçücük bir muhabbeti kâinata bedel olabilir. O’nun küçücük bir muhabbet tecellisine hiçbir şey denk olamaz. Ancak nefsimizi, dünyayı, peygamberleri, dostları, anne babayı, eş ve çocukları ve diğer güzel şeyleri severken bunları Allah için sevdiğimizin göstergeleri olmalıdır. Öyleyse bunları nasıl sevelim? Dünyayı ve ondaki mahlûkatı mâna-yı harfiyle sevelim; mâna-yı ismiyle sevmeyelim Yani güzel bir şey gördüğümüzde, "Ne kadar güzel yaratılmış” diyelim “Ne kadar güzel” demeyelim. Ve kalbin derûnuna başka muhabbetlerin girmesine meydan vermeyelim. Nefsine muhabbet, ona acımak, terbiye etmek, zararlı heveslerden alıkoymaktır. O vakit nefis sana binmez, seni hevâsına esir etmez. Belki sen nefsine binersin. Onu hevâya değil, Hüdâ’ya sevk edersin. Enbiya ve evliyaya sevgi bazen faydasız kalır, sen de öyle sevme. Sevgide aşırıya gidip fâni insanlara “uluhiyet” atfedenlerden olma. Böyle bir sevgi ahirette cezaya sebep olduğu gibi, bu çok sevdiklerini sandıkları zâtlar da ahirette onlardan davacı olacaktır! Hayat arkadaşına duyulan sevgi, onun huy güzelliğine, şefkat kaynağı ve rahmet hediyesi oluşuna bina edilmelidir. O eşe samimî muhabbet ve merhamet edersen, o da sana ciddî hürmet ve sevgide bulunur. İkiniz yaşlandıkça bu hâl fazlalaşır. Hayat mutluluk içinde geçer. Yoksa sadece yüz güzelliğine muhabbet olsa, o muhabbet çabuk bozulur, iyi geçimi de bozar. Anne ve babaya karşı sevgin, Cenâb-ı Hak hesabına olduğu için ibâdet niteliğindedir. Gayet samimi olarak onların hayırlı uzun ömürler sürmesini istersin. Onların yüzünden daha ziyade sevap kazanayım diye samimî hürmetle onların hizmetine koşmaya çalışırsın. Eğer bu sevginin özünü fani dünya zevkleri ve menfaat oluşturursa, onlar yaşlandıkları ve sana yük olacak bir vaziyete girdikleri zaman en süflî ve en alçak bir his ile onların “hâlâ yaşıyor olmalarından rahatsız” olursun. Daha hayatta iken “miras” kavgası verir, senin hayat sebebin olan o insanların ölümlerini arzu etmek gibi bir vahşete düşersin. Halbuki onları Allah için sevmenin ölçüsü Onlara hiç ihtyacın kalmadığı bir zamanda, ihtiyar ve bakıma muhtaç olduklarında, onlara daha çok hürmet ve hizmet edip uzun ömürlü olmalarını istemektir. Evlâdına yönelttiğin sevgi karşılıksız ve hasbidir. Cenâb-ı Hakk’ın senin terbiyene emanet ettiği sevimli, tatlı o canlılara muhabbet tarifsiz bir muhabbet, eşsiz bir ni’mettir. Ne musibetleriyle fazla elem çekersin ne de ölümleriyle me’yusâne feryad edersin. Çünkü sevgin Rahmanidir. Dostlarına muhabbetin eğer “Allah” içinse, onlardan ayrılman, hatta onların ölümleri kardeşliğinize ve manevi bağlarınıza engel olmadığı için, o mânevî muhabbet ve ruhanî irtibattan her zaman istifade edersin. Bu sevgi Allah rızası için olmazsa bir günlük kavuşma lezzeti, yüz günlük ayrılık sıkıntısını netice verir. Netice olarak, Allah için sevmeli, Rabbimiz’in hoşnut olduğu şey ve işlere gönül vermeliyiz. * * * Konuyla alakalı daha geniş bilgi için şu yazıyı da okumanızı tavsiye ederiz Dünyamızı Sevmeyelim mi? Maneviyat büyüklerinin, kalpleri mahlûkattan keserek Hâlik’a bağlamak üzere yaptıkları hikmetli tavsiyeleri ibretle okuruz. Bu tavsiyeler, bazılarınca yanlış değerlendirilir ve dünya hayatından fiilen çekilme gibi, İslâm’ın aksiyoner ruhuna taban tabana zıt bir yola girilir. Böyle bir hataya düşmeyelim diye, Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu dünyanın "üç yüzü" olduğunu ortaya koyar ve bunlardan "ikisinin" muhabbete lâyık olduğunu ifade buyurur. Sevilmeye lâyık olan bu yüzler "ilâhî isimlere ayna olma" ve "ahirete tarla olma" yüzleri. Şu sınırlı akıllar, varlığı mahlûkatına benzemekten münezzeh ve bütün sıfatları sonsuz olan Allah’ı hakkiyle bilemezler. Ancak, o’nun bir kudret ve sanat mûcizesi olan şu kâinatı ve içindeki mahlûkatı tefekkür ile isimlerinin ve sıfatlarının kemâline hayran olurlar. O halde insan, Rabbini bilmede kendisine rehberlik eden bu dünyayı, bu yönüyle elbette sevecektir. Ve yine insan, ebediyet yolcusu. O âlemdeki her nevi saadetin tohumları, bu dünya hayatında saklı. Ne kadar çok tohumu, ne ölçüde ekebilir ve bakımını ne nispette yapabilirse, âhirette o kadar kârlı çıkacak. Bu yönüyle de insan elbetteki cennet tarlası olan dünyasını sevecektir. Dünyanın üçüncü yüzü, "nefsin heveslerini tatmin etme" yüzüdür. Dünyanın bir oyun ve eğlence olduğunu ders veren âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler bu üçüncü yüze bakıyor. Hikmetler deryası bir hadis-i şerif "Benimle dünyanın misâli, yaz gününde bir ağacın gölgesinde konaklayan yolcunun hâline benzer ki, bir süre kaldı ve kısa zaman sonra da gitti." O hidayet rehberimiz, o uzun sayılmayacak ömründe, bu dünyada bir fâninin erişmesi mümkün olan ilâhî marifet ve muhabbeti kemâliyle zevk etti; ebedî hayatın bütün lâzımlarını yine kemâliyle tedarik etti. Ve her biri insanlık semasının ayrı bir yıldızı olan yüz yirmi dört bin sahabe yetiştirerek, dar-ı bekaya teşrif buyurdu. İşte, bizim benzemeye çalışacağımız rehberimiz! Ve işte bizim uğrunda her şeyimizi feda etmemiz gereken ulvî gayemiz! Bu gayeyi hakkıyla idrak edebilsek, bir insanın imanının kurtuluşuna vesile olmayı bu fâni dünyanın en büyük kazancı sayarız. O tek insan bizim için tükenmez bir servet ve manevî hayatımız için en hayırlı bir varis olur. Zira, onun yapacağı bütün ibadetlerin bir misli de bizim sevap hanemize girecektir. Ama malımızın varisleri öyle değil. Onların verecekleri zekât ve sadaka kendileri içindir. Bizim için hususî bir hayır yaparlarsa ne alâ. Onu da ancak evlâtlarımızdan bekleyebiliriz. Torunlarımızda hayır defterimiz kapanır. Ben bugüne kadar dedesinin hayrına bir fakiri doyuran, yahut bir hisse kurban kesene henüz rastlamadım. Öyle ise geliniz, hayrımızı bu dünyada yapalım; kurbanlarımızı kendi elimizle keselim. Öteye lâzım olacak bütün ihtiyaçlarımızı buradan gönderelim ki, oraya vardığımızda gözümüz postada kalmasın. O büyükler, dünyanın üstünde yürüdüler, içine ise asla girmediler. “dünyadan da nasiplerini unutmadılar.” Lâkin, sadece nasiplenmek için bu dünyaya gelmediklerini bilerek yaşadılar... Gelmişken ondan da birkaç lokma aldılar ve devam ettiler yollarına... Dünya nedir, bizde dünyayı sevme isteği var, öyleyse neden dünyayı sevmek yasaklanmıştır? Dünya, lügat mânâsıyla, “en yakın”, “en aşağı.” İkisi de doğru. Biz bu yakın âlemde öteye hazırlanıyoruz. Bu yakın semayı ibretle seyredebilirsek, Cennette Arşı hayretle temaşa etmeye aday olacağız. Yakınımızdaki ağaçları, çiçekleri, ırmakları tefekkür edebilirsek, Cennet bahçelerine girmemiz mümkün olabilecek. Istırap dolu, elem yüklü, yorgunlukla iç içe ve bir kısmı uykuyla geçen bu noksan âlemini kalben terk edebilirsek, o ulvî hayata, o eşsiz saadete, gerçek insaniyete ve hakikî lezzete kavuşabileceğiz. Rabbimiz, bu dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden başka bir şey olmadığını bize haber veriyor. En’am , 32 Oyunla ancak çocuklar oyalanır, eğlence ise ancak sefihleri tatmin eder. İnsan çocukluktan kurtuldu mu, defalarca söküp yaptığı oyuncak evleri bırakır, daimî bir yuva arayışına geçer. Ve yine insan büyüdü mü, onun dünyasında eğlencenin yerini çalışma ve ilim alır. Nur Külliyatında, dünyanın üç yüzü olduğu nazarımıza sunulur “İlahî isimlere âyine olma”, “Cennete tarla olma” ve “ehl-i hevesatın oyuncak yeri olma” yüzleri. Dünyanın oyun ve eğlence olan yüzü bu üçüncü yüzdür. Resulullah Efendimiz “İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.” buyurmakla, dünyanın bu üçüncü yüzü ile oyalananların gafletini güzelce dile getirmiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin, “... bize gösterdiğin nümûnelerin, gölgelerin asıllarını, menbalarını göster...” duasıyle bu hâdis-i şerif birlikte düşünüldüğünde şöyle bir mânâ kalbe gelir Rüyadaki insan da yer, içer. O yemekler, onu rüyada tatmin eder. Burada bir gölgenin bir başka gölgeyi doyurması söz konusu. Ama bu adam uyandığında aç olduğunu anlar ve gerçek gıdasını aramaya başlar. Dünya ile oyalanan ve hakikî saadeti unutan insanlar da gölgeyle tatmin olmaktalar. Bunlar, öldüklerinde uyanacaklar ve gerçek tatminin ancak Cennette olacağını hakkıyla anlayacaklar. Ama çoğu insan için artık vakit bitmiş, fırsat kaçmış olacak. Önemli olan “ölmeden ölmek”, dünyanın âhirete nispeten bir gölge gibi kaldığını burada idrak etmek ve ömrümüzü bu şuurla tanzim etmek. İşte bu şuura erenlerdir ki, dünyanın üçüncü yüzüne aldanmaz, ilk iki yüzüne nazar eder, marifetlerini ziyadeleştirir, sevaplarını artırırlar. Gündüzü gecenin kovaladığı, gençliği ihtiyarlığın çekip durduğu, sıhhati hastalıkların kuşattığı ve hedefin ölüm olduğu bir dünyanın saadet yeri olamayacağı açık... Allah Resulü kasemle ifade ediyor “Allah’a yemin olsun ki, âhirete göre dünya, ancak sizden birinin parmağını denize daldırması gibidir. Baksın bakalım kendisine ne dönecek? Parmağı denizden ne getirebilecek?” Ebedî saadet bir derya. Dünya lezzetleri ise parmağı ıslatan su... Bu ıslaklıkta boğulmayan, hafif bir nemde sırılsıklam olmayanlar deryayı buluyorlar. Fâniye aldanmayanlar bâkiye eriyorlar. “Eğer şu fânî dünyada beka istiyorsan, bekâ fenâdan çıkıyor. Nefs-i emmare cihetiyle fenâ bul ki, bâki olasın.” Sözler Yolcu olduğunu bilenler, seyahat ettikleri vasıtaya ve oturdukları koltuğa değil, varacakları menzile nazar ederler. Kalpleri orası için çarpar, akılları orayı düşünür. Onlar dünyayı âhiretin tarlası bilir ve ona bu yönüyle büyük değer verirler; ama tarlanın eğlence yeri olmadığını da unutmazlar. Çektikleri bütün sıkıntılar ve ıstıraplara karşı, gözlerini köye diker ve “akşam olunca her şey bitecek, oraya döndüğümde rahata kavuşacağım” diye teselli bulurlar. İşte ancak, böyle yaşamanın bahtiyarlığına erenlerdir ki, ölümü gülerek karşılarlar. Onlar gönüllerini tarlaya kaptırmadıkları için, ondan rahatlıkla ayrılmayı başarırlar. Birbirinden çok uzak gibi görünen dünya ve âhiret aslında bizim iç âlemimizde, his dünyamızda, akıl meydanımızda ve amel âlemimizde birlikte dolaşırlar. Her işimiz, her duygumuz, her düşüncemiz ve her sevgimiz mutlaka ya dünyaya aittir, yahut âhirete. Her adımımızı ya Cennete, yahut Cehenneme doğru atarız. Her sözümüz bizi ya saadete yahut felâkete götürür. Her dakikamız o menzillerden birine çekirdek olur. Dünya ve âhiret birer menzil. İnsan, bunlardan birini ne ölçüde severse, diğerinin muhabbeti o nispette kalbinden siliniyor. Bu dünyada nefis hesabına dolaşmayı terk edenler, orada menzilden menzile zamansız uçacaklar. Burada, yiyip içmelerini helâl ile sınırlayanlar, o âlemin nimetlerinden sonsuz istifade edecekler. Burada, faydasız ilimden hassasiyetle kaçınanlar, orada hikmetler deryasında yüzecekler. Bu dünyada yerine göre konuşmasını ve susmasını bilenler, o dünyada güzel sohbetler edecek, güzel kelâmlar işitecekler. Bu kısa hayatta, insanların fâni iltifatlarına kapılmayanlar, orada İlâhî rahmet ve inayeti bulacaklar. Bu dünyada terk edilen her nefsî arzu, orada ayrı bir saadet olarak insanın karşısına çıkacak. Bir ömür boyu, bu dünyadan öteye bir şeyler gönderen insan, sonunda o âleme sefer yapacak. Meyvelerini görmek üzere. 51 Kalbin bast ve kabz hali hakkında bilgi verir misiniz? Bende kabz hali uzun sürüyor, hayattan zevk alamıyorum... Bu hali kaldıramıyorum, ne yapnam lazım? Kabz ve bast halleri; lügat manası olarak ruhen sıkıntı, daralma ve genişleme, sıkıntı ve ferahlık manalarına gelmektedir. Bu halleri Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu Lahikası'nda şöyle açıklamaktadır“Sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünkü, emn ve ye'sin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca müvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast hâletleri celâl ve cemal tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.”Bu ifadeyi biraz açacak olursak, ruhi bazı sıkıntılarımız Cenab-ı Allah tarafından, bizi; sabra ve nefis ile mücahedeye alıştırmak için bize verilen Rabbani birer kamçıdır. Burada kamçı ifadesi üzerinde duracak olursak, nasıl ki, tembelleşen, hantallaşan bir mahluku harekete getirmek için kamçı kullanılır. Aynen öyle de, tembelleşen ve yeknesaklık içerinde bulunan bir insan da bu kabz ve bast halleriyle adeta mümin kamçılanmakta ve vazifesinde ciddiyete sevk bu noktada yukarıdaki ifade de geçen “emn ve ye’sin vartası” ifadesi de gözden kaçmamalıdır. Emn hali bast halinin neticesi olmamalıdır. Yani sıkıntı ardından gelen rahatlık, vazifedeki ciddiyete halel vermemelidir. Bununla beraber kabz halinin neticesinde mü’min ye’se düşmemelidir. Çünki istiklal şairimizin de ifade ettiği gibi “Ye’is mani-i her kêmaldir” Yani, ümitsizlik ile her muvaffakiyetin önü haletler Cenab-ı Hakk'ın Celal ve Cemal isimlerinin tecellisi iledir. Nasılki hastalık Cenab-ı Hakk'ın Şafi isminin tecellisi neticesi ise, sıkıntı hali de Cenab-ı Hakk'ın el-Darr celali isim gibi isimlerinin, rahatlık ve genişlik hali de Cenab-ı Hakk'ın el-Vasi cemali isim gibi isimlerinin halden kurtulmak için abdestli dolaşmayı adet haline getirmek, ayrıca Kur'an-ı Kerim ve Cevşen'i sık sık okumak gerekir. 52 Kendini boşlukta hisseden bir kimse ne yapmalıdır? Huzursuzluğun, bunalımın, stresin en önemli bir kaynağı da şu güzel ifadelerle açıklanmış “Bir şey ma vudia leh’inde istihdam edilmezse atalete uğrar, matlup eseri göstermez.” Bediüzzaman, Sünuhat “ma vudia leh”, bir şeyin yapılış gayesi manasına geliyor. Gözün vazediliş, yani yaratılış gayesi görme... Onu tatların kontrolünde kullanmaya kalkarsanız, o alete zarar verir ve rahatsız olursunuz. Her duygusunu ve hissini onu Yaratanın rızası dairesinde ve istikamet çizgisinde kullanan insanlar dünyada da bir nevi cennet hayatı yaşarlar. Kendilerini ebed ülkesinin sonsuz saadetine hazırlayan ve Kur’an’dan aldıkları ders ile bu geçici dünya hayatını bir oyun ve eğlence olarak değerlendiren insanların ruhları, her türlü musibet karşısında dipdiri, sapasağlamdır. Onlar bu dünya sahnesinde fakir rolünü oynayacaklarsa bunu en güzel şekilde başarırlar. Hastalandıklarında kıvranmayı çok iyi becerirler. Trajedide gözlerinden yaşlar boşalır. Ama onlar oyunda olduklarını unutmadıkları için, sevinmeleri de üzülmeleri de çok sınırlıdır; oyunun icap ettiği kadardır. Dünyayı oyun ve eğlence bilenlerin bakışları ahiretedir. Gayretleri o belde içindir. O beldenin saadeti de azabı da ebedî... Bunun şuurunda olan ve “innalillah” yâni “biz Allah’ın kuluyuz, hayatımız, ölümümüz, bedenimiz, ruhumuz, mevkiimiz, makamımız, kısacası her şeyimiz, onun için, onun rızası içindir” sırrına eren insan, fâni dünyanın geçici sıkıntılarında boğulmaz. Her şeyiyle sınırlı olduğunu bilir ve sınırsız elemlerin altına girmez, onları ruhuna yüklemez. Dostlarını sonsuz rahmet ve ihsan sahibi Allah’a emanet, düşmanlarını da yine onun sonsuz adaletine havale eder. Ruhunu da bedenini de emanet bilir; onları ne ezer, ne de başkasına ezdirir. Ama gücünü ve kuvvetini aşan sahalarda, bu ağır imtihanı kolayca verebilmek için Rabbine iltica eder. Ve neticede o’nun takdirine rıza ile rahat bulur. Dünyadan, dünya ehlinden ve bu âlemin sıkıntılarından korkacağına onların hâlikından korkar, o’na iltica eder. “Allah’tan havf eden korkan başkaların kasavetli, belalı havfından kurtulur.” Bediüzzaman, Sözler Her hayır gibi, kalp huzuru da o’nun elindedir. Buna layıkıyla iman etsek başkalarının kapılarında dolaşmaktan kurtulacak, aradığımız her güzelliği Rabbimizin rahmet kapısında bulacağız. Nasıl ki bedenimizin su, hava ve gıda gibi şeylere ihtiyacı var. Onları almadığımız zaman bedensel özelliklerimiz zarar görür ve huzurumuz kaçar. Ayrıca bedenimizi zehir, ateş, hastalık gibi zararlı şeylderden de korumamız gerekir. Yoksa perişan oluruz. Aynen bunun gibi ruhumuzun da havası, suyu ve gıdası gibi olan ibadetleri yapmadığımız zaman, ruhumuz havasız, susuz ve gıdasız kalmış gibi olur ve bütün sıkıntıların kaynağı haline gelir. Diğer taraftan her bir haram ruhumuza giren bir hastalık, bir ateş ya da zehir gibidir. Bedeni zehirlenen bir kimse rahat edemeyeceği gibi, işlediği günahlarla ruhu zehirlenen bir kimse de asla rahat edemez ve huzur bulamaz. Öyleyse her ruh, gıdası olan ibadetleri almalı, zararlı olan günahlardan sakınmalı ki huzur ve mutlluğa erişsin, kendini boşluktan kurtarsın. İlave bilgi için tıklayınız - Şu anda, toplumda bulunan huzursuzluk ve sıkıntıların gerçek sebebi nedir? 53 Ruhi sıkıntının sebebi nedir; bunu nasıl yenebilirim? Es-Sarrâc bu iki terimi şöyle tarif eder "Kabz ve bast yüce ve rûhî iki hal olup, ariflere mahsustur. Allah onları sıktığı zaman, yemek, içmek ve eğlenmek gibi caiz olan şeylerden ve gıdaların bir kısmından alıkoymada etkili olur. Ariflerin gönlünü açtığı zaman da, kendilerini korumayı üzerine almak sûretiyle, o câiz olan şeyleri yine kendilerine iâde eder. Kabz arifin öyle bir hâlidir ki, kendisine bu durumda marifetullahtan başkasına elverişli bir mekân bırakılmamıştır." Kitâbü'l-Lüma', nşr. Nicholsun, s. 342. Orta Çağ Hristiyan tasavvufunda kabzını karşılığı olan terim, Fransızca "desolation" dur. Bu kelime sözlükte; yıkıklık, haraplık, büyük keder, büyük iç sıkıntısı anlamlarına gelir İ. Hami Danişmend, Cirand Dictionnaire Francais Terc., İstanbul tv. I, 361. EL-KÂBIZ Allah'ın, her şeyi sonsuz kudreti altına alan, bu kudretiyle kuşatıp kavrayan, her şeyi emri altına alıp tutan en yüce varlık olduğu anlamına gelir. Bu isim ile dua etmek kabz halindeki insan için illaki faydası vardır. Kabz ve bast halleri; lügat manası olarak ruhen sıkıntı, daralma ve genişleme, sıkıntı ve ferahlık manalarına gelmektedir. Bu halleri Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu Lahikası'nda şöyle açıklamaktadır "Sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünkü, emn ve ye'sin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca müvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast hâletleri celâl ve cemal tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur." Bu ifadeyi biraz açacak olursak, ruhi bazı sıkıntılarımız Cenab-ı Allah tarafından, bizi; sabra ve nefis ile mücahedeye alıştırmak için bize verilen Rabbani birer kamçıdır. Burada kamçı ifadesi üzerinde duracak olursak, nasıl ki, tembelleşen, hantallaşan bir mahluku harekete getirmek için kamçı kullanılır. Aynen öyle de, tembelleşen ve yeknesaklık içerinde bulunan bir insan da bu kabz ve bast halleriyle adeta mü'min kamçılanmakta ve vazifesinde ciddiyete sevk edilmektedir. Ancak bu noktada yukarıdaki ifade de geçen "emn ve ye'sin vartası" ifadesi de gözden kaçmamalıdır. Emn hali bast halinin neticesi olmamalıdır. Yani sıkıntı ardından gelen rahatlık, vazifedeki ciddiyete halel vermemelidir. Bununla beraber kabz halinin neticesinde mü'min ye'se düşmemelidir. Çünki istiklal şairimizin de ifade ettiği gibi "Ye'is mani-i her kêmaldir." Ümitsizlik ile her muvaffakiyetin önü kapanır. Bu haletler Cenab-ı Hakk'ın Celal ve Cemal isimlerinin tecellisi iledir. Nasıl ki hastalık Cenab-ı Hakk'ın Şafi isminin tecellisi neticesi ise, sıkıntı haline Cenab-ı Hakk'ın el-Darr celali isim gibi isimlerinin, rahatlık ve genişlik hali de Cenab-ı Hakk'ın el-Vasi cemali isim gibi isimlerinin neticesidir. Bu halden kurtulmak için abdestli dolaşmayı adet haline getirmek, ayrıca Kur'an-ı Kerim ve Cevşen'i sık sık okumak gerekir. 54 Öfkeyi yenme ve İslam kardeşliği hakkında bilgi verir misiniz? Peygamberimiz asm, en büyük pehlivanın, öfkelendiği zaman nefsini yenen kimsenin olduğunu söyler. Bizim en büyük düşmanımız ise nefsimidir. Öfkeyi yenmek için 1. Nefsin ve şeytanın dediğini yapmamak, 2. Öfkelendiği zaman, susmak, 3. Öfkelendiği zaman, abdest almak, 4. Öfkelendiği zaman, yer değiştirmek, 5. Dini ve imani konuları okuyarak nefsini ikna etmek, 6. Dua, tesbih, ibadet, namaz, oruç gibi ibadetlere dikkat edip devam etmek, 7. Haksız yere zarar verince, zararı telafi edip özür dilemek, 8. Ölümü çok düşünmek, 9. Bize verilen güzelliklerin Allah’ın emaneti olduğunu bilerek ona göre hareket etmek, 10. … Öfke, ahlâkî eksikliklerdendir. İnsanda varolan gazab kuvvetinin ifrat derecesi olan öfke, bir âfettir. Öfke anında insan doğru düşünemez. Normal davranışlarda bulunamaz. Öfkeli olarak yapılan işler hep sonradan pişmanlık duyulan işlerdir. Bunun için "Öfke ile kalkan zararla oturur." denilmiştir. Bir anlık öfke ile cinayet işleyenlere sık sık rastlanır. Öfke ev ve iş yerlerinde huzursuzluklara ve rahatsızlıklara sebep olur. İnsan, iradesini kullanarak öfkesini yenmeye, kendisini öfkelendirenleri bağışlamaya çalışmalıdır. Cenab-ı Hak buyuruyor "O takva sahipleri bollukta ve darlıkta harcayıp yedirenler, öfkelerini tutanlar, insanların kusurlarını bağışlayanlardır. Allah da iyilik edenleri sever." Âl-i İmran, 3/134 Peygamberimiz asm'a gelerek kendisine öğüt vermesini isteyen bir adama Resulullah asm; "Öfkelenme!..” demiş ve bu sözünü birkaç kere tekrarlamıştır. Riyazü's-Salihîn, I/80. Öfke anında Allah'a sığınmak ve öfkenin geçmesini istemek gerekir. Öfkeli birisini gören Hz. Peygamber asm şöyle buyurmuştur "Ben bir kelime biliyorum ki, eğer şu adam o kelimeyi söylese muhakkak öfkesi geçer. O kelime 'Eûzü billahi mineş-şeytânirracîm.', sözüdür." Müslim, Birr ve Sıla, 109. Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur "Kuvvetli ve kahraman pehlivan, herkesi yenen kimse değildir. Kuvvetli ve kahraman pehlivan ancak öfke zamanında nefsine mâlik olan ve öfkesini yenen kimsedir." Müslim, Birr ve Sıla, 107. Peygamber Efendimiz asm bir başka hadisinde şöyle buyurmuştur "Bir kimse öfkesinin gereğini yapmaya kadir olduğu halde öfkesini yenerse, Allah Teâlâ kıyamet gününde halkın gözü önünde onu çağırır, huriler içinden istediğini seçmekte muhayyer kılar." Riyazü's-Salihîn, I/80. Kur'an-ı Kerim'de genellikle kâfirlerin müminlere karşı duydukları öfkeden bahsedilmiştir. Aksine müminler öfkelerini yenen insanlardır. Peygamber Efendimiz asm, Cenab-ı Hakk'a sığınmayı öfkenin ilâcı olarak tavsiye etmiş, insanın kendi kendine telkinle ulaşacağı irade sağlamlığının onu öfkelenmekten kurtaracağına işaret etmiştir. Yine Peygamberimiz asm öfkeyi güç ve kuvvetin değil zayıflığın ve aczin alâmeti olarak görmüştür. Öfke, nefse hâkim olamamanın işaretidir. Nefislerine hâkim olamayanların sonu ise hüsrandır. Müslüman, işlerini öfke ile değil; teennî, sabır ve yumuşaklıkla halletmelidir. İlave bilgi için tıklayınız - Irk Gerçeği ve İslam Kardeşliği. - Birlik ve Beraberlik Özel Dosyası. 55 Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak ne demektir? İlâhî ahlâk, en kısa ifadesiyle, Kur’an ahlâkıdır, Allah’ın razı olduğu ahlâk hiçbir şeyi başıboş yaratmamıştır, faydasız hiçbir icraatı yoktur. Ve insan, ömür tüketmekten öte bir işe yaramayan faydasız işleri terk ettiği ölçüde bu sırra mazhar mahlûkat âlemindeki ince sırlar, sonsuz hikmetler, ancak Allah’ın malûmudur. İnsan ise bu hikmetlerden kendi çapında bir şeyler yakalamaya çalıştığı ölçüde bu sırra kendisini tespih eden bütün mahlûkatını, bilhassa bu vazifeyi en güzel şekilde yerine getiren mümin kullarını sever. Kendisine şirk koşan, nimetlerini küfranla karşılayanlardan ise razı olmaz. İnsan da Onun sevdiklerini sevmek, sevmediklerini sevmemekle bu sırdan kendisine İlâhî bir ihsan olan irade sıfatıyla güzel şeyler irade ederse, kudret sıfatını iyi ve faydalı işleri görmede sarf ederse, ilim sıfatıyla faydalı ilim öğrenirse, merhamet duygusunu yerinde kullanır Allah’ın kullarına ve diğer mahlukatına merhametle muamele ederse, kısacası kendisinde yaratılan bu sıfatlar ve hisler âlemini, Allah’ın razı olduğu istikamette kullanırsa, İlâhî ahlakla ahlaklanmış bütün işleri istikamet üzeredir ve insan Fatiha Suresinde Rabbinden sırat-ı müstakim ehli olmayı dilemekle bu İlâhî ahlakla ahlaklanmayı da dilemiş ki, insanın hikmet ehli olması, Rabbinin razı olduğu bir kul olmasına bağlı... O’nu razı etmedikten sonra, o’nun yarattığı varlıkları incelemek ve bunların insanlara faydalarını araştırıp ortaya çıkarmak hikmet ehli olmak için yeterli değil...Kur'an’daki gizli sırları anlayan, fakat hayatına tatbik etmeyen bir insan düşünelim. Bu insan âlimdir, ama hakîm değildir. Kâinat kitabını Allah namına okumayan ve ondan bu yönüyle faydalanmayan kimselerin hâli de berikilerden farklı değil...Ve Gazali’den farklı bir hikmet tarifi “Hikmet, varlıkların en yücesini, ilimlerin en faziletlisi ile bilmektir.” Allah, ezelî ve ebedî ilmiyle kendi zâtını, sıfatlarını, fiillerini, şuunatını mânâya göre, mahlûkat olmasa da Allah hakîmdir... Hem de sonsuz hakîm. İşte, marifetullah yolunda yürüyen, Allah’ı tanıma vadisinde ilerleyen insanlar, hikmetin bu mânâsından feyiz alırlar, nasiplenirler. Ve “ilâhî ahlâkla ahlâklanma” şerefinin, en ileri mertebelerine mânâ başta peygamberlerde, sonra peygamber varisi olma şerefine ermiş büyük zâtlarda ve derecelerine göre bütün müminlerde hükmünü icra imanı, ihlâsı, ilmi, tefekkürü ölçüsünde bu büyük lütuftan nasiplenir. 56 Özgüven, nefsine güvenmek midir? Özgüven, insanın iradesini güçlü tutarak hadiselere karşı sağlam ve kararlı durmak, yani ümitsizliğe düşmemektir. Başarılı olmanın neticesinde de bu başarıyı kendinden değil Allah'tan bilmelidir. Zaten hakiki özgüven de budur. Ancak başardığı işleri kendi nefsinden bilip gurura kapılırsa tehlikeli olur. Manevi hastalıklar olan yeis, ucb, gurur ve suizandan uzak durmak gerekir. Maddenin mânâyı boğmaya azmettiği bir zamanda, eğer “manevî zırhlar”dan mahrum olunursa, bedenlerin süsüne ve vücutların semizliğine zıt bir şekilde ruhların buhranlar ve hastalıklar içinde kıvranmakta olması kaçınılmazdır. Yeryüzü şu gün bedenini doyurmak için çırpınan, lâkin rûhî açlık sebebiyle binbir türlü “istikamet buhranları” yaşayan yığınla insanı barındırmakta. Mü’minler de zamanın bulaşıcı ve salgın illetlerinin tesiriyle bazı manevî hastalıklarla boğuşmakta ve hastalığının teşhisinden ve tedâvî usûllerinden habersiz olduğu için çaresiz bir şekilde çırpınmaktadır. Oysa başta mu’cizeler menbaı Kur’ân ve Resûl-i Ekrem asm’ın sünnet-i seniyyesi olmak üzere, İslâm irfanının zengin kaynakları bu hastalıklara karşı kullanılacak ilaçları ihtivâ etmektedirler. Zâmanın sâkinlerinin en büyük hastalığı, esasında ilâcının câhili olmaktır. Şimdi, bilhassa günümüzde yaygın olan dört mühim manevî hastalığı tahlil edelim 1. Yeis Ümitsizlik Sâlih amellerde ve ibâdetlerde bir türlü istediği gibi başarılı olamayan ve bu vazifelerini yerine getiremeyen insan, karşılaşacağı kabir ve cehennem azabından korkar. Ümitsizliğe düşer. Tembellik, çevrenin olumsuz tesirleri gibi pek çok sebepten dolayı nefsine mağlup olup kulluk vazifelerini yerine getiremeyen, sefahet bataklığı içinde çırpınan insanların çoğu ümitsizliğe kapılır. Bu hastalık neticede insanı küfre ve inkâra kadar götürebilir. İçinde bulunduğu hâlden çıkmakta iyice ümitsizleşen bir insan şüphe ve vesveselere çabuk mağlup olur. Bu tür insanlar, dînî meselelerin zıddına veya imânî ve itikâdî meseleleri inkâr etmeye sevkeden en zayıf ve küçük iddialara çok büyük ve kuvvetli deliller imiş gibi yapışmak ister. Bu hâl ilerlerse “isyan bayrağını” çeker ve İslâmiyet’in dairesinden çıkar. Şeytanın ordusuna katılır. Meselâ; namaz kılmakta zorlanan bir insanın nefsi, namazın farz olmamasını arzu eder. Şeytan kılığındaki insan ona namazın farz olmadığı vesvesesini verirse, nefsi hemen bu çürük iddiaya yapışmak ister ve şayet bu tuzağa düşerse imanını kaybeder. İşte “ümitsizlik” hastalığının vahim neticesi. Şu âyet ümitsizlik hastalığına kapılan ve amellerde muvaffak olamayanların ilacı ve nûru “De ki Ey nefisleri aleyhinde günah işlemekle ömürlerini israf eden kullarım! Günahlara bulaştık diye Allah’ın rahmetinden ümid kesmeyin! Şüphesiz ki Allah, bütün günahları bağışlar.’ Doğrusu, Gafûr çok bağışlayan, Rahîm kullarına merhamet eden ancak O’dur.” Zümer, 39/53 2. Ucb Amellere güvenmek İbadetlerde muvaffak olamayıp da ümitsizliğe düşen adam, azaptan korktuğu için kendisini kurtaracak dayanak noktaları aramaya başlar. Bakar ki; bazı iyilikleri ve hayırlı amelleri var, hemen onlara yapışır. Bu amellerinin kurtulması için yeterli olacağını zanneder, rahatlar. Hâlbuki bu hâl “ucb”dur, yani amele güvenmektir, insanı küfre ve dalâlete atar. Çünkü insanın yaptığı hayırlarda, ibadetlerde ve kendisinden kaynaklanan iyiliklerde hiçbir hakkı yoktur. Kendisinin mülkü değildir ki onlara güvenebilsin. Hayırları, salih amelleri isteyen “Allah’ın rahmeti”, onları yaratan ve insana ihsan eden “Allah’ın kudreti”dir. İnsanın hayır ve hasenatta hissesi sadece kabul etmektir, dua etmektir, râzı olmaktır, talep etmektir. Hem insana hayır ve hasenat yapması için vücudu, sıhhati, kuvveti veren ve salih amellerde bulunması için hayatı veren Cenâb-ı Hakk’tır. Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki; Ey mü’minler! Amel ve ibadetlerinizi İtidal üzere yapın, ifrattan kaçının. Zira sizden hiç kimseyi ateşten ameli kurtaracak değildir.’ Sahabiler, Seni de mi amelin kurtarmaz, ey Allah’ın Resûlü!’ dediler. Aleyhissalatu vesselâm, Beni de!..’ buyurdular. Eğer Allah kendi katından bir rahmet ve fazl ile benim günahlarımı bağışlamazsa, beni de amelim kurtarmaz!’ buyurdular.” bk. Kütüb-i Sitte, Zühd Bölümü, 17/415, h. no 1299 İnsan amellerine güvenmekten ve hayır hasenatına, ibadetlerine sahiplik davasından vazgeçmelidir. Bilmelidir ki, kendisinden kendisine kusurdan başka bir şey gelmez. Kendisine ne hayır isabet etmişse, o Allah’tandır. Ne şer isabet etmişse, o da kendisinden ve nefsindendir. Vücud ve hayat, insana verilen emanetlerdir. Her zaman insan “Mülk O’nundur. Hamd O’na mahsustur. Havl ve Kuvvet Allah’dan başkasında yoktur.” demeli ve “ucb” hastalığından kurtulmalıdır. 3. Gurur Gurur, insanın kendini tanımamasından kaynaklanır. Aczinden, fakrinden, noksanlıklarından haberdar olmayan bir insanın en büyük hatasıdır gurur. Gurur ile insan maddî manevî bütün olgunluklardan mahrum kalır. Kendisini beğenen mağrurun uzak durduğu tek şey vardır Seccade. Alnını secdeye koymayan mağrurun yüzü bile karanlıktır. Sîmasında secde izi olmayan gururlu insan her gün, her an nefsinin ayağını öpecek kadar zillet içerisindedir. Gururlu insanın başı secdeye gitse dahi rûhu dimdik ayaktadır. Mühim olan, rûha secde ettirmektir. Gururlu insanın tek dostu kendisidir. Talebesi kendisi, hocası kendisidir. Gururlu insan putperestlerin en sefilidir. Eğer gururun yönlendirmesiyle başkalarının olgunluğuna tenezzül etmeyip kendi kemâlatını, bilgilerini kendine kâfî görürse o insan noksandır. Böyle insanlar hep başka insanların güzelliklerinden ve fikirlerinden, hem de daha mühimi, geçmişte yaşamış mübarek zâtların yani “selef-i salihîn”in irşadlarından da mahrum kalırlar, bütün bütün çizgiden çıkarlar. Gururun tek meyvesi vardır Mahrumiyet! 4. Sûizan İnsan “hüsnüzan” iyi zan ile memur ve vazifelidir. İnsan herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Sûizan, insanın kendisinde bulunan kötü ahlâkı başkalarında da görmesine sebep olur. Sûizan, mü’minler arasında olması gereken emniyet bağlarını koparır, cemiyeti temelinden sarsar. Mü’min, başkalarının bilhassa Allah’ın sevgili kullarının bazı hareketlerinin hikmetlerini bilmiyorsa, sûizanla onları kabahatli görmemelidir. Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki; “Sakın zanna yer vermeyin. Zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin, haber koklamayın, rekâbet etmeyin, hasedleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları! Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona ihânet etmez, zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahkir etmez. Kişiye şer olarak, Müslüman kardeşini tahkir etmesi yeterlidir." "Her Müslümanın malı, kanı ve ırzı diğer Müslümana haramdır. Allah sizin suretlerinize ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. Takva şuradadır -eliyle göğsünü işaret etti-. Sakın ha! Birinizin satışı üzerine satış yapmayın. Ey Allah’ın kulları, kardeş olun! Bir Müslümanın, kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz.” Buhari, Nikah 45 Kur’ân’ın ahlâkıyla ahlâklanmak ve sünnet-i seniyyenin nûrânî dâiresine girmek, bizleri bütün manevî hastalıklardan uzak tutacaktır. Yukarıda dört çeşidini izah etmeye çalıştığımız manevî hastalıkların yegâne deva kaynakları olan Kur’ân ve sünnet-i seniyye düsturlarına canıgönülden bağlanmazsak ebedî hayatımızı kaybedebiliriz. Cenâb-ı Hak bizleri her türlü manevî hastalıktan, iman zayıflığından muhafaza eylesin. Bu hastalıklardan uzak olan bir özgüven insanı kemalata götürür. Aksi takdirde insan kendi nefsinin esiri olmaktan kurtulamaz. 57 Teveccüh-ü nâs insanlardan tebrik, taktir ve alkış bekleme hastalığından nasıl kurtulabiliriz? Teveccüh-ü nâs, kulların sevgisine, alkışına, takdirine kapılıp, dünyaya geliş gayesinden sapma hastalığı, kendisi gibi zavallı bir başka insandan medet bekleme gafletidir. Teveccüh-ü nâs, riyanın davetçisi, rızaya giden yolun en büyük rüyetten geliyor Yaptığı iyilikleri insanların görmesini istemek, gösteriş yapmak, başkaları beğensinler diye bir takım yapmacık hareketlerde asır sonra gelecek insanları düşünelim. Henüz yokluk karanlıklarında bulunan, kim olduklarını bilmediğimiz bu dünya misafirleri, kader ile tayin edilen vakitleri geldiğinde bir İlâhî lütuf olarak hayat nimetine kavuşacaklar ve yer küresine ayak basacaklar. Yolculuklarının ilk durağı olan ana rahminde dokuz ay terbiye görecek ve bu kâinattaki sonsuz nimet ve ihsanlardan en güzel şekilde istifade etmeleri için nelere muhtaçlarsa onlarla donatılacaklar. Derken yeryüzüne annelerinin kucağında ayak basacak, o şefkatli sineden lâtif sütü, kana kana büyüyecek, genç olacaklar. Bir iş tutacak, toplum hayatına karışacaklar. Ve bunlardan büyük bir kısmı, kalabalıklara kapılıp kendilerini unutacaklar; kul olduklarını, misafir olduklarını, yolcu olduklarını hatırlamayacaklar bile. Ayrıca başka rahimlerde beslenmiş ve kendileri gibi âciz, kendileri kadar fâni olan diğer insanların sevgisini kazanmaya can atacaklar. Toplumun esiri olacak, onların ayıplamasını günahtan önde tutacak, onların beğenmesini rızaya tercih edecekler. Yolculuğun kabirden sonraki safhalarını düşünmeyecekler. Herkesin kendi derdini tek olarak çektiği kabir âlemini, kimsenin kimseye dönüp bakamayacağı mahşer meydanını ve Allah’ın izni olmadan kimsenin şefaat edemeyeceği hesap gününü hatırlamayacaklar bile...İşte kendini unutan ve ebediyet yurdunun azap diyarına doğru âdeta koşar adımlarla giden bu kalabalıkların karşısına peygamberler çıkıyorlar, âlimler, arifler çıkıyorlar ve onlara yanlış yolda olduklarını anlatıyor ve onları hidayete doğru yönlendirmeye kanunu kimin elinde ise, bizi bu dünyaya O getirdi ve ölüm kanunuyla da bizi ahirete o göçürecek. Bu kısa dünya yolculuğunda yolcularla oyalanmak, onların takdirlerini kazanmak bize ne fayda verebilir!?..Sırayla ayrılacağız bu dünyadan ve geride bıraktıklarımız bizi kısa bir süre sonra unutacaklar. Tarihe bu gözle bakabilsek ne kadar ibret sahneleri görürüz! Nerede bir asır öncesinin alkış toplayanları ve onları alkışlayanlar? Nerede o hükümdarlar ve onlar için kasideler yazan, övgüler yağdıran şairler? Nerede o büyük zenginler ve onların eline bakan fakirler?Bir asır sonra da biz mâzi olacağız ve bir sonraki nesil aynı soruları kendi asırlarının insanlarına soracaklar. Ve derken bir gün, her nefis gibi dünya da ölümü tadacak. Arkasından mahşer ve hesap meydanı. Kişinin en sevdiğinin bile yüzüne bakamadığı o dehşetli meydanda kimden medet beklenilecekse, bugün Onun dergâhına sığınmak, Onun rızasını kazanmaya çalışmak var ki, “Allah için sevmek” gibi, “Allah için sevilmek” de meşru ve güzeldir. İsteriz ki, Allah’ın mümin kulları bizi sevsinler, Onun has bendeleri bize yâr olsunlar. Bu isteğin riya ile teveccühü-ü nasla bir ilgisi yoktur. 58 Kalp kalbe karşıdır, derler, aslı var mıdır? “Kalp kalbe karşıdır.” sözü, insanların tecrübelerinden kaynaklanan anonim bir muhtevaya sahiptir. Araplar da “Minel kalbi ilel kalbi sebîla = Kalpten kelbe yol vardır.” derler. Kanaatimizce, bu söz genel bir kural olarak doğrudur, fakat her zaman geçerli olmayabilir. Örneğin, kalbimizi kendisine açtığımız, sevgi ve sempatiyle baktığımız kimseden de -genellikle- aynı karşılığı görürüz. Tersine, kalbimizi kendisine kapalı tuttuğumuz, hoş görmediğimiz kimseden de aynı karşılığı görürüz. Fakat bazen çok şiddetli aşka tutulanlar, karşı taraftan aynı karşılığı görmeyebilirler. Bunun bir hikmeti de kalbin yaratılış sırrında saklıdır Kalbin en derin köşesi süveyda-i kalp en şiddetli sevgi potansiyelini taşımaktadır. Bu sevginin karşılığı, ancak cemal ve kemali sonsuz olan yüce Allah’tır. Bunu yanlışlıkla bir yaratık için kullandığımızda, karşıdaki kalp bunun yanlışlığını hisseder ve ters tepki gösterir. Aşıkların genellikle karşılık görmemekten şikâyette bulundukları olumsuz tavrın bir hikmeti budur. İslam’da hüsnüzannın esas alınmasının bir hikmeti de toplumda sevgi zemini oluşturmaktır. Hüsnüzanla bakan karşıdaki insana güzel gözle bakar, iyi insan olarak düşündüğü için onu sempatik bulur ve karşıdan da genellikle aynı karşılığı görür. Böylece cemiyette karşılıklı saygı ve sevgi hâkim olur, insanlar hayattan lezzet alır. 59 Haya imandandır, hadisi ne demektir? Hayasız olanlar neden cehennemdedir? Haya, yapılması veya yapılmaması çirkin görünen ve ayıplanan şeylerden kişiyi uzak durduran bir duygudur. Bu da her hak sahibinin hakkını vermek anlamına gelir. Buna göre, kişinin Allah’a karşı, insanlara karşı, kendi nefsine karşı, meleklere karşı, hatta diğer varlıklara karşı da hayanın kullanım alanı ve farklı dereceleri vardır. O halde, haya Allah’ın bütün emir ve yasaklarına riayet etmeyi ön gören bir duygu olarak, gerçek anlamda kişide tahakkuk ederse, gideceği yer cennettir. Böyle bir duygu kalbi yumuşatan, incelten, yerine göre sızlatan bir özelliği vardır. Haya konusunda kişinin kalbinin katı olması demek, Allah’tan da insanlardan da utanmayan ve dolayısıyla istediğini yapmaktan çekinmeyen anlamına gelir. Böyle bir kimsenin kalbi, bazı konularda çok yufka da olsa, örneğin çoluk-çocuğuna, arkadaşlarına çok düşkün de olsa, burnu sızlayıp ağlasa da Allah’ın ve kulların hakkını vermediği sürece, İslam terminolojisinde yine de katı demektir. Her ahlakın çekirdeği itibariyle söz konusu olduğu gibi, hayanın da yaratılıştan var olan tarafı yanında, insanların sonradan kazandığı tarafı da vardır. Hadiste yer alan ve imandan olduğu bildirilen haya, insanların kendi iradeleriyle, gördükleri İslami eğitim ve terbiye ile kazandığı hayadır. Kalbi katı olanın cehennemde olması; kişinin Allah’ın, insanların ve kendi nefsinin hakkını vermeyecek derecede hayadan uzak olması ve dolayısıyla katı bir kalbe sahip olması anlamına gelir. Bizim gördüğümüz hadisin Türkçesi şöyle de olabilir “Haya imandandır, iman ise cennettedir. Beza hayasızlık, küfürbazlık ise cefadandır kötü huydan, ahlaksızlıktandır. Cefa ise cehennemdedir.” Zevaid, h. no 12706 Diğer taraftan Peygamberimiz asm; “Her dinin bir ahlakı vardır; İslam’ın ahlakı da hayâdır.” İbn Mace, Zühd, 17, “Hayâ imandandır.” Buhari, İman, 16, “Hayâ bütünüyle hayırdır.” Müslim, İman, 61, “Hayâ sadece hayır iyilik getirir.” Buhari, Edep, 77 ve “Dört haslet peygamberlerin sünnetindendir. Hayâ, güzel koku sürünmek, misvak kullanmak ve evlenmektir.” Tirmizi, Nikah, 1 buyurmak suretiyle hayânın; müslümanların en belirleyici ahlaki nitelikleri ve değer ölçüleri arasında bulunması gerektiğini ifade etmiştir. Peygamberimizin konuyla ilgili hadisleri; hayânın imanla ilişkisine dikkat çekmenin yanı sıra, onun bütünüyle hayır olduğuna ve her türlü hayra vesile olduğuna vurgu yapmaktadır. İslam alimlerinin; “Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı davranmaktan sakınmak” tanımıyla daha geniş bir anlam kazanan hayâ duygusu, bu yönüyle sadece birey vicdanına bağlı ahlaki bir özellik olarak kalmayıp, toplumsal huzur ve barışa da önemli katkıları olan bir ameldir. 60 İnsana irade sıfatı niçin verilmiştir ve bu sıfat nasıl kullanılmalıdır? İrade, insan için büyük bir lütuf. Örümceğin bir ağı vardır, başka bir şey örmeyi dileyemez. İpek böceği de ağdan anlamaz. Atın işi koşmak, deveninki yük taşımak, bülbülünki ötmektir. Bunların dışına çıkmaya güç yetiremezler. Onlara bu irade verilmemiştir. Ama, insan öyle mi? Elinden iğne de çıkıyor, füze de. Fikrinden, nice farklı, hatta birbirine zıt kitaplar fırlayabiliyor. Ve kalbi, fâniden bakiye nice sevgilere açık, dilediğini sevebiliyor. Bütün bunları irade denilen büyük bir nimet ile yahut azim bir imtihan suali ile yapıyor. İnsan bu büyük sermayesini hakkıyla değerlendirmelidir. Söz tutmak, emir dinlemek de bir irade işidir. Karşı kutupta itaatsizlik vardır, isyan vardır. Bir öğrenci kendi iradesini hocasının emirlerini dinlemeye sarf ederse âlim olur, ârif olur. Söz dinlememeyi marifet sananlar ise, cehaletlerini artırmaktan öte bir şey yapmazlar. Kul olduğunu bilen ve bunun şuuruna eren insan, kendi cüz’i iradesini Rabbinin küllî iradesine tâbi kılar. Yâni, O neden razı oluyorsa onu yapar; neye rızası yoksa ondan kaçar. Cenâb-ı Hak bu irade imtihanını başarabilen kullarını ebedî cennetle lütuflandıracaktır. Göze görmeyi, kulağa işitmeyi ihsan eden Allah, iradenin hakkını da şöylece veriyor İnsan kendi cüz’i iradesiyle neyi diliyorsa, Allah onu yaratıyor. Bu da İlâhî iradenin bir başka tecellisidir. Şöyle ki Cenâb-ı Hak, irade sahibi bir mahlûk var etmeyi, o kendi iradesini hangi yönde kullanırsa, o sahada önünü açmayı, hayır olsun, şer olsun, o ne dilerse onu yaratmayı irade buyurmuştur. O hâlde, insan isyan etmekle Allah’ın iradesine rağmen bir iş yapmış olmuyor; ancak Onun rızasına zıt hareket etmiş oluyor. Allah’ın iradesi sonsuzdur, mutlaktır. Onu sınırlayacak, kayıt altına alacak bir başka irade düşünülemez. Kulun kendisi gibi, irade sıfatı da yaratılmış. Yaratılanın ise yaratanı sınırlandırması mümkün değil.. Onun ihsan ettiği irade sıfatını Ona isyanda kullananlar için ezelî irade, bir ebedî cehennem takdir etmiştir. Geliniz o azap diyarına uğramamak için irademizi hayırda kullanalım... Böyle yaparsak cennetleri çok gerilerde bırakan rızaya kavuşuruz. 61 Kin ve nefret duygularından nasıl kurtulabiliriz? Nefis terbiyesini "nefsi öldürmek" şeklinde uygulayanlar, nefsin hoşuna giden her şeyden uzak kalırlar. Bunun neticesinde; dünyayı sevmez, hırs göstermez, inat etmez, hiç öfkelenmez bir hale gelebilirler. Bunun da bir nefis terbiyesi olduğunu kabulle beraber, nefsi öldürmek yerine, onu hayra yönlendirmenin daha iyi olacağı kanaatindeyiz. Birincisi, huysuz atın yemini kısıp, onu zayıflatarak ona hakim olmaya; ikincisi ise, yemini normal verip, ama onu iyi bir terbiyeden geçirerek güçlü bir atla hedefe daha kısa zamanda varmaya benzer. Evet, dünyanın sevilecek tarafları vardır, sevilmeyecek yönleri vardır. Hırs gösterilecek yerler vardır, gösterilmeyecek yerler vardır. İnadın güzel olduğu durumlar vardır, çirkin olduğu durumlar vardır. Öfkenin kötü olduğu haller vardır, iyi olduğu haller vardır. Dünyayı, Cenab-ı Hakk'ın isimlerine ayna ve ahirete bir tarla1 olarak sevmek güzeldir. İnsanın heveslerine hitab eden ve gaflet perdesi olan yönünü sevmek çirkindir.2 İlimde ve hizmette hırs göstermek güzeldir, şöhret için malda ve makamda hırs göstermek çirkindir. Hakta inat etmek güzeldir; batılda inat etmek, çirkindir. Zalimlere öfke duymak güzeldir, müminlere öfke duymak çirkindir. İnsanda bulunan kin ve nefret duygularının yok edilmesi mümkün değildir. Ancak bunları istikamette kullanmak insanın elindedir. İnsan günahlara, nefsine ve şeytana karşı kin ve nefret duymalı, bu duygularını onlar için kullanmalıdır. Ancak nefsine değil de mümin kardeşine karşı kullanırsa kendisinde bulunan bu duyguyu yanlış yerde kullanmış ve günah işlemiş olur. Halbuki nefsimize ve şeytanımıza karşı bu duyguları kullanabilsek sevap işlemiş olacaktık. Bu hasletler insan için sevap mahalli olması insanın elindedir. İşte, nefsin mahiyetinde yer alan duyguların, arzuların hayra yönlendirilmesi, nefsin öldürülmesinden, yani büsbütün sesini kesmekten çok daha faydalıdır.3 Bu ise, nefsin arzu ve isteklerine iyi bir mecra bulmak, onu hayırlı şeylere sevk etmekle olur; coşarak çevreye zarar veren bir nehrin önüne baraj yapmak ve onunla çevreyi sulamak gibi. Kaynaklar 1. Acluni, Keşfu'l-Hafa, I, 412 2. Nursi, Sözler, 3. bk. Nursi, Mektubat, Envar Neş. İst. 1993, s. 33-34. 62 Hayatımızda duygusallığa ne kadar yer vermeliyiz? - Duygulu olmak, insanın yaratılışında var olan yapısının bir gereğidir. Ancak her şeyde olduğu gibi, duygusallıkta da aşırılık kötüdür. “O vakit siz savaş meydanından hızla uzaklaşıyor, dönüp hiç kimseye bakmıyordunuz. Peygamber ise peşinizden sizi çağırıp duruyordu. Bunun üzerine Allah, keder üzerine keder vererek sizi cezalandırdı. Allah’ın sizi affetmesi, ne elinizden gidene ne de başınıza gelen felâkete esef etmemeniz içindir. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” Al-i İmran, 3/163 “Üzülmenize veya sevinmenize sebep olacak şekilde gerek ülkenizde, gerek kendi nefislerinizde, size ulaşan hiçbir şey yoktur ki bizim onu yaratmamızdan önce bir kitapta yazılı olmasın. Bu, Allah’a göre elbette pek kolaydır. Bu da elinizden çıkan şeylerden dolayı gam yememeniz, Allah’ın size nasib ettiği nimetlerle de şımarmamanız içindir. Allah övünüp duran, kibirli, kendini beğenmiş kimseleri sevmez.” Hadid, 57/22-23 mealindeki ayetlerde, -sevinç olsun, üzüntü olsun- aşırı duygusallığın iyi olmadığına işaret edilmiştir. Özellikle, her türlü üzüntü verici hadiseler karşısında, “Allah’ın rahmetinin izini, özünü görmek, onun adalet ve hikmetine itimat etmek” suretiyle kederin büyük bir kısmından kurtulmak mümkündür. - Allah’ın takdiri dışında hiçbir şeyin olmadığına güçlü bir şekilde inanmak, bunu bir şuur halinde hazmetmek, dünyevî üzüntülerin hafiflemesine büyük katkı sağlar. Nitekim, Peygamberimiz asm şöyle buyurmuştur “Kadere iman eden kederden kurtulur.” Deylemî, el-Müsned 1113; Kenzü’l-Ummâl 1106 Hz. Peygamber herhangi bir konuda üzüldüğü zaman, “Biz bu gibi şeyleri düşünmek için yaratılmadık.” der ve hemen abdest alıp iki rekat namaz kılardı. Bu husus her mümin için denemeye değer. Ayrıca, “Allah’ın gazabından fazla gazap göstermek yahut Allah’ın şefkatinden fazla şefkat göstermek” de asla doğru değildir. Her olayda, Allah’ın âdil gazabını veya lütufkâr şefkatini görüp ona teslim olmak, kalp ve ruhun selameti için vazgeçilmez bir yoldur. 63 Akıl, kalb, vicdan, hafıza, hayal, irade, şuur gibi latifeler birer "meleke" midir? Bunlar hangi alemlerden gelir? Ruhun emir aleminden olması ne demektir? Cevap 1 Meleke Tekrar tekrar yapılan bir iş veya tecrübeden sonra hasıl olan bilgi ve maharet; o şey üstünde elde edilen üstün kabiliyet ve uzmanlık demektir. Kuvve Eyleme ve amele müsait olduğu halde, yerinde duran kabiliyet ve yetenek demektir. Şimdiki tabirle tatbike dökülmemiş potansiyel kabiliyetler manasına geliyor. Duygu İnsanın manevi ve maddi duygularının genel adıdır. İnsanın mahiyetinde bildiğimiz bilmediğimiz ne kadar manevi duyguları varsa, bunların ortak ve genel adıdır diyebiliriz. Kalp, ruh, vicdan, sırlar bunlara örnek olarak verilebilir. Meleke, kabiliyetin kuvveden çıkıp keskinlik ve uzmanlık kazanmış şeklidir. Kuvve ise, kabiliyetin yatmış ve gelişmemiş ham şeklidir. Duygu ise, bu kabiliyet ve melekelerden başka insanın sahip olduğu hissiyatların genel bir ismidir. "Meleke" tabiri, bazen gafleti hatırlatan bir şeye ülfet ve ünsiyet etme manasında değil, tam aksine gafletin zıddı olan huzuru İlahi’de sabitlenme ve sürekli Allah’ı düşünmek ve tefekkür etmekte bir alışkanlık kazanmak anlamındadır. Bu anlamde melek ve meleke kelimelerinde bir yakınlık olabilir. Nasıl Allah’ı unutmak meleke haline geliyor ise, bunun aksi olarak Allah’ı sürekli hatırlamak ve düşünmek de meleke haline gelebilir. Peygamberlerin ve büyük zatların halleri buna güzel bir levhadır. Allah’ı sürekli hatırlamak ancak ibadetler vasıtası ile oluyor. Kur’an’ın ısrarla ibadeti emretmesi bu sebepledir. İbadeti terk eden birisi, melekeyi menfi manada olan gaflete çevirmiş demektir. Yani gafleti kendine yol tutmuş ve sürekli isyan ve nisyan halinde demektir. İbadet, imana hem sebep hem neticedir. Yani ibadeti yapmamızı sağlayan kuvvetli imandır; lakin imanı sağlam ve zinde tutan da ibadettir. Böyle olunca, iman ve ibadet biribirlerine hem sebep hem de netice olmuş oluyorlar. İkisi arasında kopmaz bir bağ vardır, biribirisiz olmaz. Cevap 2 İnsan, maddi ve manevi boyutuyla bir anahtar külçesi gibidir. Her bir aza ve duygusu, bir alemin kapısını açar ve anlaşılmasını sağlar. Mesela; dil bir anahtardır; tatlar aleminin kapısını onunla açarız ve onunla anlarız. Diğer azalar buna kıyas edilebilir. Aynen onun gibi, akıl ve kalbimiz de birer anahtar gibi, birer alemin kapısını açar ve mahiyetleri hakkında bize bilgi verirler. Akıl, kâinattaki ilim ve marifet kapısını bize açtığı gibi, kalbimiz de kâinattaki manevi tasarrufların mahiyetini bir şekilde görüp anlayabilecek bir potansiyele sahiptir. Eğitim ve öğretim sayesinde akıl melekemizi geliştirip, başkasının göremediği şeyleri gördüğümüz gibi, tasavvuf tarikiyle kalbi hayatımızı canlandırıp, geliştirdikten sonra başkasının inkâr ettiği şeyleri o şahıs, kalbi inkişafı sayesinde idrak eder ve görebilir. İnsan, mahiyet ve kabiliyet olarak, çok geniş ve ihatalı bir fıtrata sahiptir. İnsanın mahiyeti Allah’ın bütün isimlerini tartıp, idrak edecek bir kıvamda yaratılmıştır. İnsanın mahiyeti, bir nevi, Allah’ın isimlerini görecek ve idrak edecek bir özet gibidir. Mesela; insan hasta olup şifa bulmak ile Allah’ın Şafi ismini idrak ediyor; açlık ile Rezzak ismine intikal ediyor ve hakeza… Hem aynı mahiyet, Allah’ın bütün şuunat ve isimlerini kıyas ile ölçecek bir kabiliyette yaratılmıştır. Mesela, ben cüzi ilmim ile onun külli ilmini kıyas ederek idrak ediyorum. Kendi mahiyetimdeki lezzet, memnuniyet, şevk, öfke gibi vasıflarla ondaki kutsi lezzet, memnuniyet, şevk, gadap gibi şuunatı rasat edebiliyorum. Mutlak bilinmeyeni, bilinen ile kıyaslayıp bilinir hale getiriyorum. Diğer taraftan insan, kainattaki bütün alemlerin bir mizanı, bu büyük alemin bir listesi; şu kâinatın bir haritası; şu büyük kitabın bir fezlekesidir. Kainatta yaratılmış bütün alemlerin küçük bir modeli ve mizanı insanın mahiyetinde vardır. İnsan o model ve mizan ile o alemi idrak edip seyredebiliyor. Kainatta umumi ve azametli alemler insanda duygu ve latife olarak küçük modeller şeklini almıştır. Bu yüzden insan, mahiyet olarak küçük bir kainat gibidir. Kainatı küçültsen insan, insanı büyültsen kainat olur. Demek ki, insan küçük alemdir. Kainat ise büyük alemdir. Büyük alem olan kainat küçültülse insan olur; insan kainat kadar büyütülse kainat olur. İnsandaki zerre ve hücreler kainattaki yıldız ve galaksiler gibidir. İnsan nasıl ceset ve ruhtan oluşuyor ise, kainat da aynı şekilde maddi ve manevi alemlerden oluşur. Kainatın maddi alemi, insandaki cesede mukabil geldiği gibi, kainatın arka cephesinde öz olarak duran gaybi ve manevi alemler de insandaki ruha benzer. İnsanın nasıl ki, yalnızca maddi bedeninin göz, kulak, burun, dil gibi aza ve organları varsa; aynen onun gibi, ruhun da akıl, kalp, ruh, vicdan gibi hissiyat ve cihazları vardır. Bu ilişki aynı şekilde kainatta da caridir. Yani kainatın bedeni hükmünde olan maddi alemin de, semavat, dünya, gezegenler gibi kısımları ve alemleri vardır. Diğer taraftan, kainatın ruhu hükmünde olan manevi ve gaybi olarak misal, berzah, cennet ve cehennem, gibi alemleri de vardır. Bu manevi alemlerin kendine mahsus semaları da vardır. Alemler sadece bizim maddi olarak gördüklerimizle sınırlı değildir. Hatta insanın her manevi duygusu bu alemler ile irtibat halindedir. Mesela bizdeki hayal kuvveti, misal alemine açılan bir penceredir. Hafıza, kader levhalarının bir nümunesidir. Ruhumuz ruhlar aleminin bir kapısıdır. Kalp, vacibat alemi olan Allah’ın Zatı ile tatmin olan bir ayne-i samettir.. Alemler sadece maddi alemler ile sınırlı değildir. Hatta maddi alem bu alemlerle kıyas edildiğinde, denizde, bir damla gibidir. Mesela, insandaki hayal kuvvesi misal aleminin bir modeli ve mizanı gibidir; insan o hayal kuvvesi ile o aleme bakıyor. Ruh, alem-i ervahın bir mizanı ve modeli hükmündedir. Akıl, mana aleminin anahtarı ve penceresidir. Göz görüntü aleminin bir menfezidir. Kulak ses alemine açılan bir kanaldır vs. Diğerlerini buna kıyas edebiliriz. İnsan, kainata serpilen mükemmelliklerin toplandığı bir ahsen-i takvimdir. Kainatın umumunda dağınık ve belli zamanlara bölünen kemâlatın tek noktada ve tek vakitte toplanan tek merkez, insanın mahiyetidir. Ruhun emir aleminden olması konusuna gelince Alemi emir, harici vücut ve kanun gibi meseleler iyi anlaşılırsa, ruh da, o derece iyi anlaşılır. Alem-i Emir Cenab-ı Hakk'ın irade sıfatının tecelli ettiği ve irade sıfatının hakim ve galip olduğu alemdir. Bir nevi irade sıfatının arşıdır. Bütün kainatta olacak, bitecek şeylerin emri ve komutu vardır. Yani, bir nevi şu görünen alemin arkasındaki komut alemidir, diyebiliriz. Bunu bilgisayardaki yazılımla da örneklendirebiliriz. Mesela, programcı, yapacağı programın önce komutlar ve emirler bölümünü tamamlar, sonra işler. Ve görüntü, o komutlara göre hareket eder. Şekiller, orada belirtilen komutlar üzerine bina olur. Aynen bunun gibi, Kainat da bir programın görünen yüzüdür. İradeden gelen alem-i emir de görünmeyen gerçek yüzüdür. Harici vücut Alem-i emirden gelen emir ve komutların, Allah’ın kudretiyle icra edilip, cismani ve harici bir vücudun giydirilmesidir. Burada, iradenin verdiği emir ve komutu, kudret uygulayıp icra ediyor. İşte, bu uygulama ve icra işine harici vücut denir. Daha çok, kudret sıfatına bakar ve bir nevi kudret sıfatının arşı hükmündedir. Kanun Alem-i emrin her bir tecelli ve cilvesinin tek tek adına kanun denir. Mesela, emir aleminde, yerin cisimleri çekme komutuna yer çekimi kanunu diyoruz. Bunlar anlaşıldıktan sonra, "Ruh nedir?" sorusu da netlik kazanıyor. Ruh İrade sıfatının hakim olduğu emir aleminden gelen bir komut ve emirdir veya bir kanundur. Bu emir ve kanuna da kudret sıfatı, harici bir vücut ve ceset vererek, onu somut ve görünür hale getirmiştir. Aynı zamanda başına da şuur takarak, hem harici vücudu olan, hem de başında şuuru olan bir kanun olmuştur. Faraza, emir aleminden olan yer çekimi kanununa Allah, kudreti ile bir ceset giydirse, inayeti ile de bir şuur verse idi, o da bir insan olurdu. Ya da insanın ceset ve şuurunu alsa, biz de bir soyut kanun oluverirdik.. İlave bilgi için tıklayınız Alem, Alem-i Emir, Alem-i Misal, Alem-i Gayb, Alem-i Berzah gibi alemler ne demektir? 64 Allah dostları ve evliyalar, insanlara nasıl görünür? Veliler, Allah'ın sadık dostları, Allah'ın şerîatına bağlı olan kimselerdir. Hz. Peygamber asm. de evliyayı şöyle tarif etmiştir "Onlar görüldüğü zaman akla Allah Teâlâ gelir. Yüzleri nurludur. Onlarla beraber bulunanlar şaki olmaz." Evliya kimseler bilinmez değillerdir; bizlerin içindedir. İlmiyle amel edip takva sahibi olan kimseler veli zatlardır. 65 İnsanda sebepsiz yere ortaya çıkan sıkıntı hâli hakkında bilgi verir misiniz? Bunun çeşitli sebepleri vardır. Bunlardan biriside kalbin tatmin edilememesi, ruh ve sair latifeler muhtaç olduğu manevi gıdaları “samed aynası” deniliyor. Samed, yâni her şeyin kendisine muhtaç olduğu, ihtiyaçtan münezzeh Allah... Ve bu kalbin tatmini için yegâne reçete“... Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur Allah’ı anmakla sükûnet bulur. Ra’d, 13/28Mideye ve ona gönderilen gıdaya, görmeye ve onu temin eden ziyaya, akla ve onu tatmin eden manaya, kısacası maddî ve manevî nice rızıklara muhtaç olan bu âciz ve fakir beşerin, o ummanlardan daha geniş kalbini, ancak bütün mahlûkatın hâlikı ve mâliki olan Allah’ı zikir, yâni o’nu yâd etme, o’nu hatırlama tatmin edebilir. O halde insan, o’ndan başka neyi yâd etse mahlûku yâd etmiş, o’ndan gayri neyi sevse fâniyi sevmiş olur. Bunlar ise şeref ve kıymet itibarıyla kalpten çok aşağı olan şeyler. O ulvî kalp, bu süflî eşya ile tatmin olmadığı içindir ki, gafil insanı daima rahatsız eder. İşte can sıkıntısı, huzursuzluk, bunalım, stres dediğimiz şeyler hep bu doymayan kalbin açlık feryatları, ölüm meyvesi ve cennetin yolcusu olan insanı, bu fâni dünyanın basit işleri tatmin Külliyatı'ndan bir ulvî reçete“İman tevhidi, tevhit teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.” SözlerDemek ki, iki dünya saadetinin birinci şartı ve her türlü manevî hastalıkların en büyük ilâcı iman. İman’ eden insan, sahipsiz, hâmisiz olmadığının şuuruna ermiştir. Bu ise başlı başına ve en büyük bir saadet. tevhid’e eren insan herkesi, her şeyi ve her hâdiseyi Allah’a isnat etmenin rahatlığına rahminde, Rabbinin rahmetine emanet olmasının ne kadar hayatî neticeler doğurduğunun şuuru içinde, bu dünya hayatında o’na teslim’ olan insanın ruhunu, hiçbir hâdise yaralayamaz, hiçbir acı incitemez, hiçbir keder sonunda tevekkül’ün ruhuna eren insan, kendisine Rabbinin bir ihsanı olan cüz-i iradesini, yine o’nun namına ve rızası dairesinde kullanarak o’na tevekkül eder ve her türlü takdirine razı olur. Saadet-i dareyn, yâni dünya ve âhiret saadeti de bu dört esasa stres, huzur ve rahatı bu dairenin dışında arayanların acı âkıbetinin manzara Bir yanda, insanı perişan etmek için aralıksız çalışan inanç katilleri, iffet düşmanları, en kısa ifadesiyle şer odakları... Zehir pazarlayan meyhaneler, pis havalı kumarhaneler, haya düşmanı moda odakları, körpe dimağları rezalete özendiren romanlar, hikâyeler... Ve dünyanın her tarafından ekranlara hücum ederek ruhu kemiren müstehcen sahneler. Ümitsizlik aşılamakla kalbi perişan eden acı haberler. Bitmek bilmeyen boğuşmalar. Cinayetler, trafik kazaları... Siyaset sahnesinden hiç eksik olmayan iftira çamurları, karalamalar, yalanlar, hürmet-muhabbet münasebetini yitirmiş virane aileler. Görenek belâsı, desinler tutkusu yahut demesinler korkusu yüzünden, israf ile kabaran masraf rakamları. Uyku kaçıran taksitler...Dünyanın, çoğu zaman insanların eliyle icra edilen ve insanı insana âdetâ belâ eden bu kadar maddî ve manevî sıkıntısı karşısında âciz, fakir ve fâni insan...Ve “Dünyada rahat yoktur.” hadîs-i şerifini sürekli tefsir eden hastalık, ihtiyarlık ve ölüm...Bu tablo, kalbin dünya ile tatmin olamayacağının en berrak bir göstergesi ve insanın nazarını bir başka diyara çeviren bir hidayet de dünyada rahat yoktur. Zira şu imtihan âleminin yapısı buna müsait değildir. İmtihanda rahat olmaz. İnsan bu kâinatın meyvesi olduğundan, elementlerin insan bedeninde, hâdiselerin de onun ruh âleminde misalleri, izleri, gölgeleri olduğu gibi insanın iç dünyasında da, sürekli bir bahar gözleyemezsiniz. Onun da kışı, yazı, sonbaharı daima sakin değildir. Şimşeği, fırtınası, kasırgası vardır. Onu da hep aydınlık göremezsiniz. Karanlığı, gölgesi, bulutu vardır. Onda da mahsuller bir cinsten değil. Çiçeği, meyvesi, dikeni vardır. Sahası da engebesiz değildir. Dağı, uçurumu, deresi böyle olduğunu kalbimize iyice sindirdiğimiz takdirde, hâdiselere bakış açımız değişecek, yersiz kederlerden, heyecanlardan, karamsarlıklardan büyük ölçüde kurtulmuş bütün bunlar dünyada rahat olmadığının birer şahidi. Şu var ki, rahatla saadeti karıştırmamak gerek. Dünyada rahat yoktur, ama huzur ve saadet vardır. Bu mefhumlar, bedene değil ruha bakarlar. Ruh ise iman, salih amel, takva ve güzel ahlâk ile huzur bulur ve mesut olur. 66 Bize karşı işlenen hataları affedici olmaya nefsimizi yanaştıramıyoruz. Bu konuda nefsimizi nasıl ikna edebiliriz? İslâmiyet’in en güzel meziyetlerinden birisi de aftır. Allah, bu güzel vasfı birçok ayet-i kerimede methetmekte ve insanları affa özendirmektedir. Bunlardan ikisinin mealleri şöyledir“Sen bağışlama yolunu tut. İyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.” A’raf, 7/190“OnlarMuttakiler, Allah’tan korkanlarkızdıklarında öfkelerini yutarlar ve insanların kusurlarını affederler.” Âl-i İmran, 3/134Aftan alınan zevk ve neşe, intikamdan alınan lezzetten kat kat fazladır. Affetmek, affedene daima huzur ve rahatlık verir. Affın kemal derecesi Allah’a mahsustur. Cenab-ı Hak affı da affedeni de en güzel misallerini Peygamber Efendimizin hayatında görüyoruz. Şöyle ki Kureyş kabilesinin reisleri Peygamberimize suikast hazırlamışlardı. Bunu gerçekleştiremeyince Peygamberimizi zorla Mekke’den çıkardılar. Daha sonra Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle Efendimiz Mekke’yi fethetti. Peygamber Efendimizi hicrete mecbur edenler, Kabe-i Şerifin etrafına toplanmış, nasıl öldürüleceklerini konuşurlarken, Efendimiz Kabe-i Şerifin kapısına gelerek, “kendisinden ne beklediklerini” sordu. Onlar Peygamberimiz'den af beklediklerini söyleyince de umumi af ilan alametlerinden birisi de yumuşak huylu olmaktır. Cenab-ı Hakk halim kullarını sever. “Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet, bağışlanmaları için dua et.”Âl-i İmran, 3/159Affın en ileri derecesi, fenalığa karşı iyilikle mukabele etmektir.“Sen, kötülüğü iyiliğin en güzeliyle önle, o zaman, aranızda düşmanlık bulunan kişinin yakın bir dost gibi olduğunu görürsün.”Fussilet, 41/34 67 Çevremizde, az da olsa, "görmediğime inanman" diyen kişilerle karşılaşıyoruz. Bunlara bu yanlış düşüncelerinden vazgeçirmek için neler söylemeliyiz? Şurası bir gerçektir ki; varlık âlemi sadece beş duyu ile hissedilebilenlerden ibaret değildir. İnsan, görme duyusu ile sadece madde alemini görür. Diliyle tatlar âlemini, kulağıyla sesler âlemini, burnuyla kokular âlemini hisseder. Hâlbuki; elektrik, yerçekimi, ışınlar alemi, radyoaktif dalgalar ve nice gerçekler vardır ki, bunlar, ne görülürler ne de işitilirler. Bununla birlikte, bu gerçeklerin varlığı şüphe bu prensibi göz ardı eden bir kısım insanlar, "görmediğime inanmam" diyerek bütün varlık âlemini, sadece gözleriyle gördükleri maddi eşyadan ibaret sanarak, büyük bir hataya düşerler. Hâlbuki bir şeyin gözle görünmemesi onun yokluğuna delil olamaz. Zira bu âlemde, gördüklerimize oranla göremediklerimiz çok daha fazladır. Hatta insan vücudunda akıl, hayal, hafıza gibi görünmeyen varlıklar, görünenden kat kat fazladır.“Görmediğim şeye inanmam.” sözünün altında, aklın görevini göze yükleme yanılgısı yatmaktadır. Hâlbuki insandaki her bir duyu ayrı bir âlemin kapısını açar; birinin görevi diğerinden beklenmez. Mesela, göz, kulağın; burun, dilin görevini yapamaz. İnsan, gözüyle ne yemeğin tadına ne bülbülün sesine ne de gülün kokusuna bakabilir. Göz bu organların görevlerini yerine getiremezken, elbette aklın fonksiyonunu da icra ki; herhangi bir eser, göz ile göründüğü hâlde, ustası akıl ile anlaşılır. “Görmediğime inanmam.” diyen bir insan, bu eserin yapıcısını inkâr durumuna düşer. Aynen bu örnekte olduğu gibi, sonsuz bir kuvvet, ilim ve sanat ürünü olan bu muhteşem kainatı seyrettiği hâlde, onun sanatkârını kabul etmeyen insan, ilim ve akıldan uzaklaşmış bir insan, bu kâinatta her an tecelli eden ve Allah’ın varlığını güneş gibi gösteren, yaratma, rızk verme, hayat verme gibi sınırsız olayları nasıl açıklayacaktır?“Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür.” 68 Her şeyden korkan bir insana ne tavsiye edersiniz? Namaz kılarken bile korkuyorum. Namaz kılan oruç tutan bir insanın mutsuz olmasını neye baglıyorsunuz? Korku ve nazar gibi şeylerden korunmak için dua etmek ve âyet ile hadis gibi şeyleri yazıp taşımak dinen caizdir. Abdullah bin Ömer Peygamberden sav şöyle rivayet etmiştir"Sizden biriniz uykuda korkarsa şöyle desin 'Allah'ın gazab ve azabından ve kullarının şerrinden, şeytanların vesvesesinden ve yanıma gelmelerinden eksikliği olmayan Allah'ın sözlerine sığınırım.' O zaman, hiçbir şey ona zarar vermez."Abdullah bin Amr onları temyiz çağına gelen çocuklarına öğretir, temyiz çağına gelmeyen çocukları için yazıp onların boynuna asardı. Tirmizi, Daavat, 94Ayrıca korkudan emin olmak için Ayet-el Kürsi, Felak ve Nas surelerinin okunması tavsiye edilmiştir. 69 Korktuğum başıma geldi, demek doğru mudur? İnsanın korktuğunun başına gelmesi nasıl değerlendirilir veya yorumlanır? İnsanda "hiss-i kable’l- vuku" denilen önseziler vardır. Buna "altıncı his" de denilir. Bu açıdan bazı şeyler olmaya yakın iken bu his / duygu tarafından -Allah’ın izniyle- fark bu konuda çok dikkatli olmak gerekir. Çünkü, bazen bir uyarı veya bir müjde mahiyetinde gelen bu tür hisler, bazen şeytan tarafından da manipüle edilebilir. Yani şeytanın telkiniyle insanda var olan kuvve-i vahime / evham üretme mekanizması tarafından aslı-astarı olmayan şeyler hakkında da bazı korkular oluşabilir. Bazı vehimler takıntı haline gelebilir ve insana hayatı zehir hale sebepledir ki, İslam’da bir şeyi uğur saymaya izin verildiği halde, bir şeyi uğursuz saymaya izin verilmemiştir. Çünkü, uğur saymak hayata mutluluk katar. Uğursuzluk duygusu ise hayatı zehir güzel düşünen, her şeyi güzel görür ve hayatından lezzet alır. Kötü düşünen, ruhuna kötülükler içirir ve hayatına zehir katar. Şunu unutmayalım ki, feleğin çarkı bizim vehimlerimize göre değil, Allah’ın hikmetine göre dönmektedir. 70 Eşcinsellik duygularının insanda bulunması onu sorumlu kılar mı? Bu dünya imtihan meydanıdır; herkesin bir imtihanı vardır. Allah hiç kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez. Kimi insanlar cinsellikle, kimileri kumar içki gibi hususlarda imtihanı şiddetli olabilir. Bu durumda hiç mücadele etmeden teslim olmak doğru değildir. Zaaf sahibi olmak teslim olmayı gerektirmez. İnsan cinsellikle ilgili kapıldığı duygulardan dolayı mesul olmaz. Ancak bunları fiiliyata dönüştürürse mesul olur. Kısa dünya hayatında günaha karşı sabırla mükellef olan insan, zaaflarına sabretmeli ve sonsuz bir hayatta sıkıntısız bir hayatı kazanmak için çalışmalıdır. İlave bilgi için tıklayınız Eşcinsellik, erkeğin erkeğe ilgi duyması durumunda, alınması gereken tedbirler nelerdir? Eşcinsellikle ilgili dini hüküm nedir?.. 71 Peygamberimiz asv'in altıncı hisle ilgili hadisi var mıdır? Hadislerde doğrudan “altıncı his” tabiri kullanılmamakla beraber, kullanılan feraset kelimesi bunu ifade edebilir. Sözgelimi, “Müminin ferasetinden çekinin, çünkü o Allah’ın nuruyla bakar, görür.”Mecmauz-zevaid, 10/268 mealindeki hadiste yer alan feraset/firaset sözcüğü bir manada altıncı hissi ifade etmektedir. Diğer bir rivayette, Efendimiz asv şöyle buyurmuştur “Allah’ın öyle kulları vardır ki, insanları tevessümle/ferasetle tanırlar.” Tevessüm Bazı ip uçları kullanılarak bir sonuca varmak anlamına gelir ki, alimler bunu da feraset altıncı his olarak değerlendirmişlerdir. İlave bilgi için tıklayınız Önsezi, Hissi Kablel Vukuu. 72 İnsana zaman zaman arız olan "kabz ve bast hâlleri" neyi ifade ederler? Kabz ve bast, insan kalbinin daralması ve ferahlamasını ifade eder. Maddî kalbin çalışması büzülme, genişleme şeklinde olduğu gibi, manevî kalbin çalışması da kabz ve bast ve bast hâlleri, gece-gündüzün birbirini kovalaması gibidir.1 Bazen olur bir sıkıntı insanı kaplar. Bazen de bir şevk onu kuşatır. Bunlar,“... Allah kabzede ve basteder...”Bakara, 2/245ayetinin hâli, insanı Allah’a iltica ettirir. Bast hâli ise, insanı şükre sevk eder. Bu ikisi, aynı zamanda insanın “beyne’l-havf ver-reca” korku-ümit arası dengede kalması kalbi, son derece hassastır. “Kalb” kelimesi, çevirmek anlamındadır. Çokça çevrildiği için kalbimize de aynı isim verilmiştir.2 İnsanın kalbi, “ağaç dalından sarkıtılmış ince bir ipin ucundaki tüy gibi”3 her yönden gelen rüzgârlara 1. Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat, Rağıp İsfehanî, Müfredât fi Garaibil’l- Kur’an, s. İbnu Mace, Mukaddeme, 10. 73 Kalble ihanet olur mu? Evli olduğu halde başkasını sevmek caiz midir? Evli bir kimsenin kalben dahi başka birisine meyletmesi doğru değildir. Bunu iradeli olarak yapmamalıdır. Ancak eskiden içinde kalmış bir duygu olabilir. Bu duygudan dolayı mesul olmaz. Fakat bu duyguyu körükleyecek şekilde hareket etmek doğru değildir. Unutmaya çalışması gerekir. İlave bilgi için tıklayınız Aşık olmak konusunda dinimizin ölçüleri nelerdir? Aşkını gizlemek şehit sevabı verir mi?.. 74 Ya Rab! Gizli şehvetten sana sığınırım, hadisinde geçen "gizli şehvet" nedir? - Bu hadisin tamamı şöyledir “Ümmetim için en çok korktuğum şey Allah’a şirk koşmaktır. Ben bununla, onların güneşe, aya, puta tapacaklarını kastetmiyorum. Korktuğum şey, Allah’tan başkası için yapılan Allah’ın rızasını gözetmeyen ameller ve gizli şehvettir." İbn Mace, Zühd, 21 Bazı rivayetlerde şu ilave de vardır “Şehvet nedir?” diye sorduklarında ise, şöyle cevap verdi “Kul oruçlu olarak sabahlar; sonra şehvetlerinden biri karşısına çıkar; o da o şehvetine uyarak orucunu bozar.” Hâkim, el-Müstedrek, 4/366 Hakim’in sahih dediği bu hadis hakkında Zehebi senette yer alan bir ravinin “metruk’u-l hadis” olduğunu söyleyerek rivayetin zayıf olduğuna işaret etmiştir. Zehebi, Telhis-Müstedrekle birlikte-, Benzer bir rivayete yer veren Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde verilen bilgiye göre, Ubade b. Samit ile Ebu’d-Derda’nin “şehvet-i hafiye-gizli şehvet” hakkındaki değerlendirmeleri, “bunun kadın ve benzeri dünyevi istek ve arzular olduğu” şeklindedir. bk. Müsned-muessesetu’r-risale, 1421/2001, 28/363 Suyutî’ye göre, merfu olarak yer alan bazı rivayetlerde verilen “Oruçlu kimse”nin misali olduğuna göre, bundan başka bir yoruma geçmek doğru değildir." İbn Mace, -Fuad Abdulbaki’nin taliki-, Bununla beraber, denilebilir ki, sahabenin yaptığı değerlendirmenin, doğrudan Hz. Peygambere asm atfedilen değerlendirmeye aykırı bir tarafı yoktur. Orada bir örnek olarak “oruçlu bir kimsenin arzusuna uyup orucunu bozması”ndan söz edilir ki, bu da dünyevi bir şehvettir, bir arzudur. Bu gizli şehvet, bir riyakârlık da olabilir. Kişi namazı kılarken, birden orada bulunanlara karşı, “gizli bir gösteriş” duygusu meydana gelir, adam da buna uyar ve en az namazın sevabını kaçırır. - Bu hadisin, “Allah, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” Mü’min, 40/19 mealindeki ayetle de pekala bir ilgi kurulabilir. Çünkü hadiste gayrimeşru olan ve kişinin içinden beliriveren “gizli bir arzudan” söz edilmektedir. Bu ayette ise, iki gayrimeşru davranışa dikkat çekilmiş ve onların Allah’tan gizlenmesinin mümkün olmadığına işaret edilmiştir. Bunlardan birincisi İnsanın yüzünde açıktan görülen bir organ olan gözlerin, gizli bakışlar organize etmeleri ve çaktırmadan harama nazar etmeleridir. Ayette, bu gizli bakışların, Allah’tan gizlenemeyeceğine dair gerçeğe vurgu yapılmıştır. Burada gözlerin sahibine vurgu yapılması, haram bakışların kişinin iradesine bağlı olarak ortaya çıkması durumunda kötü olduğuna bir işaret sayılmalıdır. Bu da hadiste yer alan “kişinin iradesi dışında bir anda oluşan ilk bakışın vebali olmadığına” dair hakikate uygundur. İkincisi Kalplerin gizlediği şeydir. Bu vurgu, insanların -iradelerine bağlı olarak bilerek taşıdıkları- niyetlerinden de sorumlu olduğunu göstermektedir. Bu değerlendirme, Bakara suresinin 284. ayetinde yer alan, “...Ey insanlar! Siz içinizdeki şeyleri açığa vursanız da gizleseniz de Allah sizi onlardan dolayı hesaba çeker...” mealindeki ifadeyle de örtüşmektedir. 75 İnsan hürriyetini sınırlandırmak, insana bir sıkıntı ve azap değil midir? Bir balık, deniz içinde dilediği yöne gidebilir. Ama onun bu hürriyeti, deniz ile sınırlıdır. Ondan dışarı çıkması yasaklanmıştır. Karalar, ormanlar onun için yasak bölge. Tilkilerle, aslanlarla arkadaşlık etmesi, sanki, haram kılınmış. O, denizde yaşayacak ve ömrünü diğer balıklarla geçirecektir. Bu hürriyet kısıtlaması onun zararına değil denizi de “helâl dairesi”dir.“Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.” Sözlerİnsan, bu daire içinde kalmak şartıyla, istediği gibi hareket edebilir, dilediği gibi safa sürebilir. Ama bu dairenin dışı, onun için cehennem göre, hürriyeti şöyle de tarif edebiliriz“Hürriyet, helâl ve haram dairelerinden dilediğini seçebilme yetkisi ve netice itibariyle de cennet ve cehennem yollarından istediğine girme serbestisidir.”Kul, hür olmaz. Nasıl olsun ki, kölenin bile hürriyeti söz konusu değil. Kulluk ise, kölelikten çok daha ileri bir bağımlılık. Mutlak mânâda ve sınırsız bir hürriyete sahip olmadığımızı nefsimize iyice kabul ettirmek için şöyle bir düşünelimİnsanoğlu, eliyle işitip, gözüyle koku alıp, kulağıyla görebiliyor mu? yandan, aklıyla hıfzedip, kalbiyle anlayıp, hafızasıyla sevebiliyor mu? Cevap; yine ki, insan her organını ve duygusunu yerinde kullanmaya mecbur. Onu yaratan, organlarını yerli yerine koyan ve ruh âlemini akıl almaz bir şekilde tanzim eden, her duyguyu, her hissi ayrı vazifelerde çalıştıran biri organların ve duyguların önüne iki saha açılmış Helâl ve haram meydanları. Ayağıyla dilediği yere gidip gözüyle istediği yöne bakabildiği gibi, aklını her sahada kullanabiliyor ve hafızasına, olur- olmaz, her şeyi sermayelerden her biri insanın akıl ve vicdanına emrediyorlar ki “Bizi dilediğin gibi yönlendiremezsin! Sen irade sıfatını doğru değerlendirmeli ve bizi yaratılış gayemizde kullanmalısın!..”İnsan iradesine tanınan bu hürriyet, bu serbesti, bu seçme hakkı, ne yazık ki, çoklarınca yanlış babasına, amirine, devletine karşı gelme hürriyetine sahip olmadığını çok iyi bildiği hâlde, nasıl oluyor da, Rabbine, Hâlikına, Mâlikine karşı kendini hür ve serbest sanabiliyor!?..Asrımız alimlerinden Bediüzzaman Said Nursi, hürriyet konusunda çok önemli bir noktaya şöyle parmak basıyor“Bazı sefih ve lâübaliler hür yaşamak istemediklerinden, nefs-i emmarenin esaret-i rezilesi altına girmek istiyorlar.” Hutbe-i ŞamiyeHür olduğunu, dilediği gibi hareket edebileceğini iddia eden bir insan, gerçekte nefsinin esareti altına girmiştir. Nefsi ona kötülüğü emreder; o da bu emre kayıtsız şartsız itaat eder. Bu esaret, rezil bir esarettir. Bir alimin hizmetine girmiş bir insanla, bir soygun şebekesinde çalışan bir başka insan ilk bakışta aynı noktada birleşirler İkisi de emir altındadır. Ama birincisi büyük bir şereftir, sonu ilim ve irfana çıkar. Diğeri ise rezalettir; neticesi azap ve zindandır... 76 Namaz kılarken gözlerimin yaşarması, kalbimin hüzünlenmesi, kalbimin yumuşaması için neler yapmalıyım? Önce şunu belirtelim ki, gözyaşları dökmek kişiden kişiye değişir. Bazıları daha duygusaldır, az bir tesirle ağlayabilir. Bu sebeple, önemli olan gözyaşı değil, kalbin hüznüdür, kalbin ağlamasıdır. Onun için, namazda -elimizde olmayan- gözyaşları döküp ağlamaya kendimizi zorlayacağımıza, Allah’ın huzurunda olduğumuzu, bizi yoktan var eden Rabbimize kulluk etmekte, divan durmakta olduğumuzu düşünmemiz ve bu uyanık şuurla ibadetimizi yapmaya çalışmamız, çok daha ihlaslı ve samimi olur. Kalbin müteessir olup olmaması, kendi tercihine göredir. Kalbin tercihi ise, gördüğü hüzünlü manzaralara göre kendini gösterir. Eğer kalp, sevdiği, hoş gördüğü bir manzarayla karşılaşırsa, -sahibin iradesine bağlı kalmaksızın- kendi tercihini sevinç yönünde kullanır. Şayet karşılaştığı manzarayı hüzünlü, sıkıntılı görürse, -yine otomatikman- kendi tercihini üzüntü ve sıkıntı yönünde kullanır. Şuurumuz ersin ermesin, bu kural her zaman geçerlidir. O hâlde, eğer kalbimizin üzülmesini istiyorsak, onu üzüntülü manzaralarla, tasavvurlarla karşılaştırmamız gerekir. Bu konuda bize düşen, namaza başlamadan birkaç dakika önce de olsa kusurlarımızı, günahlarımızı, bize bin bir nimetini lütfeden Rabbimize karşı yaptığımız saygısızlıklarımızı hatırlamaya çalışmaktır. Tabii ki, Allah’a karşı saygısızlığın ne anlama geldiğini kavramak için de öncelikle Allah’ı çok iyi tanımak lazımdır. “Hikmetin başı Allah korkusudur.” El-Münâvî, Feyzü’l-Kadir, III, 574 manasındaki hikmet düsturu bu konuda çok şey anlatıyor. “...Allah’tan gereği gibi korkanlar ancak alimlerdir...” Fatır, 35/28 mealindeki ayetten de Allah’ı tanımanın ne büyük bir ilim hazinesi olduğunu anlamak mümkündür. Önemli bir nokta da şudur ki; hadiste “Allah korkusundan gözyaşı döken...” Kenzu’l-ummal, h. no 5874 kimseleri öven hadiste vurgulanan husus, gözyaşından önce Allah korkusudur. gözyaşı Allah korkusunun bir alameti olduğu cihetle önem taşır. Yoksa, Allah korkusu olmadan ağlayan bir gözün hiçbir değeri yoktur. Allah’a karşı saygı, korku hissetmeden, azameti karşısında mehabet ve haşyet duymadan, marifetullahtan kaynaklanan bir zillet, bir tevazu, bir ürperti refleksinin kıvamına ermeden, zoraki bir ağlayışın ne kıymet-i harbiyesi var ki!.. Allah korkusu, O’nun emir ve yasaklarına riayet etmekle kendini gösterir. Buna riayet edenlerde Allah’a karşı mutlaka bir saygı, sevgi, korku ve kalbin gözyaşları söz konusudur. Her bir günah kalpte bir leke oluşturur. Her bir leke, kalbin Allah’a karşı göstermesi gereken duygulardan bazılarının irtibat pencerelerini kapatır. Bu pencerelerin kapanması ile saygı, sevgi, haya, korku, mehabet, haşyet gibi duygular köreltilmiş olur. Bu sebeple, kalbin ve gözün ağlaması için, her şeyden önce, sözlü, fiilî, hayalî her türlü gayrimeşru tasavvurlardan ve haramdan kaçınmak gerekir. 77 Bazıları insan iradesini hiçe sayıyor ve insanın, yaptığı isyanlardan sorumlu olmadığını iddia ediyorlar. İnsan bütün işlerini bir cebir altında mı yapmaktadır? Değilse hangi fiillerinden sorumludur? Her insan vicdanen bilir ki, kendisinde iki ayrı hareket, iki ayrı fiil söz konusudur. Bir kısmı ihtiyarî, yani kendi isteğiyle, iradesiyle ortaya çıkıyor. Diğer kısmı ise ızdırarî; yani tamamen onun arzusu, iradesi dışında cereyan konuşması, susması, oturması, kalkması birinci gruba; kalbinin çarpması, boyunun uzaması, saçının ağarması da ikinci gruba giren fiillerden. O birinci grup işlerde, istemek bizden, yaratmak ise Allah’tandır. Yâni, biz cüz’i irademizle neyi tercih ediyor, neye karar veriyorsak, Cenâb-ı Hak mutlak iradesiyle onu yaratıyor. İkinci tip fiillerde ise bizim irademizin söz hakkı yok. Dileyen de yaratan da Cenâb-ı Hakk'tır. Biz bu ikinci gruba giren işlerden sorumlu değiliz. Yâni, âhirette boyumuzdan, rengimizden, ırkımızdan, cinsiyetimizden yahut dünyaya geldiğimiz asırdan sorguya doğru çalıştıran bir insan, bu kâinattaki her sistemin ve insan bedenindeki her organın en güzel ve en faydalı şekilde tanzim edildiğini düşünmekle şu sonuca varıyor O hâlde, ben görme, işitme sıfatlarım gibi, irade sıfatımı da bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’ın razı olduğu biçimde kullanmalıyım. Ancak böylece, o sıfatın hakkını vermiş ve ondan en iyi şekilde faydalanmış yine kendi iradeleriyle Allah’ın küllî iradesine tabi kılanlar, sonsuz saadet menzili olan cennete gidiyorlar. Bu büyük sermayeyi nefisleri hesabına kullananlar ise, ebedî azap menziline doğru yol noktada, şöyle bir soru hatıra gelebilir - Biz İlâhî iradeyi nasıl bileceğiz ki, hareketlerimizi, davranışlarımızı ona uygun kılalım? Allah’ın razı olduğu işler ve hâller, peygamberler ve kitaplarla insanoğluna bildirilmiş. Ama, bu hususta bir zorlama da getirilmemiş. Yani, insan bu dünyaya kendi iradesi dışında getirildiği hâlde, ebedî yolculuğunda cennet ve cehennem şıklarından dilediğini tercih etmekte serbest insan, cüz’i iradesini yerinde kullanarak âhiret menzillerinden cenneti tercih edebiliyor. O saadet yurdunun yollarını Cenâb-ı Hak ilâhî iradesiyle çizmiş“İman edilecek” “ibadet yapılacak” “günahlardan sakınılacak” “istikametten sapılmayacak”... Ama, insanı bu iradeye uymakta zorlamamış. Nitekim, Kur'an-ı Kerim'de “Dinde zorlama yoktur.” buyurulması ilâhî iradenin bu noktadaki en açık ve net bir ifadesidir. O hâlde, insan kendi iradesini istikamet yolunda ve helâl dairesinde kullanırsa, kazanacaktır. Aksi hâlde zararı çok büyük olur. 78 İnsanlara çok öfkeleniyorum; öfkemi yenmek için ne tavsiye edersiniz? Peygamberimiz asm "en büyük pehlivanın öfkelendiği zaman nefsini yenen kimsenin" olduğunu söyler. Bizim en büyük düşmanımız ise nefsimidir. Öfkeyi yenmek için 1. Nefsin ve şeytanın dediğini yapmamak. 2. Öfkelendiği zaman susmak. 3. Öfkelendiği zaman abdest almak. 4. Öfkelendiği zaman yer değiştirmek. 5. Dini ve imani konuları okuyarak nefsini ikna etmek. 6. Dua, tesbih, ibadet, namaz, oruç gibi ibadetlere dikkat edip devam etmek. 7. Haksız yere birine zarar verince, zararı telafi edip özür dilemek. 8. Ölümü çok düşünmek. 9. Bize verilen güzelliklerin Allah'ın emaneti olduğunu bilerek ona göre hareket etmek 10. Öfke, ahlâkî eksikliklerdendir. İnsanda varolan gazab kuvvetinin ifrat derecesi olan öfke, bir âfettir. Öfke anında insan doğru düşünemez. Normal davranışlarda bulunamaz. Öfkeli olarak yapılan işler hep sonradan pişmanlık duyulan işlerdir. Bunun için "Öfke ile kalkan zararla oturur." denilmiştir. Bir anlık öfke ile cinayet işleyenlere sık sık rastlanır. Öfke ev ve iş yerlerinde huzursuzluklara ve rahatsızlıklara sebep olur. İnsan, iradesini kullanarak öfkesini yenmeye, kendisini öfkelendirenleri bağışlamaya çalışmalıdır. Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur "O takva sahipleri bollukta ve darlıkta harcayıp yedirenler, öfkelerini tutanlar, insanların kusurlarını bağışlayanlardır. Allah da iyilik edenleri sever." Âl-i İmran, 3/134 Peygamberimize asm gelerek kendisine öğüt vermesini isteyen bir adama Resulullah asm; "Öfkelenme!" demiş ve bu sözünü birkaç kere tekrarlamıştır. Riyazü's-Salihîn, I, 80. Öfke anında Allah'a sığınmak ve öfkenin geçmesini istemek gerekir. Öfkeli birisini gören Hz. Peygamber asm şöyle buyurmuştur "Ben bir kelime biliyorum ki, eğer şu adam o kelimeyi söylese muhakkak öfkesi geçer. O kelime 'Eûzü billahi mineş-şeytânirracîm', sözüdür." Müslim, Birr ve Sıla, 109. Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur "Kuvvetli ve kahraman pehlivan, herkesi yenen kimse değildir. Kuvvetli ve kahraman pehlivan ancak öfke zamanında nefsine mâlik olan ve öfkesini yenen kimsedir." Müslim, Birr ve Sıla, 107. Peygamber Efendimiz asm bir başka hadisinde şöyle buyurmuştur "Bir kimse öfkesinin gereğini yapmaya kadir olduğu halde öfkesini yenerse, Allah Teâlâ kıyamet gününde halkın gözü önünde onu çağırır, huriler içinden istediğini seçmekte muhayyer kılar." Riyazü's-Salihîn, I, 80. Kur'an-ı Kerim'de genellikle kâfirlerin müminlere karşı duydukları öfkeden bahsedilmiştir. Aksine müminler öfkelerini yenen insanlardır. Peygamber Efendimiz asm, Cenab-ı Hakk'a sığınmayı öfkenin ilâcı olarak tavsiye etmiş, insanın kendi kendine telkinle ulaşacağı irade sağlamlığının onu öfkelenmekten kurtaracağına işaret etmiştir. Yine Peygamberimiz asm öfkeyi güç ve kuvvetin değil zayıflığın ve aczin alâmeti olarak görmüştür. Öfke nefse hâkim olamamanın işaretidir. Nefislerine hâkim olamayanların sonu ise hüsrandır. Müslüman, işlerini öfke ile değil; teennî, sabır ve yumuşaklıkla halletmelidir. İlave bilgi için tıklayınız - Huy değiştirmek mümkün müdür? ... 79 Dünyanın geçici zevklerine aşk ile bağlanan bir kimse, sonuçta ne gibi durumlarla karşı karşıya kalır? Bu soruya cevaplamadan, varlık âleminin yaratılış amacını iyi belirlemek gerekir. Allah bu dünyayı isim ve sıfatlarının yansıma alanı olarak yaratmış; sanatını, maharetini, hakimiyetini kâinatla ortaya koymuştur. Dünyayı insanın sonsuz hayatı için bir çiftlik, kabiliyetlerinin gelişmesi için bir imtihan salonu, Allah’ın eşsiz sanat harikalarını seyretmek için, sergi ve fuar konumunda mahiyetini bu şekilde bilmeyen ya da kabul etmeyen insanlar, onun fani ve aldatıcı yüzüne âşık olurlar. Bu dünyadan sonraki ebedî hayat için kendisine verilen akıl ve kalplerini, onun geçici zevklerine sarf ederler. Kendilerine verilen maddî ve manevî nimetlerin, sadece nefislerinin tatmini için verildiğini düşünürler. Allah rızası yerine insanların takdir ve alkışlarına itibar ederler. Ahiret âlemine ait makam ve mertebeler yerine dünyaya ait makamları arar, onları isterler. Dünyaya sadece zevk alınacak bir yer itibarıyla baktıkları için, kısa bir zaman sonra doğru düşünme ve sağlıklı karar verebilme yeteneklerini kaybederler. Zamanla bu yaşayış tarzlarını hayat felsefesi hâline getirirler. Dine ait konulara karşı önce kayıtsız kalır, sonra; cephe alırlar. Sonuçta ilâhî gerçeklere karşı idrakleri kısırlaşır, değerlendirmeleri basitleşir, imkânsızlığı çok az bir dikkatle anlaşılabilecek bir konuyu yahut dış kaynaklı bir hurafeyi değerlendirmekten aciz kalırlar. Gerçeği olmayan aldatmacalara çabuk aldanırlar. 80 Vesvese ve kalbin kabz - bast hâlleri hakkında bilgi verir misiniz? Benim kafama olmadık şeylerden şüphe giriyor... Sorunuz iki, yönlüdür. Birincisi Vesveseyle birinci şekli birinci yara"Şeytan evvela şüpheyi kalbe atar. Eğer kalb kabul etmezse şüpheden şetme döner. Hayale karşı şetme benzer bazı pis hâtıraları ve münâfi-i edep çirkin halleri tasvir eder. Kalbe 'Eyvah!' dedirtir. Ye'se düşürtür. Vesveseli adam zanneder ki, kalbi Rabbine karşı sû-i edepte bulunuyor. Müthiş bir halecan ve heyecan hisseder. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister.""Şetim" Kaba söz, kötü düşünce, edebe aykırı hâl, kalbi sıkan düşünceler, insanın kalbine yerleşmiş gibi sanılan imana aykırı hayali sözler, özellikle namaz kılarken aklın ve kalbin kabul etmediği çirkin hatıralar...Vesvese bir şeytan işidir, şeytandan kaynaklanan bir musibettir. Şeytanın kalbi kurcalaması, karıştırmasıdır. Şeytanın tek hedefi kalbdir. Tek emeli, kalbi bozmak, onu işe yaramaz hale Neden kalb şeytanın hedef tahtasıdır?Cevabı Kur'ân'dan alalım"Bilin ki, Allah kişinin kalbine ondan daha yakındır."1"Kim Allah'a iman ederse, Allah onun kalbine hidayet verir."2"Kalbler ancak Allah'ın zikriyle huzura kavuşur."3"İmanlarına iman katmak için müminlerin kalblerine sükûnet ve emniyet veren Odur."4"Allah size imanı sevdirdi, onu kalblerinize benimsetti."5"Müminler o kimselerdir ki, Allah'ın adı anıldığı zaman kalbleri titrer."6Kalb hakkında yüzlerce âyetten sadece mealini verdiğimiz bu birkaçından kalbin şu özelliklerini öğreniyoruz1. Allah kalbe Allah kalbe hidayet Kalb Allah'ın zikriyle huzura Allah kalbe sükûnet ve emniyet Allah imanı kalblere kalb imanın merkezi, zikrin merkezi, hidayetin merkezi, sükûn ve huzurun merkezi ve bütün duygularımızın merkezidir. Şeytan ise mümindeki bütün bu güzelliklerin düşmanıdır. Mümini bunlardan mahrum kılmak için elinden gelen düzenbazlıkları, hileleri ve oyunları yapar. Bunun için bütün mesele kalbi şeytanın hilelerinden uzak tutmaktır. Yoksa kalb bir kere bozuldu mu, bütün beden ve duygular bozulur. Hadis-i şerifte ifade edildiği gibi,"Dikkat ediniz! Bedende bir et parçası vardır; o düzeldiğinde bütün beden düzelir, o bozulduğunda da bütün beden bozulur."Buhârî, İmân, 39; Müslim,Musâkât, 107Vesvese ilk defa şüphe şeklinde gelir. Şeytan önce şüpheyi kalbe atar. Ancak kalb hemen tepki gösterir, savunmaya geçer. Fakat savunmayı bırakır, kabul ederse, şeytan birinci atışta hedefe isabet ettirmiş demektir. Fakat kalb kabul etmezse, orada bir iz bırakır, sonunda bir pus, bir leke oluşturur. Bir süre sonra hayal aynasına bazı pis düşünceler yansır, edebe aykırı bazı çirkin görüntüler oluşur. Zaten bu görüntü ve leke kalbin hırçınlaşıp feryat etmesine, sıkılıp daralmasına kâfi gelmiştir. Sonunda "Eyvah!" diyerek ilk hastalık mikrobunu kapmış olur ve ümitsizliğe mikrobunu kapan insan, kalbinin Rabbine karşı edepsizlikte bulunduğunu sanır, telaşa kapılır, titrer ve birdenbire heyecan dalgası bedeninin her yanım sarar. Bütün duygular yaralanmıştır, kalb penceresi puslanmış görüntüler netliğini kaybetmiştir. İnsan bu halden kurtulmak için çırpınıp durur. Ancak kalbinin gerçek sesine, yani kalbe gelen melek ilhamına kulak vermediğinden bir an için kendini boşlukta hisseder ve neticede huzurdan kaçar, gaflete artık iyice mikrop kalbi sarmıştır. Bu anda insan bîçaredir, çaresizdir. Kurtuluş yollarını, tedavi çarelerini Bu yaranın merhemi ve ilacı nedir?Ve tedavi yoluBirinci tedavi Bu durumda en önemli mesele, heyecana yenilip telâşa kapılmamaktır. Böyle bir vesveseye kapılan insan telaşa düşmemeli, endişe etmemelidir. Telâş ve endişeye sebep olan şeyin gerçekte var olması gerekir. Oysa kalbe ve hatıra gelenler, birer hayal ürününden başka bir şey değildir. Hayalden geçen çirkin şeylerin bir değeri, bir önemi yoktur. Üstelik insana bir zarar da için insanın küfre iten şeyleri hayal etmesi, onu küfre götürmediği gibi, edebe aykırı bir şeyi düşünmesi de edepsizlik olmaz. Çünkü bir şeyin hayalden geçirilmesi bir karar ve hüküm sayılmaz. Bundan dolayı insanı bağlamaz, iyiliğinin veya kötülüğünün delili sayılmaz, hakkında bir sonuca götürmez. Oysa edepsizlik, kötü söz ve çirkin bir kelimenin ifadesi bir hükümdür. Küfrü ve çirkin sözü hayalinden geçiren insan bunu söylemiş değildir ki mes'ul durumda tedavi Kalbe gelen çirkin sözler, edebe aykırı haller kalbten gelmiyor, bunun için kalbe ait değildir. Çünkü bu sözlerden kalb rahatsızdır; sıkılıyor, daralıyor. Kalbin bir ürünü olmadığı için bir kuruntu ve evhamdan başka bir şey değildir. Kalbten kaynaklanmadığına göre, şeytandan kaynaklanıyor, belki kalbe yakın olan şeytanın lemmesinden şeytaniye hadiste şöyle ifade edilmektedirHadisi Abdullah bin Mes'ud rivayet etmektedir. Resul-i Ekrem şöyle buyurmuşlardır"Âdemoğlunda bir şeytanın lemmesi vardır, bir de meleğin lemmesi vardır. Şeytanın lemmesi, şerre küfür, günah ve zulme teşvik etmek ve hakkı yalanlamaktır; meleğin lemmesi ise iyiliği ilham etmek ve hakkı tasdik etmektir. Bunu her kim vicdanında hissederse Allah'tan olduğunu bilsin ve Allah'a hamdetsin. Öbürünü hisseden de şeytandan Allah'a sığınsın."Daha sonra Resulullah şu âyeti meali okudu 'Şeytan sizi fakir düşmekle korkutur da, cimriliğe ve kötülüğe teşvik eder. Allah ise kendi hazinesinden size mağfiret ve bolluk vaad ediyor..."7Hadis-i şerifte geçen lemme, hadis âlimleri tarafından "şeytanın inmesi, yakınlığı, dokunması ve vesvesesi" olarak açıklanırken, meleğin lemmesi de "ilham" olarak izah şeytan ve meleğin kalbteki üssü, merkezi, karargâhı ve santralıdır. Bunlar birbirlerine çok yakındır. Şeytan kendi karargâhından kalbe devamlı vesvese okları fırlatarak insanı küfre, isyana ve günaha çağırır, hakkı ve hakikati reddetmeye yöneltir; melek de şeytanın lemmesini bertaraf etmek için karşı atağa geçer, ilham vererek, onu hayra, güzelliklere, sevaba ve hakka insanın kalbine gelen, hayal aynasına yansıyan bu çirkin sözler, şeytanın santralından kalbde şeytanın santralı ile meleğin santralının birbirine yakın olması, aynanın parlak yüzü ile mat yüzünün birarada bulunmasına benzer. Bir başka ifadeyle bir kütüphanede iyi kitapla kötü kitabın yanyana durması için melek ilhamı ile şeytan vesveseninin birbirine yakın olması insana bir zarar Nasıl olursa, insan vesveseden zarar görür?İnsan vesvesenin zarar vereceği vehmine kapılır, zarar verdiğini düşünürse zarar görür. Böylece kalbini sıkıntıya sokmuş, ıztıraba sürüklemiştir. Çünkü hayali hakikat sanmıştır. Bir şeytan işi olan vesveseyi kendi kalbine mal etmiştir. Şeytanın vesvesesini kalbinden gelen bir söz gibi kabullenmiştir. Yani vesvesenin zarar verdiği kanaatine varmış, zarar görmüştür. Tehlikeli sanmış, tehlikeye düşmüştür. Zaten şeytan da böyle bir şeyi istemektedir ve şeytanın dediği Bundan kurtulmak için ne yapmalı? Hadiste de bildirildiği gibi, hemen şeytanın şerrinden Allah'a Kalbin bast ve kabz halleri...Kabz ve bast halleri; lügat manası olarak ruhen sıkıntı, daralma ve genişleme, sıkıntı ve ferahlık manalarına gelmektedir. Bu halleri Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu Lahikası'nda şöyle açıklamaktadır“Sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünkü, emn ve ye'sin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca müvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast hâletleri celâl ve cemal tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.”Bu ifadeyi biraz açacak olursak, ruhi bazı sıkıntılarımız Cenab-ı Allah tarafından, bizi; sabra ve nefis ile mücahedeye alıştırmak için verilen Rabbani birer kamçıdır. Burada kamçı ifadesi üzerinde duracak olursak, nasıl ki, tembelleşen, hantallaşan bir mahluku harekete getirmek için kamçı kullanılır. Aynen öyle de, tembelleşen ve yeknesaklık içerinde bulunan bir insan da bu kabz ve bast halleriyle âdeta mümin kamçılanmakta ve vazifesinde ciddiyete sevk bu noktada yukarıdaki ifade de geçen “emn ve ye’sin vartası” ifadesi de gözden kaçmamalıdır. Emn hâli bast halinin neticesi olmamalıdır. Yani sıkıntı ardından gelen rahatlık, vazifedeki ciddiyete hâlel vermemelidir. Bununla beraber kabz halinin neticesinde mümin ye’se düşmemelidir. Çünki İstiklal Şairimizin de ifade ettiği gibi,"Ye’is mani-i her kêmaldir.” / "Ümitsizlik ile her muvaffakiyetin önü kapanır."Bu haletler Cenab-ı Hakk'ın Celal ve Cemal isimlerinin tecellisi iledir. Nasıl ki hastalık Cenab-ı Hakk'ın Şafi isminin tecellisi neticesi ise, sıkıntı hâline Cenab-ı Hakk'ın Darr celali isim gibi isimlerinin, rahatlık ve genişlik hâli de Cenab-ı Hakk'ın Vasi cemali isim gibi isimlerinin 1. Enfal, 8/ Teğâbün, 64/ Ra'd, 13/ Fetih, 48/ Hucurât. 49/ Enfal, 8/ Tirmizî, Tefsîrü'l-Kurân, Hadis no 2988. 81 Dini hükümlerde, aklın fonksiyonu nedir? Akıl, insanın fizik âleminde yapacağı incelemeler, araştırmalar için önemli bir Allah’ın isim ve sıfatları, insanın yaratılış gayesi, İlâhî emir ve yasaklar, hangi ibadetin ne zaman ve ne şekilde yapılacağı, melekler, cinler, kabir ve ahiret âlemleri gibi konularda akla düşen vazife nakle tâbi olmaktır. 82 Korku insanı ürküten bir kelime. Buna göre Allah korkusunu nasıl anlamalıyız? İşlenen suçların ve günahların çoğunu, bunları yapan kişilerde Allah korkusunun bulunmayışına bağlarız. “Bu kimseler Allah’tan korkup Onun azabından çekinselerdi, bu işleri yapmazlardı.” deriz. - Acaba Allah korkusu nasıl olmalıdır? - Yalnızca dehşet ve korku üzerine kurulmuş bir disiplini, İslâmın hoşgörü muhtevası ve Cenab-ı Hakk'ın sonsuz rahmetiyle nasıl bağdaştırabiliriz? Kur’ân-ı Kerim’de mü’minler şöyle anlatılır “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’ın adı anıldığı zaman kalbleri titrer. Kendilerine Onun âyetleri okunduğunda imanları artar ve onlar yalnız Rablerine tevekkül ederler.”1 Bu âyetten anlaşıldığı gibi, iman nurunun artmasıyla Allah korkusunun kalbde yerleşmesi arasında çok yakın bir ilgi ve irtibat vardır. - Allah’ın âyetleri okundukça imanın ziyadeleşmesi ne demektir? Bu hususu merhum Elmalılı şöyle izah eder “İlim ve amel cihetinden gelen deliller arttıkça tahkikî iman inkişaf eder. Yakîn ve iman ziyadeleşir.”2 Tahkikî imanın da mertebeleri vardır. Bunlardan ilmelyakîn mertebesi, delillere dayanarak şüphelere karşı koyar. Taklidî, yani anne ve babadan devralınan ve derin bir araştırmaya dayanmayan bir iman bazan tek bir şüphe karşısında bile mağlûp olabilirken, delillere dayanarak elde edilen bir iman sayısız şüphe karşısında dahi sarsılmaz. Tahkikî imanın ikinci bir mertebesi aynelyakîndir ki, onun da kendi içinde mertebeleri mevcuttur. Allah’ın kâinatta tecellî eden güzel isimleri ve bu isimlerin mertebeleri kadar mertebesi vardır. Mü’min o tecellîleri görüp okuyabilme kabiliyeti nisbetinde sağlam ve sarsılmaz bir imana sahip olur. Bu safhanın en yüksek mertebelerinde artık kâinatı bir Kur’ân gibi okuyabilecek dereceye gelmiştir. Yani, meselâ bir çiçek üzerinde Cenab-ı Hakk'ın Halık, Musavvir, Müzeyyin, Mülevvin, Cemil, Rahim gibi isimlerini okur. Onu yaratan, sûret veren, süsleyen, renklendiren, güzelleştiren ve şefkat ve merhamet gösteren bir yaratıcısının isimlerinin tecellilerini seyreder. Üçüncü mertebe de hakkalyakîn olarak isimlendirilir. Bu dereceye ulaşan bir kimse artık varlık âlemlerini saran perdeleri geçmiş ve şüphelerin ordular halinde hücumu karşısında dahi sarsılmayacak bir imana Peygamberlerin ve maneviyat rehberlerinin imanı bu derinliğe sahiptir. Miraç'da Cenab-ı Hakk'ın cemâl ve kelâmına muhatap olan Resul-i Ekrem Efendimizin ve onun izinden giderek yerde iken Arş-ı Âlâyı temâşâ edebilecek kadar ruhen terakkî eden Abdülkadir Geylanî Hazretlerinin kuvvetli imanları bu mertebeye misal olarak verilebilir. Bu umman misali imana ancak ilim yoluyla ulaşılabilir. Tabiî ki, bu ilmin, insanı imana götüren bir ilim olması şarttır. İşte her an ilimle bu iman mertebelerinde yükselenlerin, Cenab-ı Hakk'ın huzurunda imişçesine duydukları haşyet ve ürpertiyi tarif etmek mümkün müdür? “Allah’tan ancak ilim sahipleri korkar.”4 meâlindeki âyet-i kerimede bu hakikat ifade edilmektedir. Bu hürmet ve haşyet, her mü’minde imanın derecesine göre tecellî eder. Çünkü insan ilim vasıtasıyla Rabbini tanıdıkça Ona olan sevgisi ve saygısı artmaktadır. Zira bütün kemâl mertebelerinin üzerindeki sonsuz bir kemâl, elbette ki sonsuz bir hürmete lâyıktır. Üstün vakarıyla ve eşsiz şahsiyetiyle erişilmez bir mertebeye sahip bir maneviyat büyüğünün huzurunda nasıl içimizi sevinçle karışık bir ürperti kaplıyorsa, onun sayısız defa üstünde bir kemâlin sahibi olan Cenab-ı Hak katında nasıl bir ruh hali içine gireceğimizi düşünelim. Allah sonsuz rahmet ve şefkat sahibi olduğu gibi, sonsuz derecede gayret ve izzet sahibidir aynı zamanda. Pekçok Kur’ân âyetinde tekrarlandığı üzere, Allah hem Rahîm’dir, hem Azîz’dir. Rahîm isminin gereği olarak bütün varlık âlemini sonsuz şefkat ve rahmetiyle kucaklarken, Azîz ismiyle de kanunlarına isyan edenleri ve bu isyanlarıyla izzetine dokunanları cezalandırmaktadır. Bu itibarla, Cenab-ı Hakk'ın huzurunda olan bir kul, bir taraftan o sonsuz rahmetin câzibesiyle kendisinden geçmiş, diğer taraftan da gazabının dehşeti karşısında kalbi titrer bir vaziyettedir. Böyle bir insanın Allah’ın emirlerine isyan edip yasaklarını çiğnemesi mümkün müdür? Bu korku da, tıpkı sevgi gibi, insanı Allah’a götürür. Bediüzzaman’ın izah ettiği gibi, “Halik-ı Zülce-lâlinden havf etmek korkmak, Onun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir. Havf bir kamçıdır, Onun rahmetinin kucağına atar. Mâlûmdur ki, bir vâlide, meselâ bir yavruyu korkutup sînesine celb ediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü şefkat sinesine celb ediyor. Halbuki, bütün vâlidelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir lem’asıdır parıltısıdır. Demek, havfullahta Allah korkusunda bir azîm lezzet vardır.”5 Şu halde, korkunun veriliş maksadı da insanı Allah’a götürmektir. Bu bakımdan, bu duygumuzu başka yerlerde kullanıp asıl maksadından uzaklaştırırsak, büyük zararlara uğrarız. Nasıl sevgimizi yanlış yerlerde kullandığımızda, sevdiklerimizden karşılık görmemek; aksine onlar tarafından tahkir edilmek ve kalbimizdeki onca sevgiye rağmen onlardan ayrılmak gibi acılarla o sevgi bizi ıztıraplar içinde boğan bir duygu haline gelir. Aynı şekilde, korku duygusunun yanlış yerde kullanılması da, insanın hayatını zindana çevirir. Çünkü korkulmaya değmediği halde korktuğumuz varlıklar bize gayet sıkıntılı bir zillet yaşatmaktan başka hiçbir şey yapamazlar. Ne yardımcı olabilirler, ne de korkumuzu teskin edebilirler. Aksine, duygusuz bir merhametsizlikle sırtlarını çevirerek veya hücumlarını şiddetlendirerek bizleri perişan ederler. Korku hissinin iman ve tevekkülle olan alâkası Sözler’de şöyle anlatılır “Tam münevverü’l-kalb bir âbidi kalbi nurlanmış bir mü’mini küre-i arz dünya bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki, harika bir kudret-i Samedâniyeyi Allah’ın kudret tecel-lîlerini lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat meşhur bir münevverü’l-akıl denilen aklını ilim ve düşünce ile aydınlattığı iddia edilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise, gökte bir kuyruklu yıldızı görse yerde titrer. Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?’ der, evhâma düşer. Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hânelerini terk ettiler.”6 Kaynaklar 1. Enfal Sûresi, 2. 2. Hak Dini Kur'an Dili, 32367 3. Bediüzzaman Said Nursi. Emirdağ Lahikası, 1102-3. 4. Fatır Sûresi, 28 5. Sözler, s. 331 6. age. 83 Aşırı korku, beyne ve bedene zararlı olduğuna göre, Allah’tan çok korkmak da bedene ve beyne zarar vermiyor mu? Aşırı olmamak şartıyla korku, üzüntü, sıkıntı gibi hâller, hem hayatın tadına katkı sağlar hem de biyolojik kalbin daha sağlam çalışmasına yardımcı olur. Uzmanlar, sürekli neşeyle dolu bir kalbin tekleme, sekteye uğrama, kriz geçirme riskinin, üzüntüler, sıkıntılarla provalar geçirmiş kalbin riskinden çok daha fazla olduğunu söylüyorlar. Allah korkusu, diğer korkulara benzemez. Allah’tan korkan kimsenin şuur altında aldığı lezzet ve zevk söz konusudur. Çünkü, korkular zararları doğuracağı için meydana gelir. Korkuların kaynağı beklenilen zararlardır. Halbuki, Allah korkusu, bizzat zararları defeden bir unsurdur. Çünkü, Allah’tan korkan mümindir. Mümin iman şuuruyla bilir ki, kendisinde var olan Allah korkusu, kendisini ahiretteki korkulardan kurtaracak, zararları defedecek bir potansiyele sahiptir. Bu iman şuuru mümindeki Allah korkusunu Allah sevgisine dönüştürür ve tarif edilmez lezzetler verir. Çünkü, bu korkuda, Allah’ın rızası var, hoşnutluğu var, affı var, mükâfatı vardır. Bir korkan bin sevinir demektir. Cennet anahtarı olan bir korkuyu kim sevmez ki!.. Esasen, her mümin “Allah’ın cemaline muhabbet eder, celalinden de havf eder.” Allah’ın kudreti, azameti, izzeti, Kahhar ve Cebbar gibi celal ifade eden isimleri düşünüldüğünde kalpte bir korku hasıl olur. Bu korku kalbin bir vazifesi, dolayısıyla bir ibadetidir. Aynı şekilde, insan Allah’ın rahmetini, keremini, affını, Rahman, Rahim, Kerîm, Ğaffar, Rezzak gibi cemalî isimlerini düşündüğünde kalbinde bir muhabbet duygusu hasıl olur. Bu cemalleri sevmek de kalbin bir görevi ve bir ibadetidir. Allah’ı sevmek de O’ndan korkmak da mahlukata beslenen sevgi yahut korkuya benzemez. Bunların birer ölçüsü vardır. Muhabbetin ölçüsü ayet-i kerimede de açıkça beyan edildiği gibi Onun Habibi olan Hz. Muhammed asm’e uymaktır. “De ki, Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana ittiba edin uyun. Ta ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok Ğafur ve Rahimdir.’ ” Âl-i İmran, 3/31 Demek oluyor ki, sevgini ölçüsü salih ameldir, Allah Resulüne uymaktır. Aynı şekilde, korkunun ölçüsü de takvadır, haramlardan sakınmak, şirkten korkmak, kalbini mahlukata kaptırmamaktır. İşte arif insanlar salih ameli de severler, takvayı da. İbadeti severek yaptıkları gibi haramlardan da yine kendi istekleriyle ve severek kaçınırlar. Bediüzzaman Hazretlerinin bu konudaki şu ifadeleri bize ışık tutmalıdır “Evet ârif-i billah, aczden, mehafetullahtan telezzüz eder Allah korkusundan lezzet alır. Evet havfta Allah korkusunda lezzet vardır. Eğer bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan sual edilse 'En leziz ve en tatlı haletin nedir?' Belki diyecek 'Aczimi, za'fımı anlayıp, vâlidemin tatlı tokatından korkarak yine vâlidemin şefkatli sinesine sığındığım halettir.' Halbuki bütün vâlidelerin şefkatleri, ancak bir lem'a-i tecelli-i rahmettir. Onun içindir ki Kâmil insanlar, aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki; kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip, Allah'a acz ile sığınmışlar. Aczi ve havfı, kendilerine şefaatçı yapmışlar." bk. Sözler, Yedinci Söz Bir çocuğun, “annesinin şefkatli tokadından kaçıp yine annesinin sinesine iltica etmesi” örneğiyle, Allah’ın gazabından korkan müminlerin yine Allah’ın rahmetine sığınmaları gerektiğini ders veriliyor. Bir müminin haramdan kaçınca helale kavuşması, takva dairesinde yaşamakla amel-i salihe ulaşması da aynı örnekle ortaya konulmuş oluyor. Takva, insanın cehennemden kaçması, salih amel ise cennete koşması olarak düşünülürse, her ikisi de kulu Rabbine ulaştırır ve O’nun rızasına kavuşturur. 84 Nelere sabredilmez, nelere rıza gösterilmez? Sözlükte "dayanma, dayanıklılık" gibi anlamlara gelen sabır, ahlâkî bir kavram olarak, başa gelen musibetlerden dolayı Allah'tan başka kimseye şikayetçi olmamak, yakınmamak, sızlanmamak; nefse ağır gelen ve hoşa gitmeyen şeyler karşısında dünya ve âhiret yararını düşünerek, ruhi dengeyi bozmamak için insanın kalbinde bulunmakta olan sükûnet ve dayanma gücü demektir. Sabır, kulun 'elinden geleni' yaptıktan sonradır. Sözlükte "hoşnud ve memnun olma, kabul etme, seçme" gibi anlamlara gelen rıza da, tasavvufta; kaderin acı tecellileri karşısında kalbin huzur ve sükun halinde bulunması demektir. Genelde rıza, hüküm ve kazaya itirazda bulunmamayı ifade eder. Bâtıl bir şeye rıza göstermek gerekmez. Zira zulme rıza zulüm, küfre rıza da küfürdür. Zülme / haksızlığa, tedavi yollarına baş vurmadan hastalığa, çalışıp çabalamadan fakirliğe ve kurtulmaya çalışmadan benzeri sıkıntılara sabredilmez ve rıza gösterilmez. 85 Hadiseleri, varlıkları yüzeysel olarak değerlendirmek, onları yanlış algılamaya sebep olabilir mi? Kâinatta görülen mükemmel faaliyetler nasıl değerlendirmelidir? Çevremizde gerçekleşen olayları yüzeysel olarak değerlendirmek, onları çok defa yanlış algılamaya ve yanlış yorumlamaya sebep olabilir. Çölde, uzaktan bakıldığında serap su zannedilir. Gök yüzüne bakıldığında güneşin hareket ettiği, dünyanın durduğu gözlemlenir; hâlbuki gerçekte, hareket eden dünya sabit duran ise güneştir. Yine aynı şekilde, uzaktan bakıldığında bir yıldız, mum ateşine benzer göründü gibi, nice gerçekler vardır ki, uzaktan bakıldığında layıkıyla gerçeklere karşı kayıtsız kalmak, gereken ciddiyeti göstermemek de bu gerçeklerin gizlenmesine sebep olur. Gaflet olarak tanımladığımız durum karşısında insan, bu âlemi baştan başa saran ince nizamı, mükemmel intizamı, harika ahengi, göz kamaştıran güzelliği göremez. Mesela, bu kâinatın bir fabrika gibi kolay ve ahenkli idare edilmesine, sistemli bir şekilde çalıştırılmasına bakamaz. Bütün canlıların hava sayesinde hayatlarını devam ettirmesini, gece-gündüz ve mevsimlerin birbiri ardı sıra hikmetle dizilmesini, yağmurun bulutlardan kovayla değil de tane tane yağmasını, zararlı Güneş ışıklarının atmosferde süzülmesini çekirdek ve tohumlardan çeşit çeşit ağaçların sanatlı bir şekilde yaratılmasını, sperm ve yumurtalardan bir çok canlının hikmetle yaratılmasını dikkatle düşünemez. Her baharda yeniden yaratılan binlerce yaprak ve çiçeğin, şekil bakımından birbirine benzemekle beraber çok ince nüanslarla birbirinden ayrılmasını fark yaratılış bakımından birbirinden farklarını, çeşitli his ve organlarını, düzenli bir şekilde beslenmesini, doğup büyüme ve ölmesini olarak, bu alemde yansımaları görülen sonsuz bir kudretin güç ve kuvvet sahibinden, sonsuz bir ilmin, ilim sahibinden, mükemmel işleyişin bir düzenleyiciden, her şeyi kapsayan bir tasarrufun tasarruf ediciden, bütün varlıkların faydalı yönlerinin bir hikmet sahibinden geldiğini isimlerinin yansıma alanı olan bu kâinata yüzeysel bir bakış açısıyla bakan kimse, onlardaki ilahî hikmetleri sezemez, kavrayamaz, anlayamaz. Allah’ın varlık ve birliğinden, büyüklük ve kuvvetinden gaflet eder. Kâinattaki varlık ve olayların gerçek sebeplerini niçin yaratıldıklarını keşfedemez. 86 İnsanın egosu, benlik duygusu kuvvetli olursa; devamlı kendi zarar ve menfaatlerini düşünürse neler olur? İnsan kendi egosuna güvenirse, başka insanlardan yardım alma ihtiyacını hissetmez. Böyle bir ihtiyacı hissetmeyen kimse, başkalarıyla istişare etmez. İstişare etmeyen ise bir çok bilgiden mahrum kalır. “İstişare eden pişman olmaz.” Taberani, Mu’cemu’s-Sağir hadisin mefhum-u muhalifine göre “istişare etmeyen pişman olur.” demektir. Benlik duygusu kuvvetli olan egoist insanlar, çoğu zaman karşı tarafta hakkı hak olarak görse bile kolay kolay onu kabul etmez. Bu tavır insanı dünyada da ahirette de rüsvay eden bir haslettir. Unutmamak lazımdır ki, peygamberlerin en belirgin vasfı tevazu olduğu gibi, muhaliflerinin en bariz vasfı benlik davasıdır. Benlik, eğer kulluk şuuruyla törpülenmezse zaman içinde firavunluk taslağı haline gelebilir. Tarih boyunca ve günümüzde de bazı insanların firavunluk derecesinde kibirlik taslamalarının çekirdeği benliktir. İnsanlarda bir gaye-i hayal olmazsa eneler / benlikler kendi etrafında dönmeye başlar. İnsanoğlunda menfaatperestlik fıtrîdir, yaratılışında var olan bir olgudur. Bu menfaatini tatmin etmekle meşgul olması normaldir. Ancak bu menfaatin tatmini iki şekilde mümkündür, ya bu dünyada, ya da öbür dünyada. Bu sebeple, ahireti gaye-i hayal etmeyenler, oradaki menfaatlerini düşünmeyenlerde eneler devreye girer ve dünyada kendini göstermeye çalışır. Oysa ahireti kazanmayı hedefine koyan kimsenin bu benliği için bir hareket kabiliyeti kalmaz. Her günah gibi benlik ve kibrin de ahirette olduğu gibi, dünyada da bazı cezaları olabilir. Fakat bunun ne olacağını, nasıl olacağını veya kesin olarak olup olmayacağını ancak Allah bilir. Bununla beraber denilebilir ki, gayri meşru bir yolda yürüyen kimse genellikle maksadının aksiyle cezalandırılır. Mesela, benlik balonuna binen gururlu, kibirli kimsenin maksadı diğer insanlara kendini büyük göstermektir. Böyle kimseler genellikle başkasının nazarında küçük görülür. Bunlar, haddinden fazla onurlu görünmeye çalışırlar, ama onursuzluk damgasını yemekten kurtulamazlar. Başkasına hor bakmaktan zevk alırlar, ama kendileri hor görülürler. Başka insanların sevgi ve saygısını kazanmaya çaba harcalar, ama sevgi yerine sevimsizlikle karşılaşırlar. İnsanların bunları samimi olarak kucaklayıp saygı ve sevgiyle bağrına basmaları şöyle dursun, sırtlarında bir kambur gibi, bir yük gibi hissederler. Unutmamak gerekir ki, "insanın kıymeti himmeti" nispetindedir. "Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir." Kimin himmeti kendi şahsı ise, o da “değersizler rekor kitabı”na adaydır. Denilebilir ki, başka insanların maddî-manevî ihtiyaçlarına yardım etmeyi hedefine koymayanların yapacakları en hayırlı iş, insanlık camiasından istifa etmeleridir. İlave bilgi için tıklayınız - “Benlik” duygusu insana niçin verilmiştir? - Benlik - İnsanın kendisinde bulunan ene/benlik duygusunun, Hakka bakan tarafı ile Rabb'ini bulacağı ... 87 Sevk-i ilahi nedir, irade ve imtihanla münasebeti var mıdır? Sevk-i ilahi, Allah’ın insanları hatta hayvanları belli bir yöne sevk etmesi demektir. Bu sevk işi -ism-i Hakîmin bir gereği olarak- belli bir vesîle ile yapılır. Bu vesîle bazen bir ilham-ı kalbî olur, bazen bir rüya olur, bazen bir hiss-i kable’l-vuku olur, bazen bir ilham-ı fıtrî olur. İlham-ı fıtrî, Allah’ın insan ve hayvanların iç alemlerine yerleştirdiği “saika” ve “şaika” adındaki o fıtrî duygulardan kaynaklanır. Bunlara “sevk-i kaderî” de denilebilir. Bazı kimseler de bunları kabul eder, fakat yanlışlıkla bunu “sevk-i tabiî/içgüdü” olarak adlandırırlar. Bugün müspet ilmin keşfettiği “genetik kodlama” da bu sevk-i ilahî ve sevk-i kaderînin hikmetli bir yansımasıdır. İmtihan, şuura taalluk eden, aklı muhatap alan bir husustur. Bu sebeple, insanın yanlış bir duygusal müdahaleyle bu fıtrî dürtülerin yönünü yanlış bir yola yönlendirmesi söz konusu olduğu zaman, şuurlu olan özgür iradesi devreye girebilir ve yolunu şaşırmış bu fıtrî sevkin yüzünü doğruya yönlendirebilir. Dolayısıyla, sanıldığı gibi, “genetik kodlar” cebrî bir surette insanları iyiliğe veya kötülüğe sevk etmez, edemez. Çünkü, insanın özgür iradesi bu sevkıyata “dur!” diyebilir. Zaten özgür ve şuurlu iradenin görevi böyle bir fren vazifesini görmektir. Âdil bir imtihanın gerçekleşmesi de buna bağlıdır. Bununla beraber, kötülükten alıkoymak, iyiliğe sevk etmek Allah’ın bir lütfüdür, ihsanıdır. Üstad Bediüzzaman, “…bana böyle bir kanaat verdi ki, Risale-i Nur’un telifi Müslümanların zedelenen imanlarını takviye için bir sevk-i ilahîdir.”Şualar, On Dördüncü Şua şeklindeki ifadesinde bu ilahî lütfün pratikteki yansımalarına işaret etmiştir. Bu açıklamalardan sonra, Bediüzzaman Hazretlerinin aşağıdaki ifadeleri daha da anlaşılabilir, diye düşünüyoruz “Rüya-yı sadıka, hiss-i kalbelvukuun fazla inkişafıdır. Hiss-i kablelvuku ise, herkeste cüz'î, küllî vardır. Hatta hayvanlarda dahi vardır. Hatta, bir zaman ben bu hiss-i kablelvukuu, zâhirî ve bâtınî meşhur duygulara ilâve olarak, insanda ve hayvanda 'sâika' ve 'şâika' namıyla, aynı 'sâmia' ve 'bâsıra' gibi iki hiss-i âhari ilmen bulmuştum. Ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı meş'ur şuursuz hislere, hata ederek, ahmakçasına, "sevk-i tabiî" diyorlar. Hâşâ, sevk-i tabiî değil, belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak, insan ve hayvanı kader-i İlâhî sevk ediyor." "MeselA, kedi gibi bazı hayvan, gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur. Hem rû-yi zeminin sıhhiye memurları hükmünde ve bedevî hayvânâtın cenazelerini kaldırmakla muvazzaf kartal gibi âkilüllâhm et yiyen kuşlara, bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderî ile ve o hiss-i kablelvuku ilhamıyla ve o sâika-i İlâhî ile bildirilir ve bulurlar. Hem yeni dünyaya gelmiş bir arı yavrusu, yaşı bir gün iken, havada bir günlük mesafeye gider, havada izini kaybetmeyerek, o sevk-i kaderî ile ve o sâika ilhamıyla döner, yuvasına girer. HattA, herkesin başında çok defa tekerrür ediyor ki, birisinden bahsediyorken, âni kapı açılarak, tahminin fevkinde, aynı adam gelir…” Mektubat, Yirmi sekizinci Mektup İlave bilgi için tıklayınız - Parapsikoloji ve Gelecek Bilgisi 88 Kıskançlığın ölçüsü hakkında bilgi verir misiniz? Kıskançlık duygusunun geniş bir sahası vardır. Ancak en meşhur olan sahası eşler arası olduğu için, biz de bunu tahlil edeceğiz. Kıskançlık; yaratılış itibariyle insanlarda var olan gayret duygusunu ifade eder. Bir hadiste şu bilgileri görmekteyiz. Sad b. Ubade bir konuşma esnasında “Eğer bir adamı eşimle birlikte görürsem, onu kılıcımla paralarım.” demişti. Sad’ın bu sözünden haberdar olan Hz. Peygamber ashabına hitaben şöyle buyurdu “ Siz Sad’ın şu gayretine mi şaşırıyorsunuz? Vallahi ben ondan daha gayretliyim, Allah ise benden daha gayretlidir. Allah, bu gayreti yüzündendir ki, gizli, açık her türlü hayasızlığı haram kılmıştır. Allah’tan daha fazla tövbeden / delilden hoşlanan kimse yoktur. Bu sebepledir ki, müjdeleyici ve uyarıcıları göndermiştir. Yine Allah’tan daha fazla övgüden hoşlanan kimse yoktur. Cenneti vaad etmesinin nedeni budur.” Buharî, Tevhit, 12. Türkçe'de, gayret, daha ziyade çabalama, olağanüstü çalışma, yılmadan, usanmadan faaliyet içinde olma gibi anlamlara gelmekle beraber, yabancıların, kutsal sayılan şeylere saldırmalarını görmekten hâsıl olan tepki; koruma, esirgeme ve kayırma duygusu anlamına da gelir. Çalışkan ve fedakâr kişilere gayretkeş ve gayretli denir. Arapça’da gayret, kıskanmak ve kıskançlık manasına gelir. “Gayret, nâm ve nâmusa zarar verecek hallerden hamiyet etmek manasınadır ki, kıskanmak tabir olunur ve ğıyar, Hakk Teâlâ, kullarına rahmet etmek; hayır ve bol rızık ihsan eylemek manasına gelir. Pek gayretli, hamiyetli ve kıskanç kişiye gayrân ve gayûr denir.” bk. Asım Efendi, Kâmus, trc., 594-595 Yukarıdaki hadiste de geçtiği üzere Gayûr/kıskanç, Allah’ın isimlerindendir. Bütün peygamberlerde, evliyada, takva sahibi salih insanlarda bir anlamda kıskançlık vardır. Erkeğin, eşinin güzelliğini, kadınca hal ve hareketlerini ve cinsel hayatını kendisine tahsis etmesini istemesi vb. hususları başka bir erkekle paylaşmak istememesi gayrettir, kıskançlıktır. Böyle bir durumu gördüğü veya tahmin ettiği veyahut da hissettiği zaman bu, onun gayretine dokunur, tepkisine sebep olur, buna sebep olanları bir şekilde cezalandırmayı düşünür. Gayretine dokunmak, kıskançlık duygusunu harekete geçirmektir. Erkek, eşini kıskandığı gibi, aynı şekilde kadın da eşini kıskanır. Ancak her konuda olduğu gibi eşler arası kıskançlığın da bir ölçüsü ve dengesi olmalıdır. İnsanda öfke kuvvetinin varlığı, onun kendi canını, ailesini, malını, korumaya yöneliktir. Eğer bu duyguyu aşırı derecede kullanmaya kalkarsanız, zalim bir despot, mağrur bir ceberut olursunuz. Bunun gibi, kıskançlık duygusunun veriliş gayesi, eşlerin birbirlerinin iffetini korumak, onları kendini bilmez serserilerin kötü bakışlarından esirgemek, evlilikten doğan karşılıklı aidiyet olgusunun saygın hatırasını el üstünde tutmak gibi hususlardır. Genellikle kadın korunmaya daha muhtaç olduğundan, onun koruyucu zırhı olan erkekteki kıskançlık duygusu daha güçlüdür. Yüce Yaratıcının verdiği, hikmet dolu bu kıskançlık duygusu, kendi sınırları içerisinde kaldığı sürece iyidir. Fakat, sınırları zorladığı zaman ilaç iken zehir olur. Bu sınır, Kur’an ve sünnetin belirlediği sınırdır. Bu sınırın altında kalanlar, gayretsizlik damgasını yedikleri gibi, sınırın dışına çıkanlar da şüpheci damgasını yemeye mahkum olurlar. Çok kuvvetli emareler olmadığı sürece eşlerin birbirinden şüphelenmeleri, onları tam bir şizofreni tanımına sokabilir. Bu gibiler, Kur’an-ı Kerim'e yasaklar listesine alınan “suizan” ve “tecessüs” suçundan yargılanacaklardır. 89 Sükûnet ve sekînet nedir? Sekînet ile sükûnet, maddi ve manevi olarak sâkin olmak, durmak, hareket halinden duruş haline geçmek gibi aynı manayı ifade etmekle beraber, aralarında bazı farklar da vardır. - Sekînet, sükûnet ve sükûn kelimelerinin hepsi SEKENE kökünden türemişlerdir. Sekene kelimesi durmak, bir yere yerleşmek, sabitlenmek manasına gelir. - Sekînet tatmin olmak, itminana kavuşmak, iç telaştan kurtulmak, temkin sahibi, ağırbaşlı olmak, vakarlı olmak, iç huzura kavuşmak manasına gelir. “İmandaki yakînlerini iyice artırsınlar diye, müminlerin kalplerine sekîneti indiren O’dur.” Fetih, 48/4 mealindeki ayette sekînet bu manada kullanılmıştır. - Sükûnet Sükûn kelimesi gibi bir mastardır. Bu kelime hem maddi, fiziki, cismani hem manevi, ruhani olarak kişinin duruşunu, durgunlaşmasını ifade eder. Sekînet ise, daha çok manevi, ruhî cephede tezahür eden olgunluk için kullanılır. Telaştan kaynaklanan bir iç hareketlenmenin durgunlaşması, belli bir itminana bağlıdır. Bu itminanın sonunda ilk olarak kalbin hafakanı gibi fiziki sükûnet, ardından da gönül huzuru gibi manevi sekînet; önce harici sükûn, ardından dahili sekînet meydana gelir. - Halim selim olmak bir sükûnet halidir. Bu sükûnetin olması için, ruhî sekînetin olması gerekir. - Sakin olmak, sükûn bulmak, sekînete ermenin mukaddimeleridir. - Mümin, namaza giderken bile, aceleci bir tavırla değil, vakarlı, ağır başlı bir tavır, bir duruş sergilemesi gerekir. Böyle olunca, insan her zaman vakarlı, ağırbaşlı, sâkin tavırlarıyla sükûnet göstermeli ve sekînete ermelidir. - Konuşurken, yürürken, iş yaparken, başkasını dinlerken gösterilen ağırbaşlılık bir sükûnetin tezahürü ve bir sekînetin emaresidir. - Kur’an’da SEKÎNET kelimesi şu altı yerde geçmektedir Bakara, 2/248; Tevbe, 9/26, 40; Fetih, 48/4, 18, 26. Bu ayetlerin meallerine ve tefsirlerine bakarak da "sekînet" hakkında bir fikir edinebiliriz. 90 Ağlamak sabırsızlık mıdır? Bu konuda Peygamber Efendimizin tavsiyesi nedir? Resulullah asm şöyle buyurmaktadır"Eğer benim bildiğimi bilseydiniz çok ağlar, az gülerdiniz."Buhârî, Küsûf, 2; Müslim, Küsûf, 1Resulullah asm hiçbir zaman kahkaha atmamış, ama yüzünden de gülümsemeyi eksik etmemiştir. O, Kur'an okurken, dinlerken Müslümanları çok acıklı durumlarda, cenaze arkasında yaka bağır yırtarak, çığlık atarak, söylenerek ağlamaktan alıkoymuştur. O, sessizce ağlar, yanaklarından yaşlar süzülürdü. Kızı Zeynep'in çocuğu hastayken kucağına almış, ağlamış ve şöyle demiştir"... Bu Allah'ın merhametli kullarının gönüllerine koyduğu rahmettir. Cenâb-ı Hak bu rahmeti kullarından şefkatli olanlara ihsan eder." Buhârî, Cenâiz 23, Müslîm, Cenâiz 11, Ebu Davud, Cenâiz, 24.Resulullah asm, acı ve ıstırap karşısında Müslümanlara sabırlı olmalarını tavsiye etmiş, ancak insanların katı, taş yürekli olamayacaklarını, merhamet ve şefkat gözyaşlarının rahmet olduğunu, ağlamanın fıtrattan olduğunu Fâtıma ra, ablası Rukiyye'nin kabri başında sessizce ağlar, Resulullah asm da mübarek elbisesinin ucuyla onun gözyaşlarını silerdi. Kâfirler Hz. Câbir İbn Abdullah'ın babasını Uhud'da zalimce işkence ile şehid etmişler, Câbir ile bacısı şehide sarılıp ağlamışlar ve Resulullah onları alıkoymamıştır. Hicret'in ikinci senesinde ölen Osman İbn Maz'un'un cenazesi üzerine eğilen Resulullah, onu öpmüş, sürekli ağlamıştır. İbn Maz'un dışında ölen veya şehid edilen bütün sahâbelerin cenazelerinde, onlardan bahsederken de Hz. Peygamber duygulanır, ağlardı. Ancak o, yukarda belirttiğimiz gibi, sessiz sedasız ağlar, gözyaşları yanaklarından süzülürdü. Resulullah, sesli ağlamayı yasaklamış; böyle bir hali, şeytan anırması olarak göre, sadece insanlar ağlamaz; yer, gök, müminin gökyüzünde bulunan rızık ve amel kapıları, melekler, hayvanlar, diğer canlılar dahi ağlamaktadır. Fir'avn ve âl-i Fir'avn'ın denizde boğulup helâkine gök ve yer ağlamamış ve onların azapları ihmal edilmemiştir ed-Duhan, 44/29 Resulullah bir gün hutbe okurken, üzerinde bulunduğu hurma kütüğü inlemiş, o, mübarek elini kütüğün üzerine koyduğunda susmuş; Resulullah, o kütüğün, işittiği zikrullah için ağladığını önce cahiliye devrinde ve diğer dinlerde âyinler ve cenaze merasimleri sırasında ağlama; saçını başını yolma, vücudunu yaralama, kanatma, yüksek sesle bağıra bağıra yana yakıla hıçkırma, yaygara ve şamata kopararak ölünün özelliklerini sayıp dökme şeklindeydi. Hatta ağlayıcılık eski çağlarda geçerli bir meslekti. Resulullah asm bu tür çirkinlikleri lânetle tarihinde "ağlayanlar" bekkâun denilen yedi zat vardır. Bunlar, Tebük seferberliği öncesinde Resulullah'a gelerek gazaya gitmek istediklerini, fakat binecek develeri, yiyecek azıkları olmadığını söylediklerinde Resulullah onlara "Size verecek hayvan kalmadı." demiştir. Bu cevap üzerine onlar ağlayarak geri dönmüşlerdir. Bu mücâhidler hakkında şu ayet nâzil olmuştur"Şu kimselere de günah yoktur ki, onlar her ne zaman kendilerini bindirip cihada sevkedesiniz diye sana geldilerse sen onlara 'Size binek bulamıyorum.' dediğin için bu uğurda harcayacakları bir şey bulamadıklarından dolayı mahzun olup gözleri yaş dökerek dönmüşlerdi." et-Tevbe, 9/92Bu zatlar, Sâlim İbn Umeyr, Uleyye İbn Zeyd, Ebu Leyla el-Mâzinî, Seleme ibn Sahr, Irbad İbn Sariye, bazı rivayette Abdullah ibn Mufaddal, Ma'kıl İbn Yesâr veya Amr İbn Gunme oldukları kaydedilmektedir Tecrid-i Sarih Tercümesi X, 413.Münâfıklar hakkında da Allah Teâlâ şu âyeti indirmiştir"Allah'ın Resulü'nün arkasından oturmakla sevindiler, mallarıyla canlarıyla cihad etmekten hoşlanmadılar. 'Sıcakta sefere çıkmayın.' dediler. De ki; 'Cehennem'in ateşi daha sıcaktır.' Keşke anlasalardı. Artık yaptıklarına karşılık az gülsünler, çok ağlasınlar." et-Tevbe, 9/81-82Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de kâfirlerin katı kalpliliğine işaret etmiş, Allah korkusundan ağlayan yumuşak kalpli, merhametli müminleri cennetle müjdelerken, kâfirlerin cehenneme gideceğini haber edenlere dünya hayatı süslü gösterilmiştir. Böylelikle onlar eğlenmeyi ve gülmeyi iş edinerek, inananlarla alay etmektedirler. Yani "dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir." Ancak son tahlilde, "...görülmeyeni ve görüleni bilen Allah'a döndürülecek olan insanlara Allah yaptıklarını bir bir haber verecek"tir. 91 İnsan düşüncesinden mesul olur mu? İnsan aklına gelen kötü düşüncelerden mesul şöyle bir göz atalım; dağlar, taşlar, bitkiler, hayvanlar, ay, güneş ve yıldızlar hayalimizden sıra ile geçsinler. Bunların hepsi maddî varlıklar, ama birbirlerinden ne kadar farklılık gösteriyorlar?!..Bir de göremediğimiz, ışınlar âlemini, yer çekimini, güneşin cazibesini düşünelim. Bunların da yine birbirinden çok farklı şeyler olacaklarını dikkate şöyle devam ettirelim düşüncemiziAteş topraktan ne kadar farklı ise, şeytan da âdemoğlundan o kadar ayrı olmalı. Karanlık ışıktan ne kadar uzak ise, cinler de meleklere o kadar imtihana tâbi tutulan iki tür varlık İnsan ve ikisinin de inananları ve inanmayanları var. Her ikisinde de hayırlı ve şerli fertler mevcut. Her iki cinsin de mürşitleri ve müfsitleri bulunuyor. İşte cin türünün, Allah’a isyan eden en şerli ferdi bedeni topraktan yaratılmış ve o haneye ruh misafir olmuş. Cinler ise doğrudan ateşten yaratılmışlar. Zaten şeytanın kaybettiği ilk ve en büyük imtihan da bu yaratılış farkından kaynaklanmış ve ateşten yaratıldığı için insandan üstün olduğunu iddia etmekle ve Hz. Âdem’e secde etmemekle huzurdan kovulmuş ve cin türünden olduğu için normal olarak da ömrü insan ömründen fazladır. Bununla birlikte, bu asi cinnîye, kendi isteği üzerine ve gerçekte bir ceza olarak, uzun bir ömür verilmiş ve insanlara kıyamet gününe kadar musallat olmasına müsaade şeytan olmadan da Cenâb-ı Hak insanları sadece nefisle ve dünyanın ahvaliyle, imtihan edebilir ve sonunda onları lâyık oldukları saadete erdirebilir, yahut azaba dûçar kılabilirdi. Bu konuda şeytanın da devreye sokulması, gerçekte, ona verilmiş büyük bir cezadır. Çünkü, ne kadar insanı kötü yola sevk etmişse onların işedikleri günahların bir katı da kendisine yazılmakla azabı akıl almaz derecede artmış, Kahhar ismine en ileri mertebede mazhariyete lâyık kılınmıştır.“İnsanlarda şeytan vazifesini gören cesedli ervah-ı habise bilmüşahede bulunduğu gibi, cinnîden cesedsiz ervah-ı habise dahi bulunduğu, o kat’iyyettedir.” Lem’alar, On Üçüncü Lem'a, görüyorsunuz, karşısındaki insana birtakım yanlış fikirler aşılamaya çalışıyor. Konuşurken muhatabının koluna, ayağına değil, gözüne bakıyor. Göz penceresinden ruha nüfuz etmeye, ona bir şeyler telkin etmeye çalışıyor. Bu iki şahsın bedenlerini hayalen ortadan kaldırırsanız, ortaya iki ayrı ruh çıkacaktır. Ve bunlardan birisi diğerini aldatmak böyle olunca, şeytanın, insan ruhunu saptırmak, onu doğru yolan çıkarmak için çalışması akıldan uzak kimselerin şeytanı inkâr ettiklerini görürüz. Nur Müellifinin ifadesiyle, bu, “şeytanın en büyük bir desisesi”dir. Bu inkârda tek temel dayanak, şeytanın gözle o şahsa soralımSen şeytanı neyinle inkar ediyorsun? Yani şeytanın varlığını senin ellerin mi kabul etmiyor, kulakların mı; gövden mi kabul emiyor, bacakların mı?Bu sorumuzu saçma bulacak ve “hiçbiriyle” diyerek ilave edecektir O’nun varlığını aklım hâlde, şeytanın varlığını kabul etmeyen, o şahsın aklıdır. Görünmeyen bir şey, yine görünmeyen bir şeyi inkâr etmektedir; delili ise “görülmemesi.”Akıl kelimelerle düşünür, ama kalbin bütün işleri kelimesizdir. İnsan bir çiçeği veya güzel bir kokuyu “kelimelerle” sevmez. Bu işi kelimesiz yapar. Ama, bu sevgisini ifade etmek, başkalarına aktarmak istediğinde kelimelere iş kelimesiz seven ve korkan ve yine kelimesiz inanan o insan kalbine, şeytan musallat olmakta, onunla kelimesiz konuşmakta, ona fısıltı kabilinden birtakım telkinlerde bulunmaktadır. İşte şeytanın bu fısıltılarına “vesvese” deniliyor. Vesveseden söz açılmışken şeytanın bu yolla insanoğluna uyguladığı bazı taktiklerden söz etmek isterimŞeytanın birinci gayesi, insanın imansız olmasıdır. Bunu başaramadı mı, geri adım atar ve onun ibadet etmemesine çalışır. Kulu bu şerefli vazifeden uzak tutmak için çok uğraşır. Kalbine birtakım kötü şeyler fısıldar. Ve insan bunların kendi kalbinden geldiğini sanarak rahatsız defa şeytan yeni bir oyun sergiler“Böyle karışık bir kalp ile de Allah’ın huzuruna durulmaz ki!” der. Kul, bu desiseye kandı mı şeytan zafere ulaşmıştır. Hâlbuki, her akıl kabul eder ki namazda bulamadığı huzuru, namazı terk etmekle yakalayacak değildir. İbadet ve itaati bırakıp günah ve isyan yoluna giren bir insan, ilâhî feyizden gittikçe uzaklaşır. Tek çıkar yol, ibadete devam sohbette, şeytanın bu oyununa maruz kalmış bir gençle dertleşiyorduk.“Ne zaman namaza dursam, aklıma kötü şeyler geliyor, namazdan çıktığımda kesiliyor.” diyor ve bir hâl çaresi arıyordu. Ona, önce, Nur Müellifinin şu harika reçetesini sundum“O çirkin sözler, senin kalbinin sözleri değil. Çünki senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir.” Sözler, Yirmi Birinci Söz, şöyle sürdürdüm konuşmamıKendi yüzünü tokatlayan ve ağlayan birini görsen, demez misin ki, bu adam yüzünü kendisi tokatlıyorsa niçin ağlıyor? Yoksa göremediğim bir el mi, onun yumruğunu onun aleyhine çalıştırıyor? İşte senin hâlin o adam bu reçetesine göre, senin ağlaman gösteriyor ki o sözler senin kalbine ait değil. Namazı terk edip, meselâ, kumarhaneye gittiğinde o kötü sözlerin kesildiğini göreceksin. Demek ki, o sözlerin sahibi namaza düşman, kumara kumar oynayan birisine şeytan niçin vesvese versin?!.. Verse, kumarın haram olduğu aklına gelebilir, bu ise şeytanın işine gelmez. Onu öylece bırakmak şeytan için en geçerli kendisine Nur Külliyatı'ndan şu paragrafı okudum“Hem de o gibi vesveselerin, ne hakaik-i ilâhiyeye ve ne de senin kalbine bir mazarratı yoktur. Evet pis bir menzilin deliklerinden semanın güneş ve yıldızlarına, cennetin gül ve çiçeklerine bakılırsa, o deliklerdeki pislik ne bakana ve ne de bakılana bulaşmaz. Ve fena bir tesir etmez.” Mesnevî-i Nuriye, Hubab, böyle birisine, şöyle bir soru sordumSen ilmihâl okudun mu?“Evet,” diye karşılık sorum şöyle olduİlmihâlde namazı bozan şeyler içinde “vesvese” de var mı?Soruma hayretle karışık bir tebessümle karşılık verdi.“O hâlde,” dedim, “sen namazına devam et.” Namazda aklına ne gelirse gelsin, “Haydin namaza, haydin felâha” sözlerini işittiğinde Rabbinin seni huzuruna çağırdığının şuuru ile namaza koşmalısın. O anda aklına kötü şeyler gelebilir. Ama, sen aklından ne geçerse geçsin, namaza gitmekle bu emre uymuş olursun. Kalbime kötü şeyler geliyor bahanesiyle namazını kılmasan, emre isyan etmiş olursun ve böyle bir özür seni suçlu olmaktan kurtarmaz. Önemli olan emri tutmak ve namaza koşmaktır. Kalbimizin namaz esnasında ideal bir huzuru yakalaması ayrı bir konuda Nur Külliyatı'ndan bir durum tespiti ve teselli cümlesi“Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i sâlihin ihlasla muvaffakıyeti pek azdır. Hem az bir amel-i sâlih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.” Kastamonu Lahikası, zamanda” ifadesi aynı mektupta şöyle açıklanıyor“Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimaiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takva ile ve niyet-i içtinab ile yüz amel-i sâlih işlemiş hükmündedir.”Bu iki tespiti birlikte düşündüğümüzde hayalimizde bir harp meydanı canlanır. Her taraftan mermiler yağmakta ve biz bu dehşetli ortamda huzur aramaktayız. Bunu başaramayacağımız açıktır. Ama huzur bulamıyorum diye düşman saflarına iltihak edecek de günahlar birer mermi, birer ok. Bu asrın toplum hayatı bir harp meydanı gibi. Her yandan yüzlerce hücuma uğrayan bir insan, namaza durduğunda ihlâslı, huzurlu bir ibadete zor muvaffak olur. Ama, o zorlukta ayrı bir değer vardır. Harp esnasında ve cephede tutulan bir nöbetle, sulh zamanında çarşı içinde tutulan nöbetin bir olmadığı açıktır. “Hem az bir amel-i sâlih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.” cümlesi bizi bu noktada hem teselli eder, hem de mektupta ayrı bir müjde daha veriliyor Bir günahın terki vacip olduğundan, böyle bozuk bir ortamda yüzlerce günahı terk etmekle yüzlerce vacip işlenmiş olacağı müjdesi...Birkaç asır önce, bu günahların yüzde birisine bile maruz kalmayan insanlar, bu vacipleri işleyemiyorlardı, onun yerine salih amel sahasında yol alıyor, bu yönde ilerliyor, nafile ibadetlerini artırıyorlardı. Şimdi ise, salih amel işlemek zorlaşmış. “Farzlarını yapan, kebireleri büyük günahları işlemeyen kurtulur.” hükmü bir müjdeli haber olmasının yanı sıra, bu asrın dehşetinin de bir ifadesi, bir asrı yargılamakla vakit geçireceğimize, kendi nefsimizle uğraşalım ve onu şeytana uymaktan alıkoymaya çalışalım. Bunda başarılı olanlar çoğaldıkça, asır da bu mutlu insanlara uymak zorunda kalacaktır. 92 Suizan, kötüye yormak Çevremde hoşuma gitmeyen eleştirilere ya da yorumlara maruz kaldığımda, Müslüman kardeşime karşı beynimde bir sürü olumsuz teoriler üretiyorum... Ne yapmalıyım, bunlar vesvese mi, hiç haklı olduğum taraf yok mu? Kardeşlerimizden gelen tenkit ve eleştirlere karşı hüsnüzan etmek ibadettir. Ayrıca bazı eksiklerimizi ve kusurlarımızı görmemize neden şeyde bir hayır olduğuna göre, bunlar enaniyetimizin kırılmasını ve daha dikkatli olmamızı sağlar. Böylece nefis ve şeytanımızın oyununa gelmemiş taraftan görüşlerimizi ya da davranışlarımızı eleştirmeleri, bizi gururdan kurtarır. Bu ise, övünmemizden ve enaniyetimizin kabarmasından daha iyidir. Konunun bu yönlerine bakarsak daha rahat edeceğimiz Hakkında kesin hüküm bulunmayan bir şeyi iyiye yorumlamak. Suizan Hakkında kesin hüküm bulunmayan bir şeyi kötüye yorumlamak.“Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.” Hücurât, 49/12Zan, “sanmak, tahmin etmek” mânâsına geliyor. Hüsnüzan, iyiye de kötüye de yorumlanabilecek bir işe, güzel yönünden bakmak demektir. Bunun zıddı suizan olup “her şeye menfi yönden bakmak, insanların fiillerini ve davranışlarını kötüye yorumlamaktır.”Bir hadisede kesinlik varsa orada zanna yer olmadığı açıktır. Meselâ, bir insan alenen küfrü savunuyorsa burada zan söz konusu olamaz ve o adamın küfrüne hükmedilir; ama bir mü’minin ağzından küfür sözleri çıktığında, ona hemen kâfir damgası vurmak yerine, hüsnüzan yolunu tutmak ve o sözü küfründen değil, cehaletinden söylediğini düşünmek tedbir ve temkine en uygun suizanna sevk eden en önemli sebep, kendi mizacının bozukluğu yahut kendi hayat düzeninin çarpıklığıdır. Daima karşısındakileri aldatan bir insan, herkesin sözlerini şüphe ile karşılar ve her işin altında bir hile, bir oyun Külliyatı'ndan bu mânâyı ders veren ibretli bir parça“Evet insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı, sû-i zan saikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden, takbih etmesin.” Mesnevî-i Nuriye, Katre en önemli bir istimal yeri, insan iradesini aşan musibet ve felâketlerde kaderin bir hikmet ve rahmet yönü olduğunu düşünüp şikayet ve isyandan sakınmaktır. Allah Resulü bu mânâyı şu hadis-i şerifiyle ders veriyor“Bizler için şimdi her şeyin iyi tarafına ve güzel cihetine ve ferah verecek vechine bakmak lâzımdır ki mânâsız, lüzumsuz, zararlı, sıkıntılı, çirkin, geçici haller nazar-ı dikkatimizi celbedip kalbimizi meşgul etmesin.” Şualar, güzel ahlâkın önemli bir şubesidir. Nefis ve şeytan bu güzel hasletin de düşmanıdırlar. Öyle ise biz de tercihimizi hüsnüzanna yönlendirmeye ve nefsimizi suizandan menetmeğe bütün gücümüzle çalışmak ve İrşatta Enâniyeti TerkKendisine hak ve hakîkat anlatılan muhatapla ikili konuşma anında, meselenin münazara zeminine çekilmemesine dikkat edilmelidir. Zira münazarada konuşan, haktan ziyade enaniyet ve benliklerdir. Bu sebeple konuştuklarımız ve konuşacaklarımız ne denli ikna edici ve edebî olursa olsun, muhatabımızda zerre kadar tesiri olmayacak ve hüsn-ü kabul de psikolojik açıdan baktığımızda, münazaranın yersiz ve yetersizliği ortaya çıkacaktır. Zira, biz münazaraya hazırlanırken nasıl hasmımızı mağlup edecek fikir ve düşüncelerle kendimizi techiz etmeye çalışmışsak, muhatabımız da en az bizim kadar aynı hazırlık içindedir. Bizim getireceğimiz delillere muhakkak o da karşı bir delille mukabele edecek ve konuşma öyle bir kısır döngüye girecektir ki, günlerce konuşulsa dahi hiçbir neticeye iç aleminde meydana gelen kötü düşünceleri açığa çıkarmadıkça inşallah sorumlu olmaz. 93 Akl-ı mead / maad nedir? Akıl nasıl kullanılmalıdır? Akl-ı maaş ve akl-ı maad sözcükleri, aklın mahiyeti ile ilgili değil, nasıl kullanıldığını veya kullanıldığı alanı göstermeye yönelik kavramlardır. Maaş kelimesi, dünya hayatının maişetiyle ilgilidir. Maad kelimesi ise ahiret hayatını gösteren bir sözcüktür. Buna göre, bütün maksadı dünya nimetlerinden faydalanmak, dünya lezzetlerini elde etmek, dünyada mal-mülk, makam-mevki, şöhret sahibi olmak için aklını kullanan bir kimsenin bu aklına “akl-ı maaş” denilir. Buna mükabil, bütün maksadı ahiret mutluluğunu kazanmak için gayret sarfeden ve aklını bu yolda kullanan kimsenin aklına “akl-ı maad” denilir. “Bildikleri, sadece dünya hayatının dış görünüşüdür; ama âhiretten habersiz, gafildirler.” Rum, 30/7, “O halde bizi anmaktan, bu Yüce Kitabımızı dinlemekten uzak duran ve dünya zevkinden başka bir şey istemeyen kimseleri sen de bir tarafa bırak! Onların bilgi seviyesi ancak bu kadardır; bildikleri bilecekleri budur. Senin Rabbin, kimin Allah’ın yolundan saptığını, kimin doğru yolda yürüdüğünü pek iyi bilir.” Necm, 53/29-30 mealindeki ayetlerde aklın bu iki fonksiyonuna işaret edilmiştir. Ayrıca aklın mesmu ve matbu olmak üzere iki yönü daha vardır. Çalışarak, öğrenerek kazanılan aklın adı mesmu veya müktesep akıldır. Yaratılış itibariyle var olan fıtrî akıl ise matbu olan akıldır. bk. Razî, Bakara 171. ayetin tefsiri Aynı kişinin cahil iken kullandığı aklının düzeyi ile tahsilli, bilgili olduğunda kazandığı akıl düzeyi arasındaki fark, müktesep aklın seviyesini göstermektedir. Kişi, fıtrî aklın azlığından sorumlu değil, ancak müktesep aklın azlığından sorumludur. Müktesep aklın direksiyonu kişinin kendi elindedir; rotasını dünyaya çevirdiği zaman akl-ı maaş, ahirete yönlendirdiği zaman ise akl-ı maada sahip olur. Aklı, insaflı ve âdilce kullanmanın yolu, onu dünya-ahiret dengesini bozmayacak şekilde yönlendirmekten geçer. Bu da her iki dünya hakkında gereken bilgiye sahip olmakla mümkündür. “Bazı kimseler 'Ey Yüce Rabbimiz, bize vereceğini bu dünyada ver!' derler. Bunların âhirette nasipleri yoktur. Bazıları da 'Ey bizim Yüce Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ve güzellik ver, âhirette de iyilik ve güzellik ver. Ve bizi cehennem ateşinden koru!' derler. İşte bunlar kazandıkları şeylerin hayır ve bereketlerini fazlasıyla görürler. Allah hesabı çok çabuk görür.” Bakara, 2/200-202 mealindeki ayetlerde dünya-ahiret dengesinin ne kadar önemli olduğu vurgulanmıştır. Rabbimiz bizi “dengesiz adam” olmaktan korusun. Amin... 94 Nefsi kötüleme, aşağılamak dinimizde tavsiye edilen bir şey; ancak batılı kişisel gelişim uzmanları insanın daima olumlu konuşmasını, kendisine kötü telkinlerde bulunmamasını söylüyorlar? Batılı uzmanların “kişisel gelişim” için insanın daima olumlu konuşmasını, kendisine kötü telkinlerde bulunmamasını ön görmeleri -prensip olarak- çok doğru bir tespittir. Ancak, nefse iyi telkinlerde bulunma ile nefsin kötü telkinlerine karşı savunma mekanizmasını kullanmak ayrı şeylerdir. Batılıların bir kısmı, kişiye olumlu yönden katkısı olsun diye ön gördükleri iyi telkinlerin dozajını iyi ayarlayamamalarından ötürü, bir panzehir olan bu telkinler zehir hükmüne geçebiliyor. İnsanın müspet değerlerini pekiştirmek yerine, nefsanî ve hissî olan olumsuz arzuların hükümranlığına zemin hazırlıyorlar. Batılı düşüncenin temeli felsefedir. Felsefenin bir prensibi olan “İnsanın en büyük gayesi Allah’a benzemektir.” hükmü, insanı firavunluğa sürükleyen bir şımarıklık hezeyanıdır. Halbuki, İslam’ın bu konuda ön gördüğü prensip “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmaktır.” şeklindedir. Aslında prensipte bu iki düstur aynı hedefi gösteriyor. Allah’ın ön gördüğü ahlakî değerleri benimsemek.. Fakat ifade tarzı çok farklıdır. Felsefî prensipte firavunluk kokuyor. Nebevî prensipte ise kulluk kokuyor. Batılı felsefî anlayışta insanı -farklı yönlerini bilmelerine rağmen- bir bütün gibi algılayıp ona göre telkinleri ön görmektedir. İslam düşüncesinde ise, insanın farklı mekanizmaları nazarı alınıp telkinler ona göre farklılık arz etmektedir. Ortama göre, muhataba göre farklı üslubun kullanılması belagatın bir kuralıdır. Bu sebeple, İslam düşünce sisteminde akla ayrı, kalbe ayrı, nefse ayrı üslupla hitap edilir. Şuurlu hiçbir Müslüman nefsine yaptığı kötü telkinleri aklına, ruhuna, kalbine yapılmış olarak kabul etmez. İnsanın kusurlarını görmesi, bir kötülük telkini, bir gevşeklik ve yerinde sayma faktörü değildir. Bu konuda eleştirel bakışa en fazla sahip olanlar batılılardır. Kusurları görmeden onları izale etme imkânı da olmaz. Ayrıca, şuurlu bir mümin kendinde gördüğü güzellikleri inkâr etmez, fakat onları kendine de almaz, hakikate uygun olarak onları Allah’ın bir lutfu olarak görür. Bunun yanında kendinde gördüğü kusurları da ört-pas etmeye çalışmaz bilakis onları nefsine mal eder ve mertçe kabul eder ki, bu iki taksim de gerçeğin ta kendisidir. Batı felsefesi dinlerden uzaklaşıp materyalist bir çizgiye girdiği için batı düşünce sisteminde Allah ile irtibatlı bir muhasebe zeminine yer bırakılmamıştır. Her şeye mana-yı ismiyle baktıkları için kendilerinde sürekli bir kuvvet tevehhüm etmeleri doğaldır. Halbuki, İslam düşünce sisteminde Allah ile irtibat halinde olmak her şeyin başında gelir. Bu sistemde yaratan-yaratılan, mâbud-abd, sanatkâr-sanat, ilah-kul ilişkisi vardır. Bütün muhasebeler, telkinler, psikolojik duruşlar bu denklemde yürür. Buna göre, bir mümin kendini ne kadar âciz görürse, Allah’a o kadar bağlanır, kendine ne kadar güvensizliği artarsa Allah’a o kadar güvenir. Fakat bu güvensizlik duygusu kendini sonsuz kuvvet sahibi bir zata güvenmeye sevk ettiği için en güçlü bir güvenceye kavuşur. Özetle, Allah’a muhtaç olduğunu hisseden Allah’a dayanır. Allah’a dayanan kazanır. Gerçekten "iman hem nurdur, hem kuvvettir, hakikî imanı elde eden adam bütün dünyaya meydan okuyabilir." Bu farkı fark etmek için Bediüzzaman’ın şu -özet halinde verilen- mânidar karşılaştırma tablosuna bakmakta fayda vardır “Felsefenin tilmizleriyle Kur'ân-ı Hakîmin tilmizlerinin muvazenelerine bak" "Felsefenin hâlis tilmizi / öğrencisi, bir firavundur. Fakat, menfaati için en hasis bir şeye de ibadet eder bir firavun-u zelildir. Menfaatini gördüğü her şeyi kendine rab tanır." "Buna mukabil, Kur'ân'ın hâlis tilmizi bir abddir. Fakat âzam-ı mahlûkata da ibadete tenezzül etmez. Ve âzam-ı menfaat olan cenneti, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir." "Hem felsefenin tilmizi, mütemerrit ve muannittir. Fakat, bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden ve bir menfaat-i hasise için şeytan gibi şahısların ayağını öpmekle zillet gösteren bir miskin-i zelildir." "Buna mukabil, Kur'ân'ın tilmizi, mütevazı, heyyin ve leyyindir, yani uzlaşmacı ve yumuşak huyludur. Fakat, Fâtırının/yaratanının gayrına, daire-i izni haricinde tezellüle tenezzül etmez." "Felsefenin tilmizi, cebbar ve mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinat / dayanak noktası bulmadığı için, zâtında gayet âciz bir cebbar-ı hod-furuştur." "Buna mukabil, Kur'ân'ın tilmizi fakir ve zayıftır; fakirliğini ve zaafını da bilir. Fakat onun Malik-i Kerîmi ona iddihar ettiği / onun için depo edip sakladığı servetle müstağnidir. Seyidinin / Efendisinin / Rabbinin nihayetsiz kudretine istinat ettiği için kavîdir, güçlüdür." "Bu iki tilmizin mürüvvetlerinin derece-i farkına bak ki" "Felsefenin tilmizi, kendi nefsi için kardeşinden kaçar. Kur'ân'ın tilmizi ise, bütün kulları, belki bütün mahlûkatı kendine kardeş görür.” Mesnevi-i Nuriye, Nurun İlk Kapısı. İlave bilgi için tıklayınız - "Övünmek, övülmek ve övmek" fiillerini hiç yapmamalı mıyız?
Soru Cevap1 yıl önce1 Cevap316 Kezyakınlık gösteren içten davranan sürekli gülümseyen kişiye ne denir sorusunun cevabı nedir? Bu soruya 1 cevap yazıldı. Cevap İçin Alta Doğru İlerleyin. İşte Cevaplar emrah072021-01-15 192049Cevap Yakınlık gösteren,içten davranan,sürekli gülümseyen kişiye ne denir sorusunun cevabı Cana yakın Bu cevaba 0 yorum yazıldı. Soru Ara? den fazla soru içinde arama YazBilgilendirme 2022 yılı YKS, AÖF, AUZEF, ATA-AÖF, AÖL, LGS, AÖO, AÖIHL-MAÖL, YDS, TUS, MSÜ, ALES, KPSS, İSG, YKS, DGS, EUS, TYT, AYT, ADES, ADB, Amatör Denizcilik Eğitimi Sınav takvimleri belli
yirmi dört saatinde devamlılık gösteren hizmetlerde çalışan Devlet memurlarının çalışma saat ve şekilleri Cumhurbaşkanlığınca memurlara isteği dışında gece nöbeti ve gece vardiyası görevi memurlara; tabip raporunda belirtilmesi hâlinde hamileliğin yirmidördüncü haftasından önce ve her hâlde hamileliğin yirmidördüncü haftasından itibaren ve doğumdan sonraki iki yıl süreyle gece nöbeti ve gece vardiyası görevi sayılı Devlet Memurları Kanunu'na göre günün yirmi dört saatinde devamlılık gösteren hizmetlerde çalışma saat ve usulleri hakkında aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
yakınlık gösteren içten davranan sürekli gülümseyen kişiye ne denir